31 Mart 2013 Pazar

AT PAZARI




AT PAZARI

Bahar bulaştı ya hayata, ağaca, suya,
içimde öyle bir seyahat kımıldıyor ki, diren direnebilirsen.
Yüreğim bavulunu toplamış çoktan;
ruhum sırtlamış çantasını.
"Uzaklar" çekiyor...


 Can Dündar


               


Geniş ve yaygın kaşları, hafiften yassı burnu, aromalı-köpüklü bir kahve tonundaki kısık gözlerinin yer aldıǧı, çehresine baktıǧınız zaman, bu yüzün gayri ihtiyari ortaya çıkardıǧı, farklı sevimliliǧinin hissine, çok geçmeden hemen kapılırsınız. Yetmiş beşli yaşlarda İç Anadolu’lu tipik bir Kürt kadını olan bu insan, Kürtçede Zewe adıyla, dünyadaki yerini büyük bir  mütevazilikle alır. Sayısız hastalık örgütlenip, bu kadının kilolu bedeninde dayanılmaz rahatsızlıklar yaratıp, huzurunu yok etmek gayesi ile ellerinden geleni, acımasızca yapmaktan geri kalmıyorlar. En çok da dizlerindeki dayanılmaz aǧrılar, O’nu, per perişan etmeye yetip, artık yürüyemez hale getirdiler.
Aynı eylemlerini Heyderi Hecike‘nin uzun boylu, seksenli yaşlardaki ve hala filinta gibi bedeninde de, sürdüren hastalık denilen ne idüǧü belirsiz illet rahatsızlıklar, karşı tarafın savunma güçlerine, her defasında yenik düşüyorlar. Rakipleri Heyderi Hecike‘nin çatık kaşlarından, hala güçlü olan ellerinden, saǧlam bilincinden, beyninin aldıǧı yerinde, stratejik ve bir o kadar da mantıklı olan kararlarından, oldukça çekiniyorlar.  
Heyderi Hecike; 80'li yaşlarda kendince ulu bir çınar. Yıllar yılı, şeker hastalıǧından muzdarip. Yine de yaşama son derece baǧlı bir insan. Sofokles
"Yaşamayı bir yaşlı kadar kimse sevemez" der. O da hayatı seviyor ve olabildiǧince, dolu dolu yaşıyor. Bunu bedeninde yer alan pek çok mayınlı bölgeyi aşmak isteyen hastalık teröristlerine raǧmen başarıyor. Bu terörist gruplardan biri bütün direnmeye karşın, engelleri aşıp, Heyderi Hecike’nin bedenindeki sarp daǧlarda ve uçurumlar halindeki yar ve derelerde mevzilenip, yer edindiler. İşin garip olan tarafı da, bu grup terörist bölücünün kendisini “şeker“ olarak adlandırması. Bu ayrılıkçılar kendilerini böylesine tatlı, ballı, pekmezli ve kaymaklı adlandırsalar da, aslında zehir zıkkımdan gayri deǧiller. Asıl şeker gibi olan Heyderi Hecike desem, inanının bu ihtiyar delikanlıyı çok övmüş olmam, ki siz de görüp tanısanız, ne kadar mütevazı bir açıklama yaptıǧıma hemen hak verirsiniz.
Dört gözle diyeceǧim ama deǧil. Zewe, “katarakt“ adlı bir terörist grubun saldırısının ardından, bir gözü görme yetisini yitirdiǧinden, toplam üç gözle beklediler ve Hollanda’da yaşayan, canlarının yongası - hayırsız oǧullarının gelmeyeceklerini idrak edip, topladıkları kilolarca cephanelik ilacı siyah bir çantaya doldurdular. Gidecekleri yerde onca insan vardı. Onlara da “karınca kararınca” da olsa, biraz kuru yemiş almak gerekiyordu. Bu nedenle  Ankara Kalesi‘nin içindeki At Pazarı’nın yolunu tuttular.
Pazarda kıyasıya pazarlıklar yapılıyor, müşteriler kuru yemişlerin tazeliǧini kontrol etmek için, ellerini yan yana dizili, istiflemesine dolu torbalara daldırıp, aǧızlarına götürüyorlardı. Başkentin en yükseklerinde bulunan bu kale, iç  ve dış kale olarak iki kısımdan oluşuyordu. Hititler tarafından yapıldıǧı söylenen kale, beş köşeli kırk iki kule ile bir çok tarihi Ankara evini ve pazara gelen Heyderi Hecike ve Zewe’yi de kucaklıyordu. Heyderi Hecike’nin gözlerinin merakla süzdüǧü bir çok tarihi bina turistik, modern restauranta dönüştürülmüş ve her gece “Ankara’nın baǧları” adlı benzeri kıvrak müzikler eşliǧinde, ince belli dilberlerin ve etraflarında pervane gibi dönen, çıt kırıldım beylerin Ankara havalarını, oynandıǧı mekanlar haline gelmişlerdi. Heyderi Hecike ve Zewe defalarca bu diyara geldikleri halde bu tarihi kalenin geçmişi, kendileri için hiç bir zaman merak konusu olmamıştı. Onlar sadece burada satılan kuru yemişler ile ilgiliydiler.
Pazarda sürekli müşterisi oldukları Fatik Hanımı çok dolanmadan buldular. Fatik onları oldukça bir güler yüzle karşılayıp, buyur etti. Yanaǧı çifte benli, biçimli burnu, derin çifte gamzeleri, uzun dalgalı saçlarına bugüne deǧin kimselerin kızıl güller takmadıǧı - allı güllü fistanı ile tezgahının ardında salınan Fatik Hanım adeta yerinde duramıyordu. Tezgahının ardında dans eder gibiydi. Hiç bir terörist grubun saldırısına uǧramayan, kıvır kıvır hareket halıindeki bu kadının keyfine diyecek yoktu. Pazarcık'tan Ankara'ya göç etmişler, liseden sonra okumaya devam edemeyince de, genç yaşta evlenmişti.   
Fatik akşam marketten ve manavdan iyi bir alış veriş yaptı. Kendisini evine atar atmaz, önce beş yaşındaki maviş gözlü oǧlu Bora’yı ve sekiz yaşındaki lüle saçlı kızı  Berna’yı bir güzel öptü. Ardından da burma bıyıklı kocası Selim’i güzelce kucaklayıp, bir an için de olsa kucaklayıp, belini kırdırırcasına sıktırdı. Güzel burnunu sevdiǧinin boynuna dayayıp, kokusunu uzun uzadıya içine çekti. Yemek yapmak için mutfaǧın yolunu tuttu. Çarçabuk, yüreǧindeki bütün sevgiyi cömertçe yaptıǧı yemeklere katarak, sofrayı donattı. Yemek sonrasında çocuklarını yatırıp, kocasının burma bıyıklarını da bütün bedeninde bir seyri sefere de çıkartırsa, bu dünyada ondan daha iyisi olmayacaktı, ki düşlediǧini de gerçekleştirdi.  Lavanta kokulu, kar beyazı çarşafların içinde, dakikalarca kıvrandı. Lime lime olan bedeninin her milimlik karesinde, büyük bir rahatlık ve gevşeme hissetti. Gözleri dalgalı saçlarının daha da dalgalandıǧı, duyduǧu hazdan dönen başı ile birlikte, yanında soluk soluǧa kalan, gözleri tavana dikili kocasına doǧru kaydı. Teşekkür mahiyetinde; terlenen sağ elini, kocası Selim'in göğsündeki kılların arasında dolandırdı. Her ikisi de mutluydu. Pazar yerinde, açık havada yaşadıǧı olanca stresi ve elektriklenmeyi bir çırpıda sıfırlayıp, tatlı bir yorgunluǧun beraberinde üzerinden attı. Kendisini kanatlanmış gibi hissetti. Üzerinden büyük bir aǧırlık kalktı.
Fatik’in sıfırlanan elektriǧi, Hayderi Hecike’yi şanslı kılıp, cüzdanından daha az paranın çıkmasına ortam oluşturdu. Giriştikleri sıkı pazarlıkta, Fatik hiç direnmedi, umurunda bile deǧildi. Fiziksel olarak orada olsa da, O’nun aklı, hala kocası ile aǧız tadı ile geçirdiǧi güzelim gecedeydi. Dünya alabildiǧine toz pembe ve herkesin elinde birer cımbız ve ayna vardı. Heyderi Hecike pazarlık için onun elini sallarken, o bedeninde hala kocasının burma bıyıklarının dolaştıǧı hissine kapılıyor ve gıdıklanır gibi oluyordu.
“Ayy… Haydar Bey ne diyorsanız o olsun, sizi mi kıracaǧım.“ deyip, kilolarca kuru yemişi torbalara doldurdu. Zewe olup, bitene şaşkınlıkla bakarken, O da yapılan pazarlıktan memnun gözüküyordu.
Heyder ve Zewe "ha babam deyip", ilaç ve kuru yemiş bavullarını sırtladıkları gibi; soluǧu, kapısını tıklatarak, “soǧuk yüzlü, kapanmak nedir bilmeyen, el kapısı” Hollanda’da aldılar. Yıllardır içlerini kemiren özlem bir anda daǧıliverdi. Hasretliǧini çektikleri ile uzun uzun kucaklaşıp, doyasıya gözlerinin derinliklerine baktılar. Zaten kısa bir süreliǧine gelmişlerdi. Bu uzun olmayan zaman birimi de, nasıl olsa  göz açıp kapayıncaya dek geçecekti. Havalar soǧuk ta olsa, Zewe bindirildiǧi tekerlekli sandalyede, Heyderi Hecike giydiǧi kalın paltosu ile delikanlılar gibi dolaşıp, geldikleri ve bu şaşılacak derecede yabancısı oldukları diyarı gezdiler.
En güzeli de Amsterdam yakınlarındaki Vollendam adlı, bir balıkçı köyüydü. Burası Zewe’nin çok hoşuna gitti. Çarşıda kuytuluklara yerleştirdikleri bronz heykellere bayıldı. Vollendam’li balıkçı Kadınla resim çektirirken, aklından bulutlar halinde pek çok düşünce gelip, geçti. Onlarca yıl önce, birileri çıkıp:
“Zewe Hanım sen tekerlekli sandalye ile ve Heyder Bey siz hasta da olsanız, yine de maşallah dimdik ayakta, takım elbisenizle, seksen yaşlarında bir delikanlı olarak; gün gelecek ve sizler Hollanda’da bulunan, Vollendam adlı bir balıkçı köyüne gideceksiniz. Bu köyde adını, sanını, dilini, öyküsünü bilmediǧiniz tipik folklorik giysileri içindeki sarı bukleli bir köylü kadının, bronz heykelinin yanı başına oturup, resim karelerinde çocuklarınız ile buruk da olsa, gülümseyerek yer alacaksınız. " deselerdi, elbette inanmazlardı. 
Zewe düşüncelerini onaylamak gayesi ile oturduǧu tekerlekli sandalyede başını salladı.
 Elbette inanmazdım. Deǧil kırk yıl boyunca, hani yüz yıllık ömrüm de olsa ve düşünsem aklıma gelmezdi. Yüz yıllık ömür mü dedim. Evet ne yalan söyleyeyim o da fena olmazdı tabi.“
Zewe ve Heyderi Hecike,  güzel insanlar; bu adını-sanını-öyküsünü bilmedikleri, belki de balıǧa çıkan kocasını bekleyen Vollendam’li köylü kadının, hemen kıyıcıǧına çok eski bir dost gibi oturdular. Sanki kapı komşularıydı. Yıllarca birlikte çay içmişler, sıcak yaz günlerinde, birlikte gölgelik bir yerde, buzlu ayran ikram edip, dolaplarında yumurtaları kalmadıǧında birbirlerinden alıp, vermişlerdi. Sanki heykele  deǧil de, yıllardır görmedikleri akrabadan da ileri bir kapı komşuları ile hasretlik giderip, tepeden tırnaǧa inceleyip, dokundular.
Amsterdam’a dönme vaktiydi. Bir ara, Zewe cebinden bir şeyin düştüǧünü fark etti. Tekerlekli sandalyesinden eǧilip, el yordamı aradı. Cebinden düşen şeyi buldu ve kocası Heyderi Hecike’ye gösterdi.
“Ben de bir şey düşürdüǧümü sandım. Meǧerse cebimde kalan, senin Fatik’in fıstıklarından biriymiş.” der demez, Heyderi Hecike’nin yüzünü belli belirsiz, tatlı bir gülümseme kapladı. Ve bu gülümseme, tek gözü ile de görse, yüreǧi ile bakmasını çok iyi bilen Zewe’den kaçmadı.


Amsterdam, 31 mart 2013
  

24 Mart 2013 Pazar

HAMİDO



 HAMİDO
           

            Diǧer yıllar gibi çokça gün, hafta ve aydan oluşan 1983; ellerimi ve kollarımı baǧlayıp, sürgün-asker olarak, süklüm püklüm uzak diyarlara götüren yıldır. Aman Tanrım ne kadar da sıkıntılı, anlatılamayacak zorluklarla, yüreǧimin cayır cayır yandıǧı, üzerine kalın çizgilerle kahırlanarak kalem çektiǧim, yaşanmamış uzun mu uzun, meşum bir zaman dilimiydi. Aǧalar, beyler ve de tosun paşacıklar; bu süre yaşanmamış olacak dediler, biz de o genç ve çiçeǧi burnunda, bir saniyesini dahi geri getiremeyeceǧimiz zamanı hayıflanarak yaşayamadık. Anlatacaklarıma, nostalji babında, köy odalarında yapılan klasik askeri anılar temalı sohbetlerin bir versiyonu denemez. Yani “ortada çok iyi bir subay olan Çankırı’lı bir yüzbaşı yok. Sizden iyi olmasın elbette. Elin subayı kim, siz kim. Mukayese bile edilemez. Ama, evet subaydı ama iyi bir insandı da demeyeceǧim. Beni de çok sever miydi, sevmez miydi, işte orasını bilemiyorum” türünden anlatımlar olmayacak naçizane aktarımım. Ocak“ olarak da adlandırılan bu mekanda edindiǧim, hiç unutamadıǧım bir dostluǧa, Mardin’li Hamit ile olan arkadaşlıǧıma deǧineceǧim.
            Ben kendisine Hamido diyordum. Malum boyumun kısalıǧını dillerine pelesenk eden arkadaşlarım; hassasiyetim üzerinde büyük bir etki ve aşaǧılık kompleksinin oluşmasına neden olmuş olacaklar ki, askerliǧim boyunca Hamido ile olan (büyük haz aldıǧım), güzel dostluǧum; bana büyük bir moral ve özgüven duygusu verirdi. Öyle ya benim de, bu insan hayatının mücadele etmekle geçtiǧi dünyada, kendisine kuş bakışı olmazsa da, birazcık olsun tepeden baktıǧım birileri vardı, kıyıcıǧımda.
            Hamido’nun benden dahi kısa ve çelimsiz görünümüne bakmayın. Pike dalışlı, birbirine yakın çatık kaşlarının arasından, tüylü çaǧla yeşiline çalan gözlerinden süzülen kartal bakışları ile Hamido, aynı zamanda çok iyi bir “dengbej”di. Nasırlı küçük ellerini nöbetleşerek saǧlı ve sollu olarak kulaklarına götürmeye görsün. Yürek yakan tiz sesi ile sizi aldıǧı gibi, başı her dem bulutlarda şeref misafirliǧinde olan ulaşılmaz, karlı-sarp daǧlarda, geniş ovalarda, ters laleler diyarı da olan, zümrüt yeşili bin bir çeşit bitki ile bezeli, nazlı bir çaǧıldamanın eşliǧinde, yılan kıvrımlı dere boylarında akan billur sularda, kınalı kekliklerin yuva yaptıkları kuytuluklarda, silah zoruyla terk ettirilmiş, yakılmış, viran, boynu bükük ıssız-kimsesiz mezralarda saatler boyu dolaştırır sizleri. Sonrasında bu yürekleri daǧlayan ses, elinizden inatla sımsıkı tutmaya devam eder. Göz açıp kapayıncaya dek, kendinizi  uzaklara ışınlanmış bulursunuz. Metropollerin varoşlarına, zorla göç ettirilenlerin gariplik diyarlarına gidersiniz. Yani utanç veren yoksulluǧa, tek odada onlarca insanın kaldıǧı gecekondulara misafir olursunuz. Yalın ayak, yırtık elbiseli, Türkçe ve Kürtçe lisanları arasında gel gitler yaşayan, gözleri ışıldayan çocuklar ile el ele tutuşmuş bulursunuz kendinizi. Özlerinde olmadıǧı halde, koşulların acımasız dayatması ile her an, suçlu insan olmaya aday insanlara  tanık olur, bir şeyler yapamamanın çaresizliǧinin nahoş, acımtırak tadını tadarsınız. Isınmak nedir bilmeyen, masum çocukların kor alevli yüreklerine dokunur, yanık ellerinizin ürpertisi ile kendinize gelsenizde, başınız dönmeye devam eder. Buǧulanmaya yüz tutan gözlerinizin önünden hızla akıp giden, yoksulluǧun, kimsesizliǧin, horlanmışlıǧın, öteki ve Anadolu‘nun zencisi olmanın film kareleri, duygu yüklü yüreǧinizde kızgın demirler gibi izler bırakır. “Sıtranlarında - türkülerinde” anlatılanlar sizi, kanatlandırır, alıp götürür. Güçlükle yarı baygın kendinize geldiǧinizde, gözleriniz yaşlı, dinlediǧiniz sıtrandan anladıǧınız kadarı ile, olup bitenden dolayı, büyük bir mahcubiyetle, bir beşer olarak suçluluk duygusuna kapılmış, insanlıǧınızdan oldukça utanıyor bulursunuz kendinizi. Akabinde yaşadıǧınız gezegen için, insanlık adına bir şeyler yapmak isteyen bir uǧraşıya, hiç vakit kaybetmeksizin, hemen o anda atlamak ister, bunu yapmak için ne denli geç kaldıǧınızı fark edersiniz.
            Hamido’ya her konuda güvenebilirsiniz. Kendisi, ben misali küçükçe bir adam olsa da; insanlık, duygu, paylaşım ve güzellik dolu yüreǧi devasa büyüklükteydi.  Dengbejlikte görsellik için kullandıǧı kısa parmaklı nasırlı elleri, etrafındaki bütün insanların en hafif bir tökezlemesinde Hızır A.S.’ın uzattıǧı ellerdi. Zor anınızda, kim olursanız olun, O ne yapar eder, bir kuş misali çırpınır, çözümsüzlüǧünüze çare oluncaya dek, rahat etmezdi. Aǧzına götürdüǧü son lokmasını, gözleri size iliştiǧinde, anında size uzatırdı. Saygıda kusur etmez, dünyaya gülen zümrüt gözlerle bakardı. Anlatacak bir hikayesi her zaman vardı. Bu insani güzelliǧi, doǧallıǧından mıydı, acaba. Okuma ve yazması dahi yoktu. Ama dünyaya baktıǧı pencere oldukça genişti. Mardin ve belki de askerlik yaptıǧı Siirt şehrinden başka bir yeri görmemişti. Ne iki harfi yan yana getirip, okuyabilmiş, ne de yazabilmişti. Şehre indiǧi zaman , yakın bir akrabasının evini bulmak için sokak adlarını okuyamıyordu. Karşı cinsten birinin, çift kurnalı pınar sularının aktıǧı köy çeşmesinin başında, deǧil elini tuttuǧu, gözlerinin içine bir saniyelik de olsa bakamamıştı. Gönlüne söz geçiremeyip, duygu yüklü yüreǧini birilerine kaptırmış mıydı? Bütün ısrarlarına raǧmen, yalvar yakar olsan da hiç bir şey anlatmaz, bütün ketumluǧu ile bu gibi konularda hicap ederdi. Aǧanın kızı olmazsa da, belki köyde komşuları Osso’nun kızına, anne ve babası boyunlarını büküp, talip olabilirlerdi. Sonuç ne olurdu bilinmez. Sülün boylu, bir Kürt Alain Delon‘u olduǧu söylenemezdi. Lakin, varsın olsundu. Kim bilir O’nun da pamuk yüreǧini fark eden birileri de çıkabilirdi. Hamido’nun paha biçilmez insanlıǧı da, bir sırma saçlının gözünde para edebilirdi.
            Günümüzde var olan dostlukları uzun süreli, karşılıklı olarak hissedilen bu muhteşem güven duygusunu aynı güzellikte korumak için büyük özveri ve efor gerekiyor. Yaşadığımız dünyada dostlukların kolay kazanılmadıǧı bilinen bir gerçektir. Bu güç edinilen kazanımın, bir de yıllar yılı izini bulup da, kaybetmeye gör, aradan yüz yıl da geçse, insan bir yanının buruk eksikliǧini sık sık hisseder oluyor. Hissedilen eksiklik durmaksızın dürtüp, rahatsızlık vermeye devam ediyor. Güzel insanların yitip gitmesi, insanın yüreǧini alabildiǧine burkuyor.
             Hamido’yu, sesinin güzelliǧini, saf ve temiz yüreǧini, şefkat dolu çaǧla yeşili bakışlarını, nasırlı ellerini özenle kulaklarına götürüşünü ve zaman zaman yardım için o el uzatışını özlüyorum. Hamido’yu gördünüz mü? Kendisini gören, bilen, tanıyan var mı? Acaba Hamido şimdi nerelerdedir, ne yapıyor, kimlerledir, iyi midir, mutlumudur, sihhati yerinde midir bilemiyorum. Umarım saǧ ve salimdir. Kendi doǧallıǧında mutlu ve umutludur. Kuşlardan buruk yüreğimin rıcası; Hamido’ya olan bin selamımı kanatlarına yükleyip, götürmeleridir. Hamido'ya selam olsun!


Amsterdam, 13 Şubat 2013

16 Mart 2013 Cumartesi

DELİLİK




DELİLİK
Diyorum ki;
Hani günün birinde,
Eyleyeyim bir delilik.
Titrek-ahşap merdivenimi,
Kondurayım yanı başına dev alazlı güneşin,
Dolanayım dört bir yanını.
Ve yalazlasın güneş her yanımı.
Öyle ya...
Bir günün deliliği, delilik!
Her ne kadar,
Yok deseler de kıymeti harbiyesi hiçbir şeyin.
Ama ışıldasın boncuk-boncuk alın terim.
Yürüyeyim güneşte,
Olsa da ol bedenimde,
Yokluluğunun illet soğuğu,
Ve ısınıversin yüreğim.
Kırpık-kırpık kamaşsın buğulu gözlerim.
Güneşle doluversin avuçlarım, kalbim ve ceplerim.
Günün birinde,
Eyleyeyim bir delilik.
Titrek-ahşap merdivenimi,
Kondurayım yanı başına dev alazlı güneşin,
Öyle ya...
Bir günün deliliği, zırdelilik!

Amsterdam, 16 Mart 2013

CHARLOTTE CAFE Annem, bildim bileli hasta, ömrü böyle geçti diyebilirim. Lakin bu kez hayli ilerlemiş olan yaşı ile artık uzatmaları oynuyo...