22 Temmuz 2020 Çarşamba

MEKTUP YOK







MEKTUP YOK

                                 “Kibirli bir insan olmaya en çok yaklaşanlar,
                                 kendilerinden en çok tiksinenlerdir.”
                               Spinoza
        
Öyle ki, dört yüz haneli koca köyde en iyi, en asil, en onurlu, en görgülü ve haysiyetli aile olarak, bir tek kendilerini görüyorlardı. Bütün “en”ler onlara mahsustu ve kimseler kendileri ile aşık atmaya yeltenemezdi. Baba, anne, beş kız ve altı erkekten oluşan, mağrurluk marazı ile kıvranan, hiçbir sağlık görevlisinin bulunmadığı küçük çaplı ama bağımsız bir tımarhaneyi aratmayan, dev aynaları duvarlarından hiç eksik olmayan, Uzun Kavaklı Köyü’nün meydanındaki büyük evlerinde, büyükçe bir aileydi. En diplerde başı boş seyreden hiçliğin dayanılmaz hafifliğine rağmen, baş döndüren, oldukça abartılı yaşanan böbürlenmeleri ve hoyratlıkları en üst çizgideydi. Günlük olarak koca bir duvarı kaplayan hayallerindeki bu dev aynasının karşısına geçiyor ve pek beğendikleri, bıngıldakları gelişmemiş mağara adamı görüntülerini süzüm süzüm süzüyorlardı. Bu konuda ileri gitmeyen tek kişi babaydı. Fakat, o da onların arasında kala kala şaşı olup gidişatlarını göremez halde, bindikleri alametin nereye gittiğinden artık bihaberdi.
Bu büyükçe köyde anne, kızlar ve de oğullar herkesi küçümser ve alaya alırlardı. Gözlerine ilişen her birey, cahil bir çoban cahilliğindeydi. Güdük bilinçleri ile dünyada bulunan onca bilim adamının, şair, yazar, sanatçı ve üretimleri ile ses getirenlerden bir veya iki insandan kazara haberdar olsalar ve adlarını bilselerdi, onlar da bu kof mağrurlukları üzerlerine kene misali yapışmış ailenin gözünde, seviye olarak çok daha aşağılarında, daha doğrusu yerlerde sürünüyor olacaklardı. Bu illet bir hastalıktı ve başka türlü de yapamıyorlardı.
Köydeki insanların küçümsenmeleri ile ilgili yüzlerce hikaye dillere dolanmış ve zamanla her ortamda espri olarak anlatılır olmuştu. Bu aşağılanmaların mağdurları da artık bu yolla bir yerde, “bakın beni de kâle aldılar” mahiyetinde olayı anlatır ve bundan baktı olmayacak kendisine bir parçacık övgü payı dahi çıkarır ve bununla adeta övünürlerdi.
Ailenin on iki yaşındaki oğlu yaşıtım Hamza ile ara sıra oyun oynamışlığımız vardı. Serin bir sonbahar günü amcamın oğlu Hamit ile bir araya gelmiştik. Uzun uzadıya derin bir tartışmadan sonra, yan komşumuz ve yine yaşıtımız olan Yusuf’un da bize katılımı ile çelik çomak oynamakta oy birliği ile karar kıldık. Yalnız bunun için en az bir kişinin daha olması gerekiyordu.
Uzunca düşünmelerin ardından, zoraki Hamza’nın da çağrılabileceği üçlü oybirliği ile kabul gördü. Bir tek Hamza’nın evine gidip kapı tıklatılarak oyuna davet edilmesi gibi zor bir işlemin yerine getirilmesi gerekiyordu. Bu işin riskli olduğu bilindiğinden, haneden birilerinin kapıyı açması ile birlikte bir böcek misali görüleceğimizi biliyorduk. İnsanın gururunu yerle yeksan eden, bu daveti üstlenmek için kura çektik ve ne yazık ki bu görev bana düşmüştü. Her şey göze alınıp görevin icra edilmesi gerekiyordu. Hamit ve Yusuf karşı evin duvar dibinde saklandılar. Sık sık ardına bakıp çekinceli bir halde Hamza’nın evine doğru yol alan beni merakla izlemeye koyuldular.
Tam donanımlı, görünmeyen cengaverlerden oluşan ordumla, olup bitecek olan her şeyi göz önüne almak durumunda kaldım. Hakkımda ne söylenecek veya ne denli aşağılanıp küçümsenecektim hiç umurumda değildi. Kapıyı usulca tıklattım. Hamza’nın ablası Hamide kapıyı pür telaş açtı. Hamide katana gibi güçlü, kuvvetli ve iri kıyımdı. Karşısında beni görünce üstten her tarafından taşan bir mağrurlukla ve küçümseyen gözlerle kuşbakışı baktı.
“Söyle Emrik oğlan, ne istiyorsun? Bozuk param yok. Dilenmeye geldiysen başka zaman geleceksin.” Adım Emre olduğu halde bütün ailenin dilinde ben Emrik oğlandım.
“Yok. Ne dilenmesi ben… ben sadece Hamza evdeyse gelsin birlikte çelik çomak oynayalım diye soracaktım.” Sözümü kekelemelerle zar zor bitirmiştim ki, bin bir zahmet korku içinde kurduğum iki kısa cümlecikten oluşan sözlerimi tekrar ağzıma soktu.
“Emrik oğlan git buradan. Hamza üst katta, misafir odasında. Kendisini ziyarete gelen albay bir arkadaşı ile beraberler, hiçbir yere gelemez. Hadi bas arabanı buradan. Onun sizlerle geçirecek zamanı yok.” diyerek, avazı çıktığı kadar bağırdı. Küçük puanlı fistanının cebinden çıkarttığı metal parayı ardımdan attı. Metal para yerde fır döndü. Ben kırılan gururumun içime vermiş olduğu kavun acısını bastırmaya çalışırken, az ileride duvar dibinde saklanıp bana bakan arkadaşlarım Hamit ve Yusuf da bu halime kıkır kıkır gülüyorlardı. Süt dökmüş ve kuyruğunu bacaklarının arasına saklama gereği duyan bir kedi olarak arkadaşlarımın yanına döndüm. Elbette onlara da çok kızgındım. Küstüm ve o gün kimse ile oynamak içimden gelmediğinden evimin yolunu tuttum.
Fakat aklıma takılan ve albay olduğu söylenen adam acaba nasıl biriydi? Üniforması nasıldı? Yakasında kaç tane altın yıldız vardı? Bu ve buna benzer sorulara cevap bulamadan evime geldim. Yol boyu haset ağırlıklı merak ve vücudumda oluşan çatır çatır çatlamalarla aheste aheste yürüdüm. Hamza’nın bu yaşta albay arkadaşı vardı. Köyün silahlı külahlı tek bekçisi Hüso dahi, bırakın arkadaş olmasını, gördüğü yerde “Hasssssiktir lan, ben koskocaman Uzun Kavaklı Köyü’nün bekçisiyim, mavzerime yağlı kurşunumu sürmeyegöreyim astığımı asar, kestiğimi keserim. Şu köyün bütün ahalisini cami minaresinin gölgesinde, ağzımdan çıkacak tek kelime ile hizaya getiririm. Şanlı devletimizin bu koca köydeki yegane temsilcisi benim. Emre oğlan senin ağzın daha süt kokuyor. Sen kim bana arkadaş, dost ve yaren olmak kim. Sen önce üç tane misketine sahip çık. Haddini bil.” diyen bakışlarla başka bir eziklik hissederdim.
O gün akşam yemeğine kadar odama kapandım ve evimizin başka bir yerinde görünmedim. Olduğum yerde uyumuşum. Rüyamda haki giyimli iki asker başlarında etine dolgun orta boylu parlak üniformalı birilerinin yağdırdığı sert emir ve komutlar doğrultusunda silahlarını bana yöneltmiş durumda, sertçe çıkışıp ellerimi başımın üzerine koymamı ve kıpırdamamı söylüyorlardı. Korku ile titredim ve kendime geldiğimde annemin elindeki süpürgenin sapı ile beni akşam yemeği için dürttüğünü, her an askerler tarafından vurulabilirim korkusu ile aralamakta zorlandığım gözlerimin önünde belirdiğini gördüm. Bütün korkum geçti. Büyük bir rahatlama ile kendime geldim.
“Emre, çabuk gel akşam yemeği hazır. Herkes seni bekliyor. Geç kalma.” deyince, ağzımdan yüksek sesle;
“Emredersiniz komutanım.” Cümlesi bir çırpıda döküldü. Annem ne emri, ne komutanı sorularına kafasında cevap aramaları ile oturma odasına yöneldi. Şaşkındı.
Çok geçmeden ben de ardı sıra yürüdüm. Yer sofrasında büyükçe bir siniye dağ gibi yığılmış bulgur pilavı ve üzerinde tereyağında mis gibi kızarmış olan bizim Höt Höt Horozun butları, kanatları ve gövdesinin diğer bölümleri vardı. Evimizin tek horozu olur olmaz her yerde ve zamanda annemin karşısında belirdiğinden, adını Höt Höt koymuştu. Annemin ona karşı bir gıcıklığı da yok değildi. Allah rahmet eylesin, artık tarihe karışan Höt Höt Horoz’un nar gibi kızarmış etinin ve bulgur pilavının kokusu bir anda başımı döndürmeye  yetti. İkisi kız ve ikisi de erkek kardeşlerim, babam ve annemle mutlu bir aileydik. İncinen gururum tekrar yerine gelmiş ve mideme kaşık kaşık inen tereyağlı bulgurun üzerine horoz budunun parçacıkları düşüyordu.
Yemek nefisti. Evin horozu olur olmaz zaman ve yerde höt orada, höt burada görünmüyordu artık. Yemek sonrası sessizliği harman yerinden gelen yüksek sesli eşek kişnemeleri bozdu. Serin sonbahar havasında kendini ıslatan kısa süreli bir yağmurun ardından hava esmerleşmeye başladı. Sonrasında evrenin bütün yıldızları gökyüzünü süslemek ve orada ipildemek için sökün etmeye başladılar. Tek pırpırına dahi rıza göstereceğimiz bir arkadaşımız olmasa da hayat güzeldi. “Albaya hiç kimseden mektup yoktu.” Ama aynı albayın Mançurya İmparatorunun prensi Hamza ile görüşmesi devam ediyordu. Beni düşünceli gören annemin güzelim öpücüğü pembeleşen yanağımdaydı. Doğrusu keyfim yerinde. Varsın mektubu olmayanlar düşünsündü.  

Amsterdam, 22 Temmuz 2020


1 Temmuz 2020 Çarşamba

ÇIKRIKÇILAR YOKUŞU





ÇIKRIKÇILAR YOKUŞU

Çıkrıkçılar yokuşunu çıkmak hayli zordur. Adı üstünde yokuş. Diğer taraftan inmesi de bir o kadar kolaydır. Beş asırlık geçmişi ile bir zamanlar Ankara’nın tiftik keçilerinden edinilen yünlerin, dizili sıra sıra dükkanlarda yer alan çıkrıklarla eğrilip kıymetli kumaşlara dönüştürüldüğü, meşhur yokuştur burası.
Yılın temmuz ve ağustos aylarında, o bunaltıcı sıcaklarda, aynı zamanda yeri gelmişken bir taraftan da “ Hani şarkılar bizi henüz bu kadar incitmezken, Eskidendi, eskidendi, çok eskiden…” Sezen Aksu şarkısını da hafiften mırıldanabileceğiniz, bir zamanlar eskiden, çok eskiden Yahudi esnafının bol olduğu bu dik çarşı yokuşunu tırmananlar, kan ter içinde kalınacağını da iyi bilirler. Uflamayı puflamayı ve sırılsıklam terlemeyi göze almalısınız. Bu çıkışın başkaca da uçarı kaçarı yok. Yokuşu tırmanan öyle veya böyle vıcık vıcık terleyecek.
Hayli zahmetli dik yokuşu çıkma uğraşınıza karşılık ödülünüz hemen hemen aradığınız her şeyi, şansınız yaver gider ve bir de pazarlık yapmakta da ustalığınız varsa, diğer yerlerden nispeten daha ucuza alıp kârlı çıkabilirsiniz. O zaman bin bir zahmetle çıktığınız yokuşu adeta koşar adım inmeniz işten bile değildir. Yaptığınız alış verişin kazancının da takmış olduğu görünmez kanatlarla Ulus Meydanına kadar bir çırpıda uçabilirsiniz. Tabii sözünü ettiğimiz bu güzellikler sadece yoksullar için geçerlidir. Varsıllar karizmalarına gelecek olan minik de olsa bir çizikten dolayı, bu diyarlara ne uğrarlar ne de adımlarını atarlar. Maazallah, ola ki; kendileri gibi varsıl birileri kazara onları bu “paryaların” arasında görebilir korkusunu bu zatlar her daim yüreklerinde taşırlar. Bu büyük riski göze almak, o nedenle her varsılın harcı değildir.
Burada ülkenin her köşesinden insanları bulmak mümkün. Hakkari’den Kürt Hamido, Kırşehirli Zurnacı Bulduğ'dan tutun da Edirne’deki klarnetçi Roman Hamdi’ye kadar her kesimden insan sözbirliği etmişçesine ve her birey kendince sebeplerle hep beraber, bu dar çarşı sokağını tıka basa doldururlar.
On yıldır, artık İstanbul’da ikamet eden ve kendi halinde bir devlet memuru olarak hayatını idame etmeye çalışan Okan Bey yıllar yıllar sonrasında nostalji babında, çocukluğunda babası ile birlikte yolunun çok düştüğü Çıkrıkçılar Yokuşu’nu Ankara’ya gelmişken, bir kez daha görmek istedi. Anıları tazelenecekti.
Birkaç dallı tek bir ağacın salınmalarla boy göstermediği bu dar çarşı sokağı, onun çocukluğundaki havayı ve tarihi dokuyu kısmen de olsa yansıtmasına rağmen, eski otantik dükkanların yerini yüksek yüksek binalar almış, bilinen o küçük esnaf dükkanları devasa büyüklükte beyaz eşya veya büyük giyim mağazalarına dönüşmüştü. Yokuşta eskiden de var olagelen hengame, curcuna ve çeşitlilik aynıydı. Bu yönden değişen fazla bir şey yoktu. Sokak yine hınca hınç dolu. Hani şaka mahiyetinde, Tanrı gökten bir iğne atsa yere düşeceği şüpheliydi. Sizi dükkanlarından içeri alıp bir şeyler satıp patronlarının gözüne girmek isteyen tezgahtarlar, parlatılan vitrin camları, bağırtı, karmaşa ve gırla bir koşuşturmaca eskisi gibi aynen devam edegeliyordu.
Kaynana ve kayınbabalarının peşlerinde evlilik arifesindeki nişanlılar, daha ucuza nereden çeyiz alabiliriz telaşı ile koşuşturma içindeler. Gelinlerin kafalarındaki hinlik yüzlerinden okunuyor. Tek düşünceleri kayınbaba ve kaynana denilen domuzlardan ne kadar koparabilirim ve nasıl kâra geçe bilirimdi. Tek dertleri şimdilik bu olsa gerek. Tabii bir de kaçamaklarla nişanlısının eline dokunmak gibi bir arzuları da yok değil.
Yokuşun hemen başında gölgelik bir yerde hepsi de kendisinin Neşet Ertaş’ın yeğeni olduğunu iddia eden davulcu ve zurnacı Abdallar, evlenecek çiftlerin düğünlerini şenlendirmek için dört gözle müşterilerinin yolunu gözlerler. Davulcular, davul tokmaklarını kemerlerine takarlar. Zurnacılar ise erik ağacından yapılan zurnalarını genellikle ellerinde tutmayı tercih ederler.  Zurna kamışının kurumaması ve icraatları esnasında olur olmaz yerde “zırt” etmemesi için belli aralıklarla ıslatmak için kalın dudaklarının arasına götürmeleri gerekmektedir. Her biri kartvizitli ve aynı zamanda cep telefonları ile kendilerine işadamı havasını vermek için çaba gösterirler. Vaktiniz olur da kendilerine uğrak verirseniz, hiç yadırgamazlar. Aralarına sımsıcak bir karşılama ile hemencecik buyur ederler. Yaktıkları sigaralarından ikram ederler. Uzattıkları sigarayı benzinli muhtar çakmakları ile büyük bir saygı ve el çabukluğu ile yakarlar. Genzinizi yakan tütün dumanı o an hükmeden bunaltıcı havayı ve henüz tırmanmadığınız yokuşun zorluğunu size tez elden unutturur. Biryantinli, kömür karası bıyıklı Zurnacı Bulduğ emirlerinize her daim amade olduğunu usulca fısıldarken kartvizitini de titrek ellerle uzatır.
“Ağam hoş gelmişsiniz. Sefalar getirmişsiniz. Size bir ikramda bulunamadık. Kusura kalmayasınız. Gadanızı alırım. Gözünüze köle olurum. Halimiz bu. Duvar dibinde gölgede dikelip ekmek paramızın yolunu gözlüyoruz. Buyur ağam, bu da benim ve davul ustamız Muharrem’in kartı. Kırşehrimizin en iyi çalgıcıları alimallah biziz. Bir emriniz olursa ararsınız.”
Okan Bey eşi Suna Hanımla ihtiyaçları olan pamuklu iç çamaşırlarının en iyisini burada bulabileceklerine kanaat getirip, ağustos sıcağında yokuşu beraberlerinde çok sevdikleri arkadaşı Papatya Hanımla tırmanmaya başladılar.
Arkadaşları Papatya Hanımın tavsiyesi ile yokuşun orta bir yerinde büyük bir mağazaya girdiler. Klimalarla mağazayı müşterilerini rahat alış veriş yapmaları için serinletmeye çalışıyorlardı. Mağazada esen serin hava bir anda rahat bir nefes aldırıp iyi geldi. Kısa sürede kendilerini toparladılar. Yüzü allı güllü bir turbanla kapalı olan ve kafasının arkasında oluşturduğu garip topuzunu dik tutup, rimelli uzun kirpiklerini kırpıştıra kırpıştıra tezgahtar bir bayan yanlarına koşturdu. Yardımcı olmak üzere Okan Beyi, eşi Suna ve Papatya hanımı peşine taktı. Bir üst katta bulunan iç çamaşırı reyonuna getirdi. Hizmetinde kusur yoktu. Müşterilerine biraz daha serinlemeleri için kağıt bardaklarda su verdi.
“Hoş geldiniz. Size nasıl yardımcı olabilirim?” Soru üzerine Okan Bey yarım adım öne çıkarak söze girdi.
“Benim ve eşim için pamuklu iç çamaşırlarınızdan almak istiyoruz. Çeşitlerinizi görebilir miyiz? İyi ve kaliteli olanlardan olsun, lütfen.”
Tezgahtar bayan allı ve hem de güllü turbanı ile sıkı sıkıya kapadığı yoğun makyajlı yüzünü ardında bulunduğu tezgahtan kaldırıp Okan Bey ve Suna Hanıma beden ölçülerini anlayabilmek için baktı ve anında kararını verdi. Tezgahının üzerine bir tarafa kadın ve bir tarafa da erkek iç çamaşırlarını göstermek üzere yığdı.
Suna Hanım ve Okan Bey de beğendikleri beşer adet iç çamaşırını, satın almak üzere bir tarafa ayırdılar. Bu sırada tezgahtar bayan elinde şık kutular içinde bulunan dört adet markalı pijamayı da tezgaha koydu. Tek tek açtığı kutulardaki pijamaların reklamını yapmaya çalıştı.
“Böyle, tamamen yüzde yüz pamuk olan bu pijamalardan da almak ister misiniz? Çok kaliteli, yazın terletmiyorlar ve kışın da üşütmüyorlar. Arzu ederseniz bu kaliteli ürünleri de kaçırmayın derim. Düşünürseniz size biraz indirim de yaparım.” Okan Bey tezgahın üzerinde sergilenen renk renk pijamalara yan gözlerle bakıp, istemiyorum anlamında kafasına salladı.
“Dediğim gibi efendim pijamalarımız çok kaliteli ve fiyatları da oldukça uygun ve size söz verdiğim için bu rakamdan da biraz daha düşeceğim. Yeter ki siz evet deyin.”
“Hayır. Şu an pijamaya ihtiyacım yok. Teşekkür ederim, ama kalsınlar.” Tezgahtar bayan göz hapsindeki badem bıyıklı patronunun bakışları altında birbirlerine kenetlenecekmiş gibi bir korku veren kirpiklerini tekrar kırpıştırdı ve ısrarında direndi. Her ihtimalde bu pijamayı da satmalıydı. Pes etmek yoktu.
“Efendim bir kez daha söylüyorum ama bunu kaçırmayın derim. Size de çok yakışacak. İsterseniz üzerinize şöyle bir tutun eşiniz de görsün.” Okan Beye bir anda edilen ısrardan gına gelmişti. Bir tarftan da tezgahtar bayana da kaba davranmak istemiyordu. 
“Hanımefendi dedim ya ihtiyacım yok. Ben pijama ile yatmayı sevmiyorum. Ben hem kış ve hem de yaz fark etmiyor, çıplak yatmayı yeğliyorum. Çıplak yatmayı seviyorum. Eğer sizce de bir mahsuru yoksa tabi!” Tezgahtar bayan neye uğradığını şaşırdı. Yüzündeki pudraların altından kızardı. Çıkardığı bütün pijamaları bir çırpıda topladı. Gözlerini yere iyice indirdi.
“Tercih sizin tabii efendim. Nasıl isterseniz öyle yatarsınız. O zaman kalsın bunlar.” diyebildi. Çıkrıkçılar yokuşuna tırmananlar terliyor, inenler ise uçuyorlardı. Hava sıcak ve daha da sıcak olacağı söyleniyordu.  Bulduk ve Muharrem ustalar pazarlıkta anlaştıkları bir düğün sahibinin peşine takıldılar. Tanrı gökten iğne atmaya gerek görmedi.

Amsterdam, 2 Temmuz 2020

CHARLOTTE CAFE Annem, bildim bileli hasta, ömrü böyle geçti diyebilirim. Lakin bu kez hayli ilerlemiş olan yaşı ile artık uzatmaları oynuyo...