KEL BAYRAM’IN
KIRILGANLIĞI
“Adım Sonbahar
nasıl iş bu
her yanına çiçek yağmış
erik ağacının
ışık içinde yüzüyor
neresinden baksan
gözlerin kamaşır
oysa ben akşam olmuşum
yapraklarım dökülüyor
usul usul
adım sonbahar”
Attila İlhan
Yaseminlerin bahçeleri bağları
basmasının ve yaz sonrası solup gitmelerinin ardından, sonbahar kendisine özgü şölen halindeki
gösterişi ile koşar adım Ankara’ya gelmeye görsün bütün şehri bir telaş kaplardı. Sokaklarına tahsis edilen soluk mavi elbiseli çöpçüler bir ellerinde uzun saplı süpürgeleri, diğer ellerinde büyükçe bir tenekeden kestikleri ve paslı çivilerle
kalınca bir sopaya sabitledikleri kürekleri ile aheste aheste bütün gün dört bir yanı süpürür,
o günün mesaisini aceleci olmayan bir didişimle doldururlardı.
Güzelim sonbaharda; bulutları ileri geri savuran rüzgar yapraklardan da çekilmek nedir bilmediğinden, daha yolun sonuna varmadan, her defasında ağaçlardan gözleri kamaştıran bir dans eşliğinde yerlere düşen bin bir renkli yapraklar, sokakları ve kaldırımları hiç süpürülmemiş gibi yeniden mevsimin tipik kızıl sarısına boyarlardı. Bilinen rock şarkısında söylense de insanın
dilinin aslında telaffuz etmeye pek de varmadığı, gaddarca kör olmaları istenen çöpçüler; aşkları da
süpürürler miydi orası başka bir bilinmezdi. Kör olmasınlar. Yazıktır günahtır.
Candır.
Aşkları süpürmekle itham
edilen çöpçülerden biri de Sungurlu’dan gelip bir akrabası aracılığı ile Ankara
Belediyesinde işe başlayan Kel Bayramdı. Başkentte umduğunu bulmuş, işini
yoluna koymuş ve Mevla’sı da en nihayetinde onu görüp “Yürü ya kulum Kel Bayram.”
demişti. Tanrının bu gününe şükürler olsundu. Çok emek vermiş olsa da sonunda paçayı kurtarmıştı.
Üç yıl bıkıp usanmadan kan
ter içinde kala kala Ankara sokaklarını baştan aşağı sararan yapraklardan, kafasına patır patır düşen dikenli at kestanelerinden ve
diğer atıklardan arındıran Kel Bayram’ın da artık evlenme zamanı gelmişti. Yine
hem son hem de bahar olan bir sonbahar günü, kızarıp tunçlaşan yaprakları Ankara
sokaklarında yüzüstü bıraktı. Yıllık iznini alır almaz soluğu Sungurlu’ya bağlı
Beşkız Köyü’nde aldı. Köyünün adı Beşkız olsa da beşten çok daha fazla kız
vardı ve onun evleneceği en güzeliydi.
Aslında denildiği gibi kel falan
değildi. Çocukluğunda boynunun üst bölgesinde çıkan bir yaradan sonra saçlarının küçük bir
yuvarlak halinde dökülmesinin ardından adı Kel Bayram’a çıktı. Öylece de kaldı. Oysa boylu boslu,
çakır gözleri ve sündürülmüş yay misali gece karanlığını andıran ve kel yerini
de iyice kapatan saçlarıyla, Beşkız Köyü’nün en yakışıklı delikanlısıydı.
Çocukluğundan beri aşık
olduğu, uğruna yanıp tutuştuğu Yeter’i ile dünya evine girdi. Gözünün ondan başkasını gördüğü
yoktu. Birbirlerine söz vermişlerdi ve sevdiği de kavlinde durmuş, bütün sadakati
ile onu beklemişti. Onun rahat etmesi için bir müddet çalışıp kıyıda köşede
biraz paraları olmalıydı. Her ikisi de sabretti ve sonunda muratlarına erdiler.
Sevdiği rahat etsin diye Beşkız Köyü’nü ardında bırakmıştı. Yaban elde tutunmak
için canını dişine taktı. Yeter’inin gözlerinin, hiçbir zaman gözlerinin önünde yitip gitmemesi en büyük tesellisi oldu. Sevdiğinin gözlerinin mavilikleri belerttiği çakır gözlerinin önünde belirmeye görsün, her
şeyi o an unutuveriyordu. Onların sevdası bir başkaydı!
Büyük bir heyecanla annesi
ve babasını da yanına alıp Yeter’i istemeye gittiklerinde “kız evi naz evi”
olmadı. Yeter’in anne ve babasının ağzından aynı anda ve coşkuyla;
“Verdik gitti.” Sözleri bir
çırpıda çıktı. Ne de olsa damat adayı devlete sırtını dayamış ve geleceği alabildiğine
parlak olduğundan, biricik Yeter’leri de rahat edecek, bir eli yağda bir eli de
balda olacaktı. Başkente konaklara gelin gidecekti. Evinin hanımı olacaktı.
Hayatı bekletmeye
gelmezdi. Hemen nişan ve düğünü aynı anda yaptılar. Zaten peygamber sabrı ile
yeterince beklemişlerdi. O nedenle Sungurlulu Kel Bayram tez elden şenlikli
büyük bir düğün eyledi. Keskinli zurnacı Cezo ve davulcu Bulduk Kel Bayram’ın
cüzdanının ucunu göstermesi ile hepten coştular. Onlarca metre uzunluğunda
halaylar çekildi. Kurbanlar kesildi. Hatırlı misafirler ağırlandı. Beşkız ve
çevre köyleri dillere destan bir düğün gördüler.
Dünyanın bütün ressamları
bir araya gelip sonbaharın rüzgarını boyama çalıştılar ama üstesinden
gelemediler. Boyalarının rengi yetmedi. Şairler mevsimin kulaklardaki uğultulu esintisini dile getirme
uğraşısı içine girdilerse de kelimeleri buna kifayetsiz kaldı. Yazarların dağarcıklarındaki
kelimeleri suyunu çekti. Kan kızılına çalan meşe ağaçlarının yapraklarını bütün
uğraşılarına karşın betimleyemediler. Kolları yanlarına sarktı. Kalemleri
ellerinden düştü, uzaklarda yuvarlana yuvarlana gözlerden kayboldular.
Ama Beşkız Köyünden Kel
Bayram sonbaharı bir hazan mevsimi olmaktan sihirli elleri ve keskin zekası ile
çıkardı. Sevdasının mevsimi yaptı. Mutluluğa sağlam adımlar attığı mesut bir zaman
dilimi kıldı. Mus mutlu oldu. Yüreğinde her daim var olan kuşkonmaz
kırılganlığını söküp attı. Kel Bayram’mış. Varsın olsun, söylenip dursun
boşboğazlar. O artık devlet kapısında başında kasketi ve soluk da olsa mavi
elbisesi ile bir görevliydi. Üstelik de anlının akı ile uzun
sonbahar gecelerinde güzeller güzeli Yeter’inin koynundaki kocası,
deliler gibi sevdiği sevdiğinin eriydi.
Ayrılık vakti geldi çattı.
Turna kuşları uçmayı öğrettikleri yavruları ile sıcak ülkelere, Nil nehri kıyılarına doğru kafileler
halinde kanat çırptılar. Köylüler tarlalara tohumlarını attılar. Bu konu da o
da gereğini yaptığına inanıyordu. Yeter’i de ona bir çocuk verecekti. Bundan emindi.
Mavi semalarda turnalar
ve Sungurlu yolunda Ankara’ya doğru Kel Bayram aynı anda ilerlediler. Hayat
bekletilmeye gelmediği gibi Ankara sokaklarını kaplayan yapraklar da bekletilemiyor,
Kel Bayram olmadan süpürülmüyordu. Süpürülse de kimseler bu maharet isteyen işi onun gibi yapamazdı. O
allı, sarılı, morlu yapraklar ancak onun küreğine sığardı. Sokakları en iyi o
paklardı. Devlet bu işle onu yetkili kılmıştı.
Aylar geçti. Yaseminlerin
Ankara’nın bahçeleri ve bağlarını yeniden sarması ve baş döndüren kokularını dört
bir yana salması ile birlikte, turnalar yeniden kafileler halinde Beşkız Köyü diyarlarına
sökün edecekler. Kel Bayram da karnında bebeği ile Yeter’ini kaptığı gibi alıp memleketinin
başkenti Ankara’ya getirecekti. Karısını Gençlik Parkında sandala bindirecek, mutluluklarına
doğru kürekleri pazılarını şişirmelerle o çekecekti. Sevdiğinin maviş
gözlerinin içinde kaybolacak, elini şefkatle onun karnına koyacak ve bebeğinin
attığı tekme ile elindeki çayı dökecekti. Bindiği Sungurlu minibüsünde bunları düşledi. Kendi kendisine gülü gülüverdi.
Oğlan olursa babasının
adını, kız olursa annesinin adını koyacak. Oğlanın adı Cemşid, kızın adı ise
Dudu olacak. Dudu annesi gibi deniz gözlü, oğlu da kendisi gibi kıvır kıvır
saçlı olsundu.
Karısının yokluğunda
devletin sokaklarını süpürürken aklına her ne zaman o gelse, onun deniz
mavisi gözleri gözlerinin önünde belirse, yüreğinde kanatlanan sevdasının etkisi altında kalıyor ve bütün neşesi ile yöresinin bir türküsünü söylemeden
kendisini alıkoyamıyordu.
“Çorum ile Sungurlu'nun
arası, arası
Yaktı beni kaşlarının karası aman aman
Sende hançer bende gönül
yarası, yarası
Ölürüm de vermem seni ellere aman aman
İnsafsız seni seni
Öldürdün beni beni
Alırım doymam heri.”
Sokakta kimseler görünürde yoksa, süpürgesini ve
küreğini usulca
yere koyup tüttürdüğü
türkü ile birlikte ellerini havaya kaldırıp parmaklarını şaplatarak aşağı
yukarı gidip gelip oynuyor, yüzüne kocaman bir gülümseme yerleşiyordu.
Ankara
sokaklarını kızıl sarısı sonbahar yapraklarından her defasında arındırmasının ardından, koştura koştura mutluluğuna doğru soluk soluğa yol alıyordu. Zaman günler ve
aylar halinde akıp gitti. Hayat devlet kapısında oldukça mühim bir görevde olan
Kel Bayram’a güzeldi. Felek çelme takmadı. Ona kıyamadı. Belki de sevdasına hürmet gösterdi. Yeter’inin de bir eli
yağda, bir eli baldaydı.
Turnalar yeniden Beşkız
Köyüne dönmüşler. Yeter de kocasının süpürdüğü Ankara sokaklarında kucağında
kızı Dudu ile büyük bir gururla yürüyordu. Sonbahara daha aylar vardı. Yaz mevsimi
tepesinde yakan güneşle bir hayli sıcaktı. Sonbahar yeniden gelsin ve dünya püfür püfür essindi.
Amsterdam, 23 Ekim 2020