23 Ekim 2020 Cuma

KEL BAYRAM’IN KIRILGANLIĞI




KEL BAYRAM’IN KIRILGANLIĞI

 

 

Adım Sonbahar

nasıl iş bu
her yanına çiçek yağmış
erik ağacının
ışık içinde yüzüyor
neresinden baksan
gözlerin kamaşır

oysa ben akşam olmuşum
yapraklarım dökülüyor
usul usul
adım sonbahar”

                                        Attila İlhan

Yaseminlerin bahçeleri bağları basmasının ve yaz sonrası solup gitmelerinin ardından, sonbahar kendisine özgü şölen halindeki gösterişi ile koşar adım Ankara’ya gelmeye görsün bütün şehri bir telaş kaplardı. Sokaklarına tahsis edilen soluk mavi elbiseli çöpçüler bir ellerinde uzun saplı süpürgeleri, diğer ellerinde büyükçe bir tenekeden kestikleri ve paslı çivilerle kalınca bir sopaya sabitledikleri kürekleri ile aheste aheste bütün gün dört bir yanı süpürür, o günün mesaisini aceleci olmayan bir didişimle doldururlardı.

Güzelim sonbaharda; bulutları ileri geri savuran rüzgar yapraklardan da çekilmek nedir bilmediğinden, daha yolun sonuna varmadan, her defasında ağaçlardan gözleri kamaştıran bir dans eşliğinde yerlere düşen bin bir renkli yapraklar, sokakları ve kaldırımları hiç süpürülmemiş gibi yeniden mevsimin tipik kızıl sarısına boyarlardı. Bilinen rock şarkısında söylense de insanın dilinin aslında telaffuz etmeye pek de varmadığı, gaddarca kör olmaları istenen çöpçüler; aşkları da süpürürler miydi orası başka bir bilinmezdi. Kör olmasınlar. Yazıktır günahtır. Candır.

Aşkları süpürmekle itham edilen çöpçülerden biri de Sungurlu’dan gelip bir akrabası aracılığı ile Ankara Belediyesinde işe başlayan Kel Bayramdı. Başkentte umduğunu bulmuş, işini yoluna koymuş ve Mevla’sı da en nihayetinde onu görüp “Yürü ya kulum Kel Bayram.” demişti. Tanrının bu gününe şükürler olsundu. Çok emek vermiş olsa da sonunda paçayı kurtarmıştı.

Üç yıl bıkıp usanmadan kan ter içinde kala kala Ankara sokaklarını baştan aşağı sararan yapraklardan, kafasına patır patır düşen dikenli at kestanelerinden ve diğer atıklardan arındıran Kel Bayram’ın da artık evlenme zamanı gelmişti. Yine hem son hem de bahar olan bir sonbahar günü, kızarıp tunçlaşan yaprakları Ankara sokaklarında yüzüstü bıraktı. Yıllık iznini alır almaz soluğu Sungurlu’ya bağlı Beşkız Köyü’nde aldı. Köyünün adı Beşkız olsa da beşten çok daha fazla kız vardı ve onun evleneceği en güzeliydi.

Aslında denildiği gibi kel falan değildi. Çocukluğunda boynunun üst bölgesinde çıkan bir yaradan sonra saçlarının küçük bir yuvarlak halinde dökülmesinin ardından adı Kel Bayram’a çıktı. Öylece de kaldı. Oysa boylu boslu, çakır gözleri ve sündürülmüş yay misali gece karanlığını andıran ve kel yerini de iyice kapatan saçlarıyla, Beşkız Köyü’nün en yakışıklı delikanlısıydı.

Çocukluğundan beri aşık olduğu, uğruna yanıp tutuştuğu Yeter’i ile dünya evine girdi. Gözünün ondan başkasını gördüğü yoktu. Birbirlerine söz vermişlerdi ve sevdiği de kavlinde durmuş, bütün sadakati ile onu beklemişti. Onun rahat etmesi için bir müddet çalışıp kıyıda köşede biraz paraları olmalıydı. Her ikisi de sabretti ve sonunda muratlarına erdiler. Sevdiği rahat etsin diye Beşkız Köyü’nü ardında bırakmıştı. Yaban elde tutunmak için canını dişine taktı. Yeter’inin gözlerinin, hiçbir zaman gözlerinin önünde yitip gitmemesi en büyük tesellisi oldu. Sevdiğinin gözlerinin mavilikleri belerttiği çakır gözlerinin önünde belirmeye görsün, her şeyi o an unutuveriyordu. Onların sevdası bir başkaydı!

Büyük bir heyecanla annesi ve babasını da yanına alıp Yeter’i istemeye gittiklerinde “kız evi naz evi” olmadı. Yeter’in anne ve babasının ağzından aynı anda ve coşkuyla;

“Verdik gitti.” Sözleri bir çırpıda çıktı. Ne de olsa damat adayı devlete sırtını dayamış ve geleceği alabildiğine parlak olduğundan, biricik Yeter’leri de rahat edecek, bir eli yağda bir eli de balda olacaktı. Başkente konaklara gelin gidecekti. Evinin hanımı olacaktı.

Hayatı bekletmeye gelmezdi. Hemen nişan ve düğünü aynı anda yaptılar. Zaten peygamber sabrı ile yeterince beklemişlerdi. O nedenle Sungurlulu Kel Bayram tez elden şenlikli büyük bir düğün eyledi. Keskinli zurnacı Cezo ve davulcu Bulduk Kel Bayram’ın cüzdanının ucunu göstermesi ile hepten coştular. Onlarca metre uzunluğunda halaylar çekildi. Kurbanlar kesildi. Hatırlı misafirler ağırlandı. Beşkız ve çevre köyleri dillere destan bir düğün gördüler.

Dünyanın bütün ressamları bir araya gelip sonbaharın rüzgarını boyama çalıştılar ama üstesinden gelemediler. Boyalarının rengi yetmedi. Şairler mevsimin kulaklardaki uğultulu esintisini dile getirme uğraşısı içine girdilerse de kelimeleri buna kifayetsiz kaldı. Yazarların dağarcıklarındaki kelimeleri suyunu çekti. Kan kızılına çalan meşe ağaçlarının yapraklarını bütün uğraşılarına karşın betimleyemediler. Kolları yanlarına sarktı. Kalemleri ellerinden düştü, uzaklarda yuvarlana yuvarlana gözlerden kayboldular.

Ama Beşkız Köyünden Kel Bayram sonbaharı bir hazan mevsimi olmaktan sihirli elleri ve keskin zekası ile çıkardı. Sevdasının mevsimi yaptı. Mutluluğa sağlam adımlar attığı mesut bir zaman dilimi kıldı. Mus mutlu oldu. Yüreğinde her daim var olan kuşkonmaz kırılganlığını söküp attı. Kel Bayram’mış. Varsın olsun, söylenip dursun boşboğazlar. O artık devlet kapısında başında kasketi ve soluk da olsa mavi elbisesi ile bir görevliydi. Üstelik de anlının akı ile uzun sonbahar gecelerinde güzeller güzeli Yeter’inin koynundaki kocası, deliler gibi sevdiği sevdiğinin eriydi.

Ayrılık vakti geldi çattı. Turna kuşları uçmayı öğrettikleri yavruları ile sıcak ülkelere, Nil nehri kıyılarına doğru kafileler halinde kanat çırptılar. Köylüler tarlalara tohumlarını attılar. Bu konu da o da gereğini yaptığına inanıyordu. Yeter’i de ona bir çocuk verecekti. Bundan emindi.

Mavi semalarda turnalar ve Sungurlu yolunda Ankara’ya doğru Kel Bayram aynı anda ilerlediler. Hayat bekletilmeye gelmediği gibi Ankara sokaklarını kaplayan yapraklar da bekletilemiyor, Kel Bayram olmadan süpürülmüyordu. Süpürülse de kimseler bu maharet isteyen işi onun gibi yapamazdı. O allı, sarılı, morlu yapraklar ancak onun küreğine sığardı. Sokakları en iyi o paklardı. Devlet bu işle onu yetkili kılmıştı.

Aylar geçti. Yaseminlerin Ankara’nın bahçeleri ve bağlarını yeniden sarması ve baş döndüren kokularını dört bir yana salması ile birlikte, turnalar yeniden kafileler halinde Beşkız Köyü diyarlarına sökün edecekler. Kel Bayram da karnında bebeği ile Yeter’ini kaptığı gibi alıp memleketinin başkenti Ankara’ya getirecekti. Karısını Gençlik Parkında sandala bindirecek, mutluluklarına doğru kürekleri pazılarını şişirmelerle o çekecekti. Sevdiğinin maviş gözlerinin içinde kaybolacak, elini şefkatle onun karnına koyacak ve bebeğinin attığı tekme ile elindeki çayı dökecekti. Bindiği Sungurlu minibüsünde bunları düşledi. Kendi kendisine gülü gülüverdi.

Oğlan olursa babasının adını, kız olursa annesinin adını koyacak. Oğlanın adı Cemşid, kızın adı ise Dudu olacak. Dudu annesi gibi deniz gözlü, oğlu da kendisi gibi kıvır kıvır saçlı olsundu.

Karısının yokluğunda devletin sokaklarını süpürürken aklına her ne zaman o gelse, onun deniz mavisi gözleri gözlerinin önünde belirse, yüreğinde kanatlanan sevdasının etkisi altında kalıyor ve bütün neşesi ile yöresinin bir türküsünü söylemeden kendisini alıkoyamıyordu.

“Çorum ile Sungurlu'nun arası, arası
Yaktı beni kaşlarının karası aman aman

Sende hançer bende gönül yarası, yarası
Ölürüm de vermem seni ellere aman aman

İnsafsız seni seni
Öldürdün beni beni
Alırım doymam heri.”

Sokakta kimseler görünürde yoksa, süpürgesini ve küreğini usulca

yere koyup tüttürdüğü türkü ile birlikte ellerini havaya kaldırıp parmaklarını şaplatarak aşağı yukarı gidip gelip oynuyor, yüzüne kocaman bir gülümseme yerleşiyordu.

Ankara sokaklarını kızıl sarısı sonbahar yapraklarından her defasında arındırmasının ardından, koştura koştura mutluluğuna doğru soluk soluğa yol alıyordu. Zaman günler ve aylar halinde akıp gitti. Hayat devlet kapısında oldukça mühim bir görevde olan Kel Bayram’a güzeldi. Felek çelme takmadı. Ona kıyamadı. Belki de sevdasına hürmet gösterdi. Yeter’inin de bir eli yağda, bir eli baldaydı.

Turnalar yeniden Beşkız Köyüne dönmüşler. Yeter de kocasının süpürdüğü Ankara sokaklarında kucağında kızı Dudu ile büyük bir gururla yürüyordu. Sonbahara daha aylar vardı. Yaz mevsimi tepesinde yakan güneşle bir hayli sıcaktı. Sonbahar yeniden gelsin ve dünya püfür püfür essindi. 

 

 

Amsterdam, 23 Ekim 2020

 

 

15 Ekim 2020 Perşembe

GÜZEL BİR FİLMİN ARDINDAN - “KELEBEK VE DALGIÇ”






GÜZEL BİR FİLMİN ARDINDAN

 

“KELEBEK VE DALGIÇ”

 

Kelebek ve Dalgıç. Fransız gazeteci, yazar ve Elle dergisinin editörü Jean-Dominique Buby’nin milyonlar satan kitabının adı. Yazar, eserinde dünyanın en ilginç ve bir o kadar da dramatik olan kendi yaşam öyküsünü anlatıyor. Kitap daha sonraları yönetmen Julian Schnabel tarafından çok başarılı bir şekilde filme uyarlanır ve 2007 yılında Cannes Film Festivali’nde en iyi yönetmen ödülüne layık görülür.

Kitabı okuma şansım buğüne değin ne yazık ki olmadı, ama filmi izledikten sonra az sarsılmadım değil. Bu denli uzun süre etkisi altında kalınca da bu muhteşem yapıt hakkında bie şeyler yazmak ve naçizane duygularımı paylaşmak istedim. Umarım yine naçizane olarak adlandıracağım anlatımımın ardından, bu satırları okuyanlar da biraz olsun etkilenir ve bu güzelim filmi izlemek için fırsat kollar.

Filmi anlatmaya kendimi kaptırıp bilinen bir fıkradaki gibi; katilin şoför olduğunu ümit ederim ki, ağzımdan kaçırmam. Yeri gelmişken konudan fazla da uzaklaşmadan, fıkrayı anlatmamak olmaz.

Kasabanın birinde dedektif filmleri tutkunu bir adam varmış. Adam hangi sinemaya bir dedektif filmi gelse, soluğu anında o sinema gişesinin önünde alırmış. Günlerden bir gün bulunduğu kasabaya da çok ünlü bir dedektif filmi gelir. Adamcağız hemen koşa koşa sinemaya gider. Lakin biraz geç kalmıştır. Sinemaya gittiğinde, neredeyse bütün biletler satılmıştır. Anlaşılan dedektif filmlerinin bir tek müptelası kendisi değildir. Zor bela bir bilet bulur ve sinema salonunun karanlığına dalar. Hemen teşrifatçıyı bulup kendisinin dedektif filmlerinin hastası olduğunu ve yalvar yakar ön sıralardan kendisine bir yer bulmasını rica eder. Teşrifatçı şans eseri önlerden bir yer bulur ve adamı koltuğa oturtur ve ardından da bahşiş için elini uzatır. Adam araya taraya cebinin derinliklerinden parmaklarını örümceğe kaptırmadan ortası delikli bir 25 kuruş çıkarıp teşrifatçının avucuna koyar. Bahşişe bakan teşrifatçı bu kadar küçük bir bahşiş karşısında çok bozulur ve adamın kulağına fısıldar.

“Abi sana bir şey söyleyeyim mi? Katil şoför.” der.

Korkuya kapılmayın. Katilin şoför olduğunu söyleyecek kadar acımasız olmayacağım, sizlerden alacağım bahşiş az olsa bile.

Kitabın yazarı Jean-Dominique Bauby 1995 yılının soğuk bir kış gününde, arabası ile on yaşlarındaki oğlunu da yanına alıp bir yere doğru giderken, geçirdiği ani bir beyin kanaması ile uzun süreli bir komaya girer. Yaklaşık üç hafta sonra çıktığı komadan  tıp dilinde “lockked-in syndrome" olarak bilinen tanının ardından, vücudun bütün işlevlerini ve fonksiyonlarını yitirdiği görülür. Bir tek sol gözünü kırpabilmektedir ve bundan sonrasında çevresindeki insanlarla iletişimini yılmadan hayati öneme haiz bu organı ile sağlar.

Yazar Bauby kendisi ile iletişim kurmak adına geliştirilen bir yöntem sayesinde, sol gözünü kullanarak yüzlerce sayfa metni yardımcılarına dikte ettirir.

Geliştirilen yöntem çok ilginçtir. Yardımcısı her gün hastaneye gelir, Fransızca dilindeki harfleri kullanım sıklığına göre tek tek sıralayıp söyler ve yazar Bauby söylemek istediği kelimede yer alan harf okunduğu zaman gözünü kırpar. Büyük bir sabır ve azmin ardından yazarın hayatını anlatan biyografik kitap hazırdır. Kitap dünyada büyük bir yankı uyandırır ve bu unutulmaz kitaptan yapılan uyarlamadan da muhteşem bir film yapılır. Ne yazıktır ki yazar Bauby kitabın yayınlanmasından çok kısa bir süre sonra hayata veda eder.

Kullanım sırasına göre en çok kullanılan harfler E, L, A, O, I, N, S ve D harfleridir ve her kelimenin oluşturulması yaklaşık iki dakikayı alır. Filmin yönetmen koltuğunda rahat rahat oturmayı hak eden yapımcı Julian Scnabel’dir. Oyuncu kadrosunda; Mathieu Amalric, Emmanuelle Seigner ve Marie-Josee Croze yer alır.

Baştan sona insanda büyük hayranlık uyandıran fimin ilk yarım saatlik kısmında ana karekter yazar Bauby’i göremiyorsunuz ve merakla oyuncuyu görmek için sabırsızlanıyorsunuz. Usta yönetmen ana karakteri hemen ifşa etmek yerine filme seyircinin onun gözünden bakmasını yeğler. Film insanı adeta büyüleyen repliklerle devam eder. Örneğin: İçinde bulunduğu durumu aynen şöyle betimler.

"Uzaklaşıyorum... Yavaş, fakat emin bir şekilde. Tıpkı bir denizcinin demir aldığı kıyıdan uzaklaşması gibi geçmişimden uzaklaştığımı hissediyorum... Eski hayatım hâlâ içimde alev alev yansa da, yavaş yavaş anıların küllere dönüştüğünü biliyorum..."

Geçirdiği talihsiz kazadan sonra kendisini sürekli bir dalgıç elbisesi içinde hapis gibi hisseden Bauby bu durumu da aynen şu dizelerle ifade eder.

“Acaba bu evrende beni bu dalgıç hücresinden kurtaracak bir anahtar var mıdır? Ya da son durağı olmayan bir metro? Peki, özgürlüğümü geri satın alabileceğim bir para?”

Kendisini zaman zaman alaya aldığında da şu soruyu sorar.

“Bir kurbağaya dönüştürülmeyi dileseydim ne olurdu acaba?”

Ve devamla ruh halini ortaya koyar:

“Duygulanmaya, sevmeye ve sevilmeye nefes almak kadar ihtiyacım var. Yine de tetikte olmak ve ılık bir teslimiyete kapılmamak için bir parça hiddet, bir parça nefret barındırıyorum içimde, ne az ne çok; tıpkı bir düdüklü tencerenin patlamasını önleyen supap gibi.”

Yorgundur ve vücudu bütünü ile işlevsizdir.

“Özgürlükle aramda sadece bir kapı varsa bile, onu açmaya gücüm yok.”

İnsanı büyüleyen film boyunca, adeta sağlam naylon bir ipe itina ile bir incigerdanlık misali dizilen diğer replik de aynen Şöyledir:

“Entelektüel potansiyelimin bir hıyarınkinden daha yüksek olduğunu kanıtlamak için yalnızca kendimden medet umabilirim.”

Kendisini alaya almaya devamla kapanıp açılan sol gözü bir diğer cümleyi dikte ettirir.

“Yirmi haftada 30 kilo kaybettim. Kazadan sekiz gün önce sıradan bir rejime başladığımda böyle bir sonuç beklemiyordum.”

Ders veren bir üslupla:

“Haftalarca bir konu üzerinde çalışırsınız, işinin ehli kişilerin elinden defalarca geçer ve on beş günlük bir stajyerin bile fark edebileceği bir hatayı kimse görmez.”

Mutluluğu kimi zaman öylesine küçük bir noktaya takılır ki:

“Şimdilik, şu ağzımda sürekli biriken tükürüğü yutabilsem dünyanın en mutlu insanı olabilirdim.”

Kendisinin deyimi ile bir dalgıç elbisesi içinde bir hapis de olsa, bu hayata oynatabildiği tek sol gözü ile tutunur ve her türlü fonksiyonu yerine getirebilen kusursuz bedenlere sahip milyonlarca insanın yapamadığını yapar, böylesi bir kitaba imza atar.

Yaşlı babası da onun kadar biçaredir. Oğlunu görememesi, nasıl ve ne halde olduğuna tanıklık edememesi onu kahreder. 

“Zaman zaman bana telefon ediyor babam ve yardımcı bir elin kulağıma yerleştirdiği ahizeden, onun titreyen, sıcak sesini duyabiliyorum. Cevap vermeyeceğini çok iyi bildiğiniz oğlunuzla konuşmak, kolay olmasa gerek.”

Bu ve buna benzer daha her cümlesi hafızalarda yer edecek olan muhteşem bir kitap ve güzelim yavrusu film.

Umarım bakla ağzımda yeterince ıslanmıştır. O halde yine de size bir şey söyleyeyim mi?

“Katil şoför değil. Hizmetçi. Yok… Yok. Şaka… şaka… Katil falan yok. Ne güzel, dünyayı kan deryasına çeviren ve diz boyunu aşan ölmek öldürmek de yok. Bir karıncaya dahi zarar vermek yok. Muhteşem güzellikte, sizi hayata daha çok tutunmaya davet eden, seyredilmeye değer, büyüleneceğiniz bir film var. İyi seyirler.”

 

Amsterdam, 15 Ekim 2020

 

 

 

 

CHARLOTTE CAFE Annem, bildim bileli hasta, ömrü böyle geçti diyebilirim. Lakin bu kez hayli ilerlemiş olan yaşı ile artık uzatmaları oynuyo...