AT PAZARI
Bahar bulaştı ya hayata, ağaca, suya,
içimde öyle bir seyahat kımıldıyor ki, diren direnebilirsen.
Yüreğim bavulunu toplamış çoktan;
ruhum sırtlamış çantasını.
"Uzaklar" çekiyor...
Can Dündar
Geniş
ve yaygın kaşları, hafiften yassı burnu, aromalı-köpüklü bir kahve tonundaki
kısık gözlerinin yer aldıǧı, çehresine baktıǧınız zaman, bu yüzün gayri ihtiyari
ortaya çıkardıǧı, farklı sevimliliǧinin hissine, çok geçmeden hemen kapılırsınız.
Yetmiş beşli yaşlarda İç Anadolu’lu tipik bir Kürt kadını olan bu insan,
Kürtçede Zewe adıyla, dünyadaki yerini büyük
bir mütevazilikle alır. Sayısız hastalık örgütlenip, bu kadının
kilolu bedeninde dayanılmaz rahatsızlıklar yaratıp, huzurunu yok etmek gayesi
ile ellerinden geleni, acımasızca yapmaktan geri kalmıyorlar. En çok da
dizlerindeki dayanılmaz aǧrılar, O’nu, per perişan etmeye
yetip, artık yürüyemez hale getirdiler.
Aynı eylemlerini Heyderi Hecike‘nin uzun boylu, seksenli yaşlardaki ve hala
filinta gibi bedeninde de, sürdüren hastalık denilen ne idüǧü belirsiz illet rahatsızlıklar, karşı tarafın savunma güçlerine, her defasında yenik düşüyorlar.
Rakipleri Heyderi Hecike‘nin çatık kaşlarından, hala güçlü olan ellerinden,
saǧlam bilincinden, beyninin aldıǧı yerinde, stratejik ve bir o kadar da
mantıklı olan kararlarından, oldukça çekiniyorlar.
Heyderi
Hecike; 80'li yaşlarda kendince ulu bir çınar. Yıllar yılı, şeker hastalıǧından muzdarip.
Yine de yaşama son derece baǧlı bir insan. Sofokles:
"Yaşamayı bir yaşlı kadar kimse
sevemez" der. O da hayatı seviyor ve olabildiǧince, dolu dolu yaşıyor. Bunu
bedeninde yer alan pek çok mayınlı bölgeyi aşmak isteyen hastalık teröristlerine
raǧmen başarıyor. Bu terörist gruplardan biri bütün direnmeye karşın, engelleri
aşıp, Heyderi Hecike’nin bedenindeki sarp daǧlarda ve uçurumlar halindeki
yar ve derelerde mevzilenip, yer edindiler. İşin garip olan tarafı da, bu grup
terörist bölücünün kendisini “şeker“ olarak adlandırması. Bu ayrılıkçılar kendilerini
böylesine tatlı, ballı, pekmezli ve kaymaklı adlandırsalar da, aslında zehir
zıkkımdan gayri deǧiller. Asıl şeker gibi olan Heyderi Hecike desem, inanının
bu ihtiyar delikanlıyı çok övmüş olmam, ki siz de görüp tanısanız, ne kadar
mütevazı bir açıklama yaptıǧıma hemen hak verirsiniz.
Dört
gözle diyeceǧim ama deǧil. Zewe, “katarakt“ adlı bir terörist grubun
saldırısının ardından, bir gözü görme yetisini yitirdiǧinden, toplam üç gözle
beklediler ve Hollanda’da yaşayan, canlarının yongası - hayırsız oǧullarının
gelmeyeceklerini idrak edip, topladıkları kilolarca cephanelik ilacı siyah bir
çantaya doldurdular. Gidecekleri yerde onca insan vardı. Onlara da “karınca
kararınca” da olsa, biraz kuru yemiş almak gerekiyordu. Bu
nedenle Ankara Kalesi‘nin içindeki At Pazarı’nın yolunu tuttular.
Pazarda kıyasıya pazarlıklar yapılıyor, müşteriler kuru yemişlerin
tazeliǧini kontrol etmek için, ellerini yan yana dizili, istiflemesine dolu
torbalara daldırıp, aǧızlarına götürüyorlardı. Başkentin en yükseklerinde
bulunan bu kale, iç ve dış kale olarak iki kısımdan oluşuyordu. Hititler
tarafından yapıldıǧı söylenen kale, beş köşeli kırk iki kule ile bir çok tarihi
Ankara evini ve pazara gelen Heyderi Hecike ve Zewe’yi de kucaklıyordu. Heyderi
Hecike’nin gözlerinin merakla süzdüǧü bir çok tarihi bina turistik, modern
restauranta dönüştürülmüş ve her gece “Ankara’nın baǧları” adlı benzeri kıvrak
müzikler eşliǧinde, ince belli dilberlerin ve etraflarında pervane gibi
dönen, çıt kırıldım beylerin Ankara havalarını, oynandıǧı mekanlar haline
gelmişlerdi. Heyderi Hecike ve Zewe defalarca bu diyara geldikleri halde bu
tarihi kalenin geçmişi, kendileri için hiç bir zaman merak konusu
olmamıştı. Onlar sadece burada satılan kuru yemişler ile ilgiliydiler.
Pazarda sürekli müşterisi oldukları Fatik
Hanımı çok dolanmadan buldular. Fatik onları oldukça bir güler yüzle
karşılayıp, buyur etti. Yanaǧı çifte benli, biçimli burnu, derin çifte
gamzeleri, uzun dalgalı saçlarına bugüne deǧin kimselerin kızıl güller takmadıǧı
- allı güllü fistanı ile tezgahının ardında salınan Fatik Hanım adeta
yerinde duramıyordu. Tezgahının ardında dans eder gibiydi. Hiç bir
terörist grubun saldırısına uǧramayan, kıvır kıvır hareket halıindeki bu kadının
keyfine diyecek yoktu. Pazarcık'tan Ankara'ya göç etmişler, liseden sonra okumaya devam edemeyince de, genç yaşta evlenmişti.
Fatik akşam marketten ve manavdan iyi bir alış veriş yaptı.
Kendisini evine atar atmaz, önce beş yaşındaki maviş gözlü oǧlu Bora’yı ve
sekiz yaşındaki lüle saçlı kızı Berna’yı bir güzel öptü. Ardından da
burma bıyıklı kocası Selim’i güzelce kucaklayıp, bir an için de olsa
kucaklayıp, belini kırdırırcasına sıktırdı. Güzel burnunu sevdiǧinin boynuna
dayayıp, kokusunu uzun uzadıya içine çekti. Yemek yapmak için mutfaǧın yolunu
tuttu. Çarçabuk, yüreǧindeki bütün sevgiyi cömertçe yaptıǧı yemeklere katarak,
sofrayı donattı. Yemek sonrasında çocuklarını yatırıp, kocasının burma
bıyıklarını da bütün bedeninde bir seyri sefere de çıkartırsa, bu dünyada ondan
daha iyisi olmayacaktı, ki düşlediǧini de gerçekleştirdi. Lavanta kokulu, kar beyazı çarşafların içinde, dakikalarca kıvrandı. Lime lime olan bedeninin her
milimlik karesinde, büyük bir rahatlık ve gevşeme hissetti. Gözleri dalgalı
saçlarının daha da dalgalandıǧı, duyduǧu hazdan dönen başı ile birlikte, yanında soluk soluǧa kalan, gözleri tavana dikili kocasına doǧru kaydı. Teşekkür mahiyetinde; terlenen sağ elini, kocası Selim'in göğsündeki kılların arasında dolandırdı. Her ikisi de mutluydu. Pazar yerinde, açık havada yaşadıǧı olanca
stresi ve elektriklenmeyi bir çırpıda sıfırlayıp, tatlı bir yorgunluǧun
beraberinde üzerinden attı. Kendisini kanatlanmış gibi hissetti. Üzerinden
büyük bir aǧırlık kalktı.
Fatik’in
sıfırlanan elektriǧi, Hayderi Hecike’yi şanslı kılıp, cüzdanından
daha az paranın çıkmasına ortam oluşturdu. Giriştikleri sıkı
pazarlıkta, Fatik hiç direnmedi, umurunda bile deǧildi. Fiziksel
olarak orada olsa da, O’nun aklı, hala kocası ile aǧız tadı ile geçirdiǧi
güzelim gecedeydi. Dünya alabildiǧine toz pembe ve herkesin elinde birer cımbız
ve ayna vardı. Heyderi Hecike pazarlık için onun elini sallarken, o
bedeninde hala kocasının burma bıyıklarının dolaştıǧı hissine kapılıyor ve
gıdıklanır gibi oluyordu.
“Ayy… Haydar Bey ne diyorsanız o
olsun, sizi mi kıracaǧım.“ deyip, kilolarca kuru yemişi torbalara
doldurdu. Zewe olup, bitene şaşkınlıkla bakarken, O da yapılan
pazarlıktan memnun gözüküyordu.
Heyder ve Zewe "ha babam
deyip", ilaç ve kuru
yemiş bavullarını sırtladıkları gibi; soluǧu, kapısını tıklatarak,
“soǧuk yüzlü, kapanmak nedir bilmeyen, el kapısı” Hollanda’da aldılar. Yıllardır
içlerini kemiren özlem bir anda daǧıliverdi. Hasretliǧini çektikleri ile uzun
uzun kucaklaşıp, doyasıya gözlerinin derinliklerine baktılar. Zaten kısa
bir süreliǧine gelmişlerdi. Bu uzun olmayan zaman birimi de, nasıl olsa
göz açıp kapayıncaya dek geçecekti. Havalar soǧuk ta
olsa, Zewe bindirildiǧi tekerlekli sandalyede,
Heyderi Hecike giydiǧi kalın paltosu ile delikanlılar gibi dolaşıp,
geldikleri ve bu şaşılacak derecede yabancısı oldukları diyarı gezdiler.
En
güzeli de Amsterdam yakınlarındaki Vollendam adlı, bir balıkçı
köyüydü. Burası Zewe’nin çok hoşuna gitti. Çarşıda kuytuluklara
yerleştirdikleri bronz heykellere bayıldı.
Vollendam’li balıkçı Kadınla resim çektirirken, aklından bulutlar
halinde pek çok düşünce gelip, geçti. Onlarca yıl önce, birileri çıkıp:
“Zewe Hanım sen tekerlekli sandalye ile ve Heyder Bey siz hasta da olsanız,
yine de maşallah dimdik
ayakta, takım elbisenizle, seksen yaşlarında bir delikanlı olarak; gün gelecek
ve sizler Hollanda’da bulunan, Vollendam adlı bir balıkçı köyüne
gideceksiniz. Bu köyde adını, sanını, dilini, öyküsünü bilmediǧiniz tipik
folklorik giysileri içindeki sarı bukleli bir köylü kadının, bronz heykelinin
yanı başına oturup, resim karelerinde çocuklarınız ile buruk da olsa,
gülümseyerek yer alacaksınız. " deselerdi, elbette inanmazlardı.
Zewe düşüncelerini onaylamak gayesi ile oturduǧu tekerlekli sandalyede
başını salladı.
“ Elbette
inanmazdım. Deǧil kırk yıl boyunca, hani yüz yıllık ömrüm de olsa ve düşünsem
aklıma gelmezdi. Yüz yıllık ömür mü dedim. Evet ne yalan söyleyeyim o da fena
olmazdı tabi.“
Zewe ve Heyderi Hecike, güzel
insanlar; bu adını-sanını-öyküsünü bilmedikleri, belki de balıǧa çıkan kocasını
bekleyen Vollendam’li köylü kadının, hemen kıyıcıǧına çok eski bir dost gibi
oturdular. Sanki kapı komşularıydı. Yıllarca birlikte çay içmişler, sıcak yaz
günlerinde, birlikte gölgelik bir yerde, buzlu ayran ikram edip, dolaplarında
yumurtaları kalmadıǧında birbirlerinden alıp, vermişlerdi. Sanki heykele deǧil de, yıllardır görmedikleri akrabadan da
ileri bir kapı komşuları ile hasretlik giderip, tepeden tırnaǧa inceleyip,
dokundular.
Amsterdam’a
dönme vaktiydi. Bir ara, Zewe cebinden bir şeyin düştüǧünü fark etti.
Tekerlekli sandalyesinden eǧilip, el yordamı aradı. Cebinden düşen
şeyi buldu ve kocası Heyderi Hecike’ye gösterdi.
“Ben de bir şey düşürdüǧümü sandım. Meǧerse cebimde kalan,
senin Fatik’in fıstıklarından biriymiş.” der
demez, Heyderi Hecike’nin yüzünü belli belirsiz, tatlı bir gülümseme
kapladı. Ve bu gülümseme, tek gözü ile de görse, yüreǧi ile bakmasını çok iyi
bilen Zewe’den kaçmadı.
Amsterdam, 31 mart 2013