MEKTUP YOK
“Kibirli
bir insan olmaya en çok yaklaşanlar,
kendilerinden
en çok tiksinenlerdir.”
Spinoza
Öyle ki, dört yüz
haneli koca köyde en iyi, en asil, en onurlu, en görgülü ve haysiyetli aile olarak, bir tek kendilerini görüyorlardı. Bütün “en”ler onlara mahsustu ve kimseler kendileri ile aşık atmaya yeltenemezdi. Baba, anne,
beş kız ve altı erkekten oluşan, mağrurluk marazı ile kıvranan, hiçbir sağlık
görevlisinin bulunmadığı küçük çaplı ama bağımsız bir tımarhaneyi aratmayan,
dev aynaları duvarlarından hiç eksik olmayan, Uzun Kavaklı Köyü’nün
meydanındaki büyük evlerinde, büyükçe bir aileydi. En diplerde başı boş
seyreden hiçliğin dayanılmaz hafifliğine rağmen, baş döndüren, oldukça abartılı
yaşanan böbürlenmeleri ve hoyratlıkları en üst çizgideydi. Günlük olarak koca bir duvarı
kaplayan hayallerindeki bu dev aynasının karşısına geçiyor ve pek beğendikleri, bıngıldakları gelişmemiş mağara adamı görüntülerini süzüm süzüm süzüyorlardı. Bu konuda ileri gitmeyen
tek kişi babaydı. Fakat, o da onların arasında kala kala şaşı olup gidişatlarını göremez halde, bindikleri alametin nereye gittiğinden artık bihaberdi.
Bu büyükçe köyde anne,
kızlar ve de oğullar herkesi küçümser ve alaya alırlardı. Gözlerine ilişen her
birey, cahil bir çoban cahilliğindeydi. Güdük bilinçleri ile dünyada bulunan onca bilim adamının,
şair, yazar, sanatçı ve üretimleri ile ses getirenlerden bir veya iki insandan
kazara haberdar olsalar ve adlarını bilselerdi, onlar da bu kof mağrurlukları
üzerlerine kene misali yapışmış ailenin gözünde, seviye olarak çok daha
aşağılarında, daha doğrusu yerlerde sürünüyor olacaklardı. Bu illet bir
hastalıktı ve başka türlü de yapamıyorlardı.
Köydeki insanların
küçümsenmeleri ile ilgili yüzlerce hikaye dillere dolanmış ve zamanla her
ortamda espri olarak anlatılır olmuştu. Bu aşağılanmaların mağdurları da
artık bu yolla bir yerde, “bakın beni de kâle aldılar” mahiyetinde olayı
anlatır ve bundan baktı olmayacak kendisine bir parçacık övgü payı dahi çıkarır
ve bununla adeta övünürlerdi.
Ailenin on iki yaşındaki
oğlu yaşıtım Hamza ile ara sıra oyun oynamışlığımız vardı. Serin bir sonbahar
günü amcamın oğlu Hamit ile bir araya gelmiştik. Uzun uzadıya derin bir
tartışmadan sonra, yan komşumuz ve yine yaşıtımız olan Yusuf’un da bize
katılımı ile çelik çomak oynamakta oy birliği ile karar kıldık. Yalnız bunun
için en az bir kişinin daha olması gerekiyordu.
Uzunca düşünmelerin
ardından, zoraki Hamza’nın da çağrılabileceği üçlü oybirliği ile kabul gördü.
Bir tek Hamza’nın evine gidip kapı tıklatılarak oyuna davet edilmesi gibi zor bir işlemin yerine getirilmesi gerekiyordu. Bu işin riskli olduğu bilindiğinden, haneden birilerinin kapıyı
açması ile birlikte bir böcek misali görüleceğimizi biliyorduk. İnsanın
gururunu yerle yeksan eden, bu daveti üstlenmek için kura çektik ve ne yazık ki
bu görev bana düşmüştü. Her şey göze alınıp görevin icra edilmesi gerekiyordu.
Hamit ve Yusuf karşı evin duvar dibinde saklandılar. Sık sık ardına bakıp
çekinceli bir halde Hamza’nın evine doğru yol alan beni merakla izlemeye
koyuldular.
Tam donanımlı, görünmeyen cengaverlerden oluşan ordumla, olup bitecek olan her şeyi göz önüne
almak durumunda kaldım. Hakkımda ne söylenecek veya ne denli aşağılanıp
küçümsenecektim hiç umurumda değildi. Kapıyı usulca tıklattım. Hamza’nın ablası
Hamide kapıyı pür telaş açtı. Hamide katana gibi güçlü, kuvvetli ve iri kıyımdı. Karşısında beni görünce üstten her tarafından
taşan bir mağrurlukla ve küçümseyen gözlerle kuşbakışı baktı.
“Söyle Emrik oğlan, ne
istiyorsun? Bozuk param yok. Dilenmeye geldiysen başka zaman geleceksin.” Adım
Emre olduğu halde bütün ailenin dilinde ben Emrik oğlandım.
“Yok. Ne dilenmesi ben…
ben sadece Hamza evdeyse gelsin birlikte çelik çomak oynayalım diye
soracaktım.” Sözümü kekelemelerle zar zor bitirmiştim ki, bin bir zahmet korku
içinde kurduğum iki kısa cümlecikten oluşan sözlerimi tekrar ağzıma soktu.
“Emrik oğlan git buradan.
Hamza üst katta, misafir odasında. Kendisini ziyarete gelen albay bir arkadaşı
ile beraberler, hiçbir yere gelemez. Hadi bas arabanı buradan. Onun sizlerle
geçirecek zamanı yok.” diyerek, avazı çıktığı kadar bağırdı. Küçük puanlı
fistanının cebinden çıkarttığı metal parayı ardımdan attı. Metal para yerde fır
döndü. Ben kırılan gururumun içime vermiş olduğu kavun acısını bastırmaya
çalışırken, az ileride duvar dibinde saklanıp bana bakan arkadaşlarım Hamit ve
Yusuf da bu halime kıkır kıkır gülüyorlardı. Süt dökmüş ve kuyruğunu
bacaklarının arasına saklama gereği duyan bir kedi olarak arkadaşlarımın yanına
döndüm. Elbette onlara da çok kızgındım. Küstüm ve o gün kimse ile oynamak
içimden gelmediğinden evimin yolunu tuttum.
Fakat aklıma takılan ve
albay olduğu söylenen adam acaba nasıl biriydi? Üniforması nasıldı?
Yakasında kaç tane altın yıldız vardı? Bu ve buna benzer sorulara cevap
bulamadan evime geldim. Yol boyu haset ağırlıklı merak ve vücudumda oluşan
çatır çatır çatlamalarla aheste aheste yürüdüm. Hamza’nın bu yaşta albay
arkadaşı vardı. Köyün silahlı külahlı tek bekçisi Hüso dahi, bırakın arkadaş
olmasını, gördüğü yerde “Hasssssiktir lan, ben koskocaman Uzun Kavaklı Köyü’nün
bekçisiyim, mavzerime yağlı kurşunumu sürmeyegöreyim astığımı asar, kestiğimi
keserim. Şu köyün bütün ahalisini cami minaresinin gölgesinde, ağzımdan çıkacak
tek kelime ile hizaya getiririm. Şanlı devletimizin bu koca köydeki yegane
temsilcisi benim. Emre oğlan senin ağzın daha süt kokuyor. Sen kim bana
arkadaş, dost ve yaren olmak kim. Sen önce üç tane misketine sahip çık. Haddini
bil.” diyen bakışlarla başka bir eziklik hissederdim.
O gün akşam yemeğine
kadar odama kapandım ve evimizin başka bir yerinde görünmedim. Olduğum yerde
uyumuşum. Rüyamda haki giyimli iki asker başlarında etine dolgun orta boylu
parlak üniformalı birilerinin yağdırdığı sert emir ve komutlar doğrultusunda
silahlarını bana yöneltmiş durumda, sertçe çıkışıp ellerimi başımın üzerine
koymamı ve kıpırdamamı söylüyorlardı. Korku ile titredim ve kendime geldiğimde
annemin elindeki süpürgenin sapı ile beni akşam yemeği için dürttüğünü, her an
askerler tarafından vurulabilirim korkusu ile aralamakta zorlandığım gözlerimin
önünde belirdiğini gördüm. Bütün korkum geçti. Büyük bir rahatlama ile kendime
geldim.
“Emre, çabuk gel akşam
yemeği hazır. Herkes seni bekliyor. Geç kalma.” deyince, ağzımdan yüksek sesle;
“Emredersiniz komutanım.”
Cümlesi bir çırpıda döküldü. Annem ne emri, ne komutanı sorularına kafasında
cevap aramaları ile oturma odasına yöneldi. Şaşkındı.
Çok geçmeden ben de ardı
sıra yürüdüm. Yer sofrasında büyükçe bir siniye dağ gibi yığılmış bulgur pilavı
ve üzerinde tereyağında mis gibi kızarmış olan bizim Höt Höt Horozun butları,
kanatları ve gövdesinin diğer bölümleri vardı. Evimizin tek horozu olur olmaz
her yerde ve zamanda annemin karşısında belirdiğinden, adını Höt Höt koymuştu.
Annemin ona karşı bir gıcıklığı da yok değildi. Allah rahmet eylesin, artık
tarihe karışan Höt Höt Horoz’un nar gibi kızarmış etinin ve bulgur pilavının
kokusu bir anda başımı döndürmeye yetti. İkisi kız ve ikisi de erkek
kardeşlerim, babam ve annemle mutlu bir aileydik. İncinen gururum tekrar yerine
gelmiş ve mideme kaşık kaşık inen tereyağlı bulgurun üzerine horoz budunun
parçacıkları düşüyordu.
Yemek nefisti. Evin
horozu olur olmaz zaman ve yerde höt orada, höt burada görünmüyordu artık.
Yemek sonrası sessizliği harman yerinden gelen yüksek sesli eşek kişnemeleri
bozdu. Serin sonbahar havasında kendini ıslatan kısa süreli bir yağmurun ardından hava esmerleşmeye başladı. Sonrasında evrenin bütün yıldızları gökyüzünü süslemek ve orada ipildemek için sökün etmeye başladılar. Tek pırpırına dahi rıza göstereceğimiz bir arkadaşımız
olmasa da hayat güzeldi. “Albaya hiç kimseden mektup yoktu.” Ama aynı albayın Mançurya İmparatorunun prensi Hamza ile görüşmesi devam ediyordu. Beni düşünceli
gören annemin güzelim öpücüğü pembeleşen yanağımdaydı. Doğrusu keyfim yerinde. Varsın mektubu olmayanlar düşünsündü.
Amsterdam, 22 Temmuz 2020