14 Aralık 2011 Çarşamba

BALIK





BALIK


Her ne kadar,

Değilse de Halil İbrahim sofrası,

Pırıl pırıl çatal ve bıçağın,

İnce belli buğulu narin bardakta,

Aklana aklana demlenenen aslan sütünün,

“Görüşmecinin gönderdiği yeşil soğanın",

Asık surat limonun,

Ketum bal kabağının,

Kıvır kıvır kıvırcık zūmrūt marulun,
Sipsivri acı biberin kıyıcığına,

Derin neşe-i muhabbeti buyur etti,

Cam gözlü pul pul balık!

“Pınar başından bulanır,

İner ovayı dolanır…”

Buyur etse de neşe,

Zoraki değil, “Canım oyy...”

Aşksız milim kıpırdamayor dünya.

Kılçık kılçık geldi derin muhabbet,

Dünya ha durdu, ha duracak.

 

Amsterdam, 12 Aralık 2010

 

22 Kasım 2011 Salı

MEZARLIĞIN DELİSİ




MEZARLIĞIN DELİSİ
          Doğup büyüdüğüm, artık iyiden iyiye de yaşlandığım, ayrılmaya ise hiç niyetimin olmadığı, köyüm Camili’de şu an misafir olduğum evin çatı katından gelen kuş cıvıltıları kulaklarımı tırmalıyor. Hiç beklemeksizin berrak güneşe rağmen ani bir yağmur çiseliyor. Üstünden buharlar yükselen çayı elime iliştiren ev sahibim Hüsso, yağan yağmura ve akseden güneşe bakıp; “Şeytan kızını evlendiriyor” diye mırıldadı. Ben de Hüsso’ya bakıp;
“Bu şeytanın da kaç tane kızı var?” demekten kendimi alıkoyamadım. Karşılıklı gülümsedik. Höpürdeterek çayımı yudumladım. Aslında bir şeyler de yemek istiyorum, ama puntuna getirip, ev sahibinden isteyemedim. Kendime ait bir evim olmadığından, köyümde her gün bir evde, sığıntı halinde bir misafirim. İçilen çayların ardından Hüsso’dan hatır isteyip, yola koyuldum. Yağmurun çiselemesi ve şeytanın kızının düğünü de sona erdi. Daha fazla kalıp, ev sahiplerini sıkmanın gereği yok.
          Su misali akıp giden, lakin bugüne değin kıymeti harbiyesini de pek görmediğim zamanımın büyük bir kısmını, yer altında hiç kimselere zarar vermeden, binlerce ölünün yattığı, ıssız, sakin ve dingin köy mezarlığında geçiriyorum. Ağaçsız, çiçeklerin rengarenk açmadığı, kuru ve belli bir yöne doğru bakan, binlerce dikili taşın yer aldığı, çölü andıran bir yer burası. Zaman zaman kırlardan kökü ve toprağı ile alıp getirdiğim çiçekleri mezarlığın dört bir yanına serpiştirerek ekiyorum. Bunlardan bir kısmı tutsa da, büyük çoğunluğu kısa bir süre sonra boyunlarını büküp, soluyorlar. Mezarlıkta çeşme olmadığından, köyden getirdiğim su da yeterli gelmiyor. Diğer bir anlamı ile “taşıma su ile değirmen dönmüyor” ve diktiğim çiçekler de hayat bulmuyor. Solan her çiçeğe üzülüyorum. Var olan taşlara her geçen gün, belli aralıklar ile yenileri gelip yer alıyor. Buraya gelenler ile köyde yeni doğanlar arasında sayısal fazla fark olmasa gerek ki, köyün nüfusunda fazla bir artış veya azalma olmuyor. Her ölü ile birlikte buraya iki taş dikiliyor. İnsanlar mezarlığın yakınından geçtikleri zaman, burada kendilerini nelerin beklediğinden bihaber sadece kefen denilen iki metrelik bir beze sarılıp yatanlara büyük saygı duyuyorlar. Yönlerini onlara doğru çevirip, dualar ediyorlar. Ölenin ardından, “gidenin yerinin doldurulamayacağı” bilindiğinden, geriye kalanlar daha da bir yalnızlaştıklarından, büyük acılar ve matemler yaşanıyor. Lakin zaman her şeyin dermanı olduğu gibi, bu yürek yakan, saçı başı yolduran, göğüs kafeslerini parçalatan büyük matemlerin üzerine kül serpmesini iyi biliyor. Öyle ki başlarda bu mekandaki yakınlarını bir iki bayramda ziyaret ettikten sonra, yaşayanlar oradaki yakınlarını kısa bir zaman sonra unutuyor. “Ölenle ölünmüyor, hayat devam ediyor.” Kabuk bağlayan yaralar ile birlikte, insanlar hayata tutunacak yeni dallar buluyorlar.
          Köylülerim büyük bir hüzün ve aylarca sürecek olan yasları ile, tabut denilen tahta bir sandukaya koydukları yakınlarının, artık hayattan kopmuş olan bedenlerini, fani olduğuna hepimizin aşina olduğu bu dünyadan sevdiklerini, oğullarını, kızlarını, kardeşlerini, eşlerini, sevgililerini, analarını, babalarını ve akrabalarını genç ve yaşlı demeden getirip, burada kazdıkları çukurlara gömüyorlar. Bu cansız bedenlerin üzerleri en  sevdikleri tarafından, aynı çukurdan çıkan, bütün insanların annesi olan toprak, kürekler dolusu atılarak kapatılıyor. Bütün anneler gibi, toprak ana da güzel kokar. Kazılıp havalandırıldığı zaman mezarlığa dünyanın en güzel kokusu yayılır. Oldum olası bu kokuyu çok severim. Yağmur yağdığı zaman, bütün köylülerim sığınacak bir ev veya saçak altı aranırken, ben yaz kış yanımdan ayırmadığım, artık iyice paralanmaya yüz tutmuş olan siyah paltomu kafama geçirir, yağmurun az veya çok yağmasına aldırmaksızın, ıslanan toprak ile birlikte yayılan buram buram kokuyu yorgun ciğerlerimin derinliklerine çeker, köylülerim evlerinin küçük buğulu camlarının ardında tavşan kanı çaylarını yudumlar iken, onların tedirgin ve şaşkın bakışları altında duygu yoğunluğu yaşarım. Onlar bana ve yaptığıma bir anlam vermezlerken, doğrusu ben de onların bu hallerine karşı içimde aynı anlamsızlığı taşırım. Onlara benzemediğim için bütün hal ve hareketlerim ile deli damgasını, affınıza sığınıyorum, deyim yerinde ise; kıçımın sol tarafına yerim. Deliliğin ölçütleri nelerdir, insan hangi durumlarda deli olarak adlandırılır bilemiyorum.
          Altmış yaşındayım. Köyde pek kimim kimsem yok. Olanlar da bana sahip çıkmazlar. Canları sağ olsun. Bana karşı onyargılı olanların gözünde, biraz süfli bir görünümüm olabilir. Ama gönlümün ve kalbimin ne denli lüks döşemeli birer saray olduğunu bilenler de var elbette. Saçım sakalım iyice ağardı. Saçlarımda hala öyle fazla dökülme yok. Kıvır kıvır doğduğum günden bu yana yerlerinde duruyorlar. Hiç evlenmedim. Hep uzaktan uzağa sevdim. Üzümlere uzanamayan tilkiler gibi, her defasında da ekşi deyip, kalbimi kandırmakta zorlandıysam da, eninde sonunda bunu başardım. Anlayacağınız, gerçekleşmesi mümkün olan dualara amin dedim. Kolay olmuyordu elbet, ama amin demenin de bir anlamı yoktu.
          Her ölünün ardından, köylüler mezarlıkta sevdiklerini bırakıp gittikten sonra onlar ile yine ben baş başa kalır, kabirlerinin üzerinde kendi bedenleri kadar taşan taze topraktan saygıyla bir avuç alır, koklarım. Sakın mezarlıkta dolanan bir “nebbaş” olduğumu sanmayın. Ben sadece kendimi gözlerden uzak, bu zararsız insanların arasında huzur içinde bulduğumdan, buradayım. Mezarlıktan el ayak çekildikten sonra, avucumda mis amber kokulu toprağım ile bu diyarın, artık hepten sakin olan sakinine ağlar, O’nun ile konuşmaya çalışır, hayattayken nasıl bir insan olduğunu, neler yaptığını, huyunu suyunu aklımdan geçiririm. Diğer mezarları da hemen hemen her gün dolaşır, onlar ile sohbet eder, hal ve hatırlarını sorarım. Ailelerinden ve köyden haberler veririm. Mümkün olduğu kadar onların sevinip, mutlu olacağı gelişmeleri anlatırım. Sohbetlerimiz esnasında kendimce onların da bana bir şeyler mırıldandığı varsayımını içimde titizlik ile barındırırım.
          Bu bahar sabahında çok iyi tanıdığım on dokuz yaşında gencecik, dünyalar güzeli, al yanaklı, siyah kıvırcık saçları omuzlarına dökülen Bahar’ı getirip, toprakla buluşturdular. Bahar´ın dalları bahar mevsiminde kurudu. Avucumda toprağım, gün gece yarısı olmasına rağmen çekip gidemedim. Hala boncuk boncuk göz yaşları döküyorum. Yakınım falan değil, olsa da fark etmez. Duyacağım acı aynı olur. Hayat dolu, saygılı, iyi bir aile terbiyesi almış, güzeller güzeli, bir içim su, gencecik bir fidandı. Bu fidan küçük de olsa bir ağaca dönüşüp, meyve vermek üzere iken, toprağa yığılıp, kaldı. Bahar’ın yazgısının böylesine kara olmasına şaşırıyor ve isyan ediyorum. Erol’u ne kadar da çok seviyordu. Bütün hayali onun ile bir an önce evlenip, mutlu bir yuva kurmaktı. Erol ile beş ay öncesinde nişanlanmış ve ardından nişanlısı çalışmak üzere tekrar İzmir’e gitmişti. Bahar bir ay öncesine kadar adeta sapasağlamdı. Bir kaç şikayeti üzerine Ankara’da doktora gitmiş ve yapılan muayene ve tetkikler sonucu kanser illetinin bütün iç organlarını kapladığını, çok geç kalınmış olduğunu ve buna bağlı olarak da oldukça kısa bir zaman yaşayacağını yakınlarına söylemişlerdi. Bahar’ın hastalığını fazla duyurmadılar, nişanlısı ile haberleşmelerinde önemli olmayan bir rahatsızlığının olduğunu belirtmişti ailesi. O’nu deliler gibi seven Erol’un Bahar’ın ölümünden haberi bile yoktu. Dün akşam Bahar büyük umutlar beslediği hayattan beklenenden de erken ansızın elini ayağını çekip, çakır gözlerini yumdu.
          Mezara sanki büyük bir aceleleri varmış gibi atılan toprağı, içim acıyarak düzeltiyorum. Her ölüm elbette ki söylendiği gibi erkendir. Fakat bu kadar erken olanına da yürek dayanmıyor. Uzaktan Bahar’ın baba evinde, gecenin bu saatinde hala büyük bir yoğunlugun yaşandığını, büyük taş duvar avlusunda yanan ışığın yardımı ile görüyorum. Kim bilir annesi şu an kendisini nasıl yerden yere vuruyordur. Sırasıyla Bahar’ın babası, kardeşleri akrabaları ve uzaklarda olan, olup bitenden hala bihaber olan nişanlısı Erol’u gözlerimin önüne getiriyorum. Hepsinin hali yüreğimi paralamaya yetiyor. Baba evi yıkıldı. Ailenin dallarına baykuşlar kondu. Gülleri hepten döküldü. Belleri büküldü. Avucumda bulunan toprağı tekrar, yerin altında cansız yatan Bahar’ın üsntüne dualar eşliğinde usulca serptim. Yüreğimde ince bir sızı ile kalktım ve mezarlığın içinde bir iki defa turladım. Ay ışığında mezar taşlarında yazan isimleri seçmeye çalışarak, orada kimin yattığını ilk defa görüyormuşum gibi heceleyerek okuyorum. Ne kadar da muhterem insan yer alıyor burada. İsimleri okudukça, onların hayatta iken hatırladığım halleri birer birer gözlerimin önüne geliyor. Aniden aklıma geldi, peki ben de ölüp, buralarda bir yer bulursam, benden sonra kim benim gözlemlerimi devam ettirecek. Mezarlığın delisi kim olacak? Benim mezarıma gözü iliştiği zaman, içinden benim hakkımda neler düşünecek. Dua okurken bunu gerçekten hak ettiğimi düşünecek mi? İyi olan yanlarımı daha çok hatırlayıp, gülümseyecek mi? Belki de, benim bazıları için söylediğim gibi; “hadi hadi iyisin” diyecektir.
          Ben “Mezarlığın Delisiyim”. Camili’li köylülerim, kendi aralarında benim için böyle diyorlar. Bundan gocunduğum yok. Benimkisi ince bir yürek sızısı. İnsan dediğimiz en kıymetli varlığın, bir anda gürül gürül akan hayattan koparılıp, geride kalan sevdiklerini üzüntüye boğmalarını kabullenemiyorum. Her Ölümün ardından, duyulan onca üzüntü ve aylarca tutulan yas, biraz da geride kalanların kendileri için olsa gerek. Yürekleri dağlayan matemimiz ve ağıtlarımız çekip, giderek bizi terk edenler için değildir. Tam tersine bütün bunlar baş başa kaldığımız yalnızlığımızadır. Mezarlığın delisi bendeniz; ip gibi dökülen göz yaşlarımız; aslında kendimiz içindir, diyorum. Sizce de öyle değil mi?  


Amsterdam, 22 Kasım 2011 

30 Ekim 2011 Pazar

ÖYKÜNÜN ÖYKÜSÜ

 ÖYKÜNÜN ÖYKÜSÜ
Cam mavisi pırıl pırıl gökyüzünde balıklar yüzmediklerinden, Camili Köyü sakinleri de oltalarını alıp, bu devasa bir okyanusu andıran boşluğa sallayıp, avlanamıyorlardı. Göz kamaştırarak, insanı alabildiğince huzurlu kılan bu güzelim, berrak mavilik; Camili Köyü etrafına serpişmiş olan, ağaçsız kuru tepelerin çok da yüksek olmayan doruk noktalarına kadar yayılıp, deve hörgücünü andıran coğrafya ile adeta birleşmiş gibiydi. Camili’de bir bahar gününün erken saatleri. Uçsuz bucaksız evrenin bu bölgesinde büyük bir sessizlik hakim. Horozların gırtlaklarını yırtarcasına bağırtıları duyulmuyor artık. Köyün harman yerinde sabah kahvaltılarını, burunlarından sesler çıkararak yapan ve arada bir her nedendir bilinmez; belli aralıklar ile anırma gereksinimi duyan eşeklerin sesleri duyuluyor sadece. Bütün köylüler derin uykularından, otomatik kurmalı horozları tarafından uyandırıldılar. Erkeklerden bazıları hayvanlarına bakmaya, kimi bir şeyler yeme, bir kısmı ise tarım aletlerinin bakımına yönelirken, çoğu kadın bir eli ile bellerini, diğer eli ile yörede ‘çalğı’ denilen büyük ot  süpürgelerini sıkıca tutup, evlerinin önünü derin düşüncelere dalarak süpürmeye başladılar. İki büklüm yere eğik vaziyette süpürme işine girişmiş olan kadınlar; sabah kahvaltısında sofraya ne koyacaklarını, gurbette olan çocuklarını, kocasından yakın zamanda yediği dayağı, evini, kızına ne zaman iyi bir talip çıkacağını, yaşam koşullarının zorluğunu ve gündelik hayatın pek çok kesitini gözlerinin önüne getirerek derin düşüncelere daldılar. Dünyanın dört bir yanında olduğu gibi, Camili köylüleri için de bütün sıkıntılara rağmen paha biçilmez değerde olan ve geriye kalan ömürlerinin yeni bir ilk günü başlamıştı.
Kumkent öykülerinden de tanıdığınız Heyderi  Hecike, sabah namazının ardından çok sevdiği sabah uykusundan biraz daha nasiplendikten sonra, kırmızı saten bezi ile kaplı yün yorganını sağ ayağının atik bir hareketi ile ileriye doğru atıp, hafif bir gerinme ile yatağından kalktı. Kırk yıldır hayatın her alanında yollarının kesiştiği hayat arkadaşı Zewe çoktan uyanmış, çocukları ve kocası için sabah kahvaltısı hazırlıyordu. Güneş geçen her dakika evreni daha çok ısıtıyordu. Heyderi Hecike çizgili zebra pijamalarının ceplerine soktuğu elleri, yüzde yüz pamuktan yapılmış olan bez parçasını sündürürken, bir yadan da biçimli burnunu hafif çekiştirip, gür kaşlarını birleştirdiği gözleri ile Zewe’ye ters ters baktı. O bir anlamda zevcesi Zewe’ye vücut dilini kullanarak, günaydın demek istedi. Zewe de bu hoş olmayan bakışları olumlu algılayıp, aynı zamanda ‘günaydın’ mahiyetinde kabul edip, çehresinde onlarca benin yer aldığı kafasını eğerek, kocasını yanıtladı. Dane dane benli Zewe Hatun mütevazi kahvaltı sofrasına hazırladıklarını tek tek koydu. Sofrada neler yoktu ki; her biri ekmek ile en az iki defa ısırılmak koşulu bulunan siyah zeytin, bir kase yoğurt, çökelek ve dört adet haşlanmış yumurta. Daha ne olsundu ki! Sofranın hazır olduğunu görüp, çocuklarına ve kocası Heyderi Hecike’ye seslendi. Haydar biraz ağırdan alsa da, çocuklar bulundukları köşelerden hışımla sökün edip, sofranın başına üşüştüler. Yer sofrasının bezini dizlerinin üzerine getirerek, bağdaş kurup, sabırsızlanarak Zewe ve Haydar’ın da buyur etmelerini beklemeye koyuldular. Zaman geçmek bilmiyordu. Ama yapılabilecek bir şey yoktu.
Haydar tam kahvaltı sofrasına yönelirken, Kuyular Köyü’nden ablası Sultan’ın kocası Hinto’nun boz bir eşeğin sırtında, ayaklarını sallaya sallaya evin avlusundan içeri girdiğini gördü. Haydar bütün misafirperverliğini göstererek, eniştesi Hinto’yu resmi bir ziyarete gelen bir devlet büyüğünü karşılar gibi buyur ettiyse de, kırmızı halının eksikliği belli oluyordu. Hani O da geleceğini bildirmiş olsaydı, kırmızı olmasa da siyah bir halıyı elbette tedarik ederdi. Ne de olsa biricik damatlarıydı. Damat Hınto çok renkli bir kişilikti. ‘Bilinen ve görülen’ tüm uzuvları büyüktü. Elleri, ayakları, gözleri, burnu, kulakları ve kafası oldukça iriydi. Birlikte kahvaltı ettiler, oradan buradan konuşurken komşu köyden Haydar’ın ablasının, yeğenlerinin ve tanıdıkların kucak dolusu selamları da iletildikten sonra yer sofrasından kalktılar.
Hınto Camili Köyü’ne kaynı Heyder’i Hecike’nin yanına tohumluk buğday almak için gelmişti. Maruzatını anlattıktan sonra, bir kaç evi dolaştılar ve sonuçta Mahmut’u Nuri Qero’dan gerekli olan tohum yapılan uzun pazarlıklar sonucu sağlandı. Hinto geceyi Haydar’ın evinde geçirecekti. Mahmut´un evinden döndüklerinde, Hinto´nun eşeği avluda başıboş  dolanıyordu. Camili ve çevre köylerde büyük su sorunu yaşanıyordu. Bölgede yaşanan kuraklık Kerbela çölünü aratmıyordu. Köy sakinleri büyük umutlarla evlerinin önüne en azından gündelik ihtiyaçlarını karşılaması için kuyular kazıyorlardı. Kimisinde beş on metre inildiğinde su izine rastlansa da, çoğu kuyuda derinlere de inilse herhangi bir ıslaklık dahi görülmüyordu. Haydar da bu umutla evinin önüne büyükçe bir kuyu kazdırmıştı. Kuyunun derinliği on metreyi bulduğu halde herhangi bir umut yok gibiydi. Bütün zahmetleri boşa gitmiş gibiydi. Hinto da kuyuya bakıp, buradan su çıkacağını sanmadığını dile getirdi. Haydar da gayri ihtiyari onaylar gibi yaptı. Bu arada Hinto´nun geldiğini duyan, Haydar´ın ağabeyi Şiho, amca oğlu Selahattin, Osman ve Kamber de Hınto´ya hoş geldin demek için gelmişlerdi. Akşam yemeği yendi, ardından tavşan kanı çaylar içildi. Uzun uzadıya sohbetlerde çevre köylerden, yakın zamanda vuku bulan olaylardan, politikadan, onlara göre Demirel´in başarılı politikalarından, sağ sol çatışmalarından ve daha pek çok konuda koyu sohbetler edildi. Yunanlı´ların her nedense her daim kaşına duran sırtlarının kaşıntısı da tırnaklar geçirilerek, giderildi. Sorun yumağı bu toprakların ‘memleket meseleleri’ olarak da adlandırılan  sorunları bir kez daha ayağı kırık masaya yatırıldı. Damat Hınto politik konularda pek takıntılı değildi. Türkçe dili ile başı hep belada olduğu halde, O Türkçe konuşmakta direniyordu. Kendileri İç Anadolu bozkırının en iyi define avcısıydı. Onlarca definenin yerini bulmuş, ama her defasında ganimetlere elini sürememiş, her defasında kazıyı yönetenler tarafından kandırılmıştı. Çok misafirperver olduğundan o şehirli definecilere evden yemek getirmek üzere evinin yolunu tutarken, geri döndüğünde misafirlerine bir türlü yemek yediremiyordu. Olan Haydar’ın bircik ablası Sultan’a oluyordu. Bir sürü yemek yapıp, dünyanın zahmetine giriyordu. Fakat Damat Hınto bulduğu defineler ile ilgili maceralarını anlatmaya başladığında, hemen Haydar’ın evinin duvarına asılı bulunan yeşil çerçeveli, yaldızlı karınca duasını işaret ederek; “aha bu kur’an üzerine yemin ederim ki” diyerek söze başlıyordu. En nihayetinde gün gece yarısına yakınlaşırken uyku saatinin geldiği, ev sahibi ve misafirler tarafından esnemeler eşliğinde hatırlandı.
Misafirler tek tek kalkıp evlerinin yoluna koyulurken, Zewe de misafire ve çocuklarına yataklarını hazırlamak üzere yorgan ve döşeklerin bulunduğu odaya yöneldi. Hinto ev halkından hatır isteyip, yatağına çekildi. Evi büyük bir sessizlik ve zifiri karanlık bürüdü. Hinto tam uyumuştu ki, sessizliği eşeğinin uzun uzadıya anırması bozdu. Avluda bu sırada büyük bir patırtı halinde gürültüler geldiyse de, kimsecikler aldırmadı. Hinto
Doğal olarak sabah bütün ev halkı ve misafir Damat Hınto da uzun uzun öten horozun sesi ile uyandılar. Damat Hınto, sabah kahvaltısının ardından kendi köyüne gitmeye hazırlanacaktı. Haydar ve Hınto sabah namazını birlikte kıldıktan sonra, kahvaltı hazırlanıncaya kadar, biraz daha dinlenmek üzere tekrar yataklarına uzandılar. Çocuklar daha mışıl mışıl uyuyorlardı. Derken kahvaltılarını yaptılar. Kahvaltıda,  çocukların garip bakışları altında Hinto'nun bir defada bir zeytini yediği, çocukların gözlerinden kaçmadı. İşin içinde bir adaletsizlik vardı. Hınto’nun gözleri artık çarıklarındaydı. Hınto avluda olan eşeğine baktıysa da göremedi. Haydar’a akşam eşeğinin bir yere gitmemesi için avlu kapısını iyice kapatmasını da sıkı sıkı tembih etmişti. Bir yere gitmiş olamazdı. Eşeğin yokluğundan haberdar olan ev halkı, etrafı kolaçan etmeye koyuldular. En nihayet akıllarına yeni kazılan kuyuya bakmak geldi. Evet korktukları başlarına gelmişti. Zavallı eşek kuyunun dibinde yukarı doğru mahzun gözler ile bakıp, kurtarılmayı bekliyordu. Haydar ve Damat Hınto ne yapacaklarını şaşırdılar. Çok geçmeden kuyunun başında epeyce meraklı birikti. Herkes eşeğin kurtarılması için bir fikir yürütüyordu. Köylülerden bir iki kişi kuyuya inip, kalın kendirler ile eşeği bağladılar. Yukarıya doğru her çekişlerinde eşek bir milim dahi kıpırdamadan olduğu yerde kalakaldı. Kalabalık zaman geçtikçe büyüyordu. Olayı duyan soluğu büyük bir merak ile Haydar’ın evinde alıyordu. Karşı mahalleden Sadıklar sülalesinden Almancı olan, Cemal de eşi ile birlikte gelmişti. Genç yaşında gurbet yolunu tutan Cemal, Alman eşi Helga ile tatile gelmiş ve bu büyük bir merak uyandıran olayı duyunca, mercedes marka otomobilleri ile gelip, kurtarma çalışmalarını izlemeye koyulmuşlardı. Fakat onca zaman geçmiş olmasına rağmen, zavallı eşeğin kurtarılması konusunda, hiç bir gelişme yoktu. Alman gelin Helga her defasında çığlıklar atıyor ve eşeğin çaresizliğine çok üzülüyordu. Oysa köylülerden daha farklı tepkiler geliyordu. Aslında Haydar ve Hınto dahil kimsenin umurunda da değildi. Hınto uzun uzadıya bir durum tahlili yaptıktan sonra, kuyuyu kapatma teklifinde bulundu. Zaten Haydar da dün akşam öyle yapacağını söylüyordu. Eşeğine gelince, artık ondan hayır gelmiyordu. Eşeği ne yazık ki yaşlıydı ve zor yürüyordu. Derken öneri bütün köylüler tarafından kabul görmüş, tek muhalif Helga’ya rağmen kuyunun eşek ile birlikte kapatılması yönünde karar alındı. Demokrasinin geçerli olan ilkesi çoğunluk olduğuna göre, böyle de oldu. Küreğini kapan kuyunun kenarındaki toprağı Alman gelinin çığlıkları eşliğinde, eşeğin üzerine doğru atmaya başladılar. Damat Hınto’nun eşeği üzerine atılan toprağa önceleri şaşakaldı. Atılan bir kaç kürek topraktan sonra, sırtında kaşıntı hissetmeye başlayınca silkelenmeye başladı. Atılan her kürek topraktan sonra aynı hareketi gayri ihtiyari tekrarlamaya başladı. Atılan her kürek toprak, eşeği gömme operasyonuna katılanları ve izleyicileri hayrete düşürüyordu. Bir müddet sonra atılan toprağa basarak yükselen eşek, bir mucizeyi gerçekleştiriyordu. Bu olup bitene köylüler oldukça şaşırırken, Alman gelin ise sevinç çığlıkları atıyordu. Evet nerede ise kuyu dolmak üzereydi. Derken eşek hiç bir şey olmamış gibi istifini bozmadan çıkıp, yürümeye başlarken, Helga bu kez latince bağırıyordu.
‘Carpe diem... Carpe diem’ eşek... Köylüler ne dediğini Alman gelinin kocasına sorduklarında, o da bunun ne anlama geldiğini bilmiyordu. Yıllar sonra Alman gelinin bağıra bağıra haykırdığı bu sözcükler; internetin keşfinden sonra, Camili’li gençler tarafından hecelenip, çok şey bilen profesör Google Amcaya sorulduğunda, bunun ‘anı yaşa – gününü gün et’demekle eş anlamlı olduğunu öğrendiler. Camili’li gençler anlatılan bu öyküden ders çıkarmasını da bildiler elbette. İnsanlar hiçbir şeyi dert edinmemeleri, kendilerini gelip bulan sıkıntıları üzerlerinden silkelemeleri halinde, onlar da düzlüğe çıkacak ve ‘carpe diem’i birebir yaşayacaklardı. Öyleyse bütün iyimserliğimiz ile silkelenmeye devam. Silkelen... Silkelen... Evet size de ‘carpe diem’...


Amsterdam, 30 Ekim 2011


23 Eylül 2011 Cuma

AL BAŞA BİTLİS SİNEMASI



AL BAŞA BİTLİS SİNEMASI

Tek mal varlığı, üstü kıvrımlı ağaç dalları ve yaprakları ile süslü gümüş tabakasıydı. Öyle “Acem elinden” armağan olmadığı gibi, zaten Acem ellerinde tanıdığı da yoktu. “Kirmanşah dokuması al kuşağa ve tespihe” de sahip değildi. Varı yoğu gümüş tabakasıydı. “Sonra oracıkta kimselerin tüfek çatıp,  koynunu usul usul yoklayacak” öneme haiz birisi de değildi. Fakat gündüzleri çok önemli bir şahsiyet olmasa da, yaz akşamları güneş elini eteğini çekip, gün ağır kurşuni griliğe büründüğü zaman, O’nun şahsiyetinin önem çıtası da yükselmiyor değildi. Kırçıl pos bıyıkları, haşmetli burnu ve insanda acıma duygusunu ilk bakışta tetikleyen çökük avurtları ile Mahmut Dayı, Bitlis’in tek açıkhava sinemasında makinistlik yapıyordu. Adilcevaz ilçesine bağlı otuz beş haneli Mollafadıl Köyü’nde elli beş yıl önce dünyaya geldi. Babası ve annesi hayli yoksuldu. Mahmut'un doğumu ile ailenin nüfusu yediye ulaşmış, var olan dar boğaza, bir can daha eklenmişti. Bütün hayatı boyunca yoksulluğu hep ensesinde hissetti. Askerliğini yaptığı Ankara Polatlı’da sinemaya olan ilgisinden dolayı, askeriyedeki sinemanın makinisti ile en kısa zamanda dost olup, makinistliği öğrenmeye çalıştı. Bu mesleğini, askerlik sonrası sivil yaşamında, uzun süren yaz mevsimlerinde icra ediyor, kışları ise çalışmıyor, biriktirdikleri ile yaşamını idame ediyordu. Artık kimi kimsesi yoktu. Anne ve babası çoktan ölmüşlerdi. Olsaydı O’nu da bir yavuklusu, “O’nun al yanağını elbette paylaşmaktan” yana değilse de, gümüş tabakasındaki bütün tütününü, önüne gelen herkese dağıtmaya hazırdı.
Uzaktan uzağa çok aşık oldu. O da bütün yüreği ile sevmesini en iyi şekilde bildi. Fakat ya hiç açılamadı, ya da kabul görmedi. Dilediği gibi olsaydı; O’nun da “Karadutu, çatalkarası, çingenesi, nar tanesi, nur tanesi, bir tanesi” olacaktı. Bunun ile kalmayıp, “ağaç ise dalı, petek ise balı, günahı ve vebalısı” olacaktı. Lakin olmadı. Hep bir başına, tek tabanca kala kaldı. Belki de, “dili mercan, dizi mercan, dişi mercanı” olurdu. Elbette “yoluna canını koymaktan” tereddüt duymayacaktı. Ama kimsesi yoktu. O nedenle, “yüz yıl olmuştu yüzünü görmeyeli, belini sarmayalı, gözünün içinde durmayalı, aklının aydınlığına sorular sormayalı, dokunmayalı sıcaklığına karnının.” Acep, “Yüz yıldır bekliyor muydu kendisini, bir şehirde bir kadın?” Bunun böyle olduğunu hiç sanmıyordu!
Kareli gri ceketinin sağ cebinde, devamlı elini üzerine koyarak sakladığı tabakasını çıkardı. Kapağı yavaşça açıp, zeybeklerin “kız saçı” dediği, “her damardan su içmeyen, yerini beğenmeyen mağrurlukta, üşüyen, naz eden, darılan” altın sarısı Bitlis tütününden alıp, sol elinin işaret ve baş parmağının arasına yerleştirdiği, incecik sigara kağıdına özenle yatırdı. Tütünden sararan ince uzun hünerli parmakları ile pirinç kağıdı bir ileri bir geri hareket ile yuvarlayıp, dilinin ucu ile hafiften ıslatıp, yapıştırdı. Benzini bitmek üzere olan muhtar çakmağını ateşleyip, sigarasını yaktı. Etrafa hoş bir tütün kokusu yoğun bir duman bulutu dahilinde yayıldı. “Bütün hasretlerin kahrına ve zehrine çaresiz kalmaların, ilk nefesi Hızır gibi yetişti.” Bu kez “Cibali’de değil de, Bitlis’te sarılan cıgaranın.” Derin bir nefes ile bulutlar halinde dumanı ciğerlerinin diplerine doğru çekti. Gün kararmak üzereydi. Sinemanın makine odasına çıktı, film makaraları arasında zik zak yaparak yürüdü. Bu işi hemen hemen bütün çevre illerde ve kasabalarda yaptı. Son beş yıldır Bitlis’teydi. Akşam için yeni bir film gelmişti. Şehri sokak sokak dolaşıp, filmin reklamını yapmışlardı. Biletlerin hepsi satılmış, ayakta, aralarda seyretmek isteyenlere yarı fiyatına da bir hayli satış yapılmıştı. Bitlis Simeması’nın sahibi aslen köylüsüydü. Kendisinden yaklaşık yirmi beş yıl daha gençti. Çalışkan, tutuğunu koparan bir gençti. Mahmut Dayı patronunu çok seviyordu. Baran da, O’na saygısında kusur etmiyordu. Çalışmaları büyük bir dayanışma içinde geçiyordu. Her yeni filmin ilk günü hayli zor geçiyordu. İki saatlik film, bazı durumlarda dört beş saat kadar sürdüğü oluyordu. Dolayısı ile yorucu ve sinir bozucu bir gün olacaktı ve buna kendisini hazırlaması gerekiyordu. Film bobinini alıp, az sonra başlatmak için başa sardı. Daha sonra gelecek haftalarda gösterime girecek olan filmlerin reklamı için, diğer film bobinlerini hazırladı. Bıyıklarını çekiştirip sandalyesine oturup, Baran’ın hadi başla komutunu beklemeye koyuldu. Doğru dürüst bir şey de yememişti. Yine akşam yemeğini peynirli bir sandviç ve ayran ile geçiştirmişti.
Baran hızla makine dairesine çıkıp, kapıyı tıklattı.
“De hadi Mahmut dayı, başla ya Allah, ya bismillah! Sinema tıklım tıklım. Herkes seni bekliyor. Bir isteğin var mı?”
“Yok sağ olasın Baran yeğen. Filmi hemen başlatıyorum.”
Komutun ardından, dönen film şeritlerine yansıyan ışıklar, sıvaları yer yer dökülmüş olan Bitlis Açıkhava Sinemasının perdesine hareket eden görüntüler halinde yansıdı. İnsan sessizliğini, tüketimi götürü usulu tüketilmek üzere çitlenen çekirdeklerin çıtırtı sesleri bozuyordu. Seyircilerin yüreğini büyük bir heyecan, habersizce gelip, kaplamıştı. Film kareleri hızla dönüp, var olan heyecana yenisini katarken, Mahmut dayının çalışma odasının kapısı yeniden hızla çalındı. Filmin başlamasından yarım saat gibi bir zaman geçmişti ki, Baran sinemanın kapısından karakol komutanını ve eşini buyur etti. Ceketinin önünü ilikleyip, gelenlere yol gösterirken, en ön sırada gizlice buluştuğu sevgilisinin elini tutan Süleyman’ı kalkın oradan deyip, misafirleri oturttu. Bu arada teşrifatçı ile Mahmut dayıya haber saldı. Teşrifatçı kapıyı çalarken bir yandan da bağırıyordu.
“Mahmut dayı…  Baran Abe karakol komutanı geldi. Filmi başa al diyor.” Mahmut bunun başına geleceğini biliyordu. Mırıldanarak filmi başa aldı ve yeniden başlattı.
Yirmi dakika sonra Baran bu kez de, emniyet müdürünü karşılamak üzere az önce iliklediği ceketini bir kez daha aynı işlemi yapmak üzere, parmaklarını düğmeler ile buluşturdu. Emniyet müdürünü ve eşini de önden eğilerek buyur edip, bu zoraki konuklarını da götürüp, karakol komutanının yanına oturturken, iki seyirci daha yerinden oldu. Mahmut dayının kapısı yeniden çalınırken, kulakları teşrifatçının bağırması ile çınlıyordu.
“Mahmut dayı... Emniyet müdürü geldi. Al başa...”
Başa alınan filmin aynı kareleri üçüncü kez izlenmek üzere döndü. Çok geçmeden yetkili birilerinin daha teşrif etmeleri beklenirken, Baran elleri her an ceketinin düğmelerine gidecek şekilde bekliyordu. Açılan kapıdan bu kez de belediye başkanı, eşi ve genç kızı süzülerek içeri girdiler. Baran belediye başkanını da aynı ev sahibi olarak saygıda kusur etmedi. Belediye başkanı ve ailesi, emniyet müdürünün yanına oturtulurken, be kez de ön sırada başkaları yerlerinden oldu.
Mahmut dayı çıldırmak üzereydi. Filmi yeniden başlatırken, başını ellerinin arasına alıp, yumruklarını sıkadururken, Baran Vali, ailesi ve korumalarını eğilip, bükülerek Bitlis Açıkhava Sinemasına buyur ediyordu.
“Mahmut dayı..... Al başa...  Vali geldiiii...”
Mahmut dayı filmi başa alırken, Mahmut dayı makine odasında bir başına, yapa yanlızdı. Kafasından da çeşitli düşünceler, arda arda dönen film kareleri gibi geçiyordu.
“Bu ülke yedi yüz seksen beş bin kilometre karelik bir Bitlis açıkhava sineması mıydı? Bu insanlar, bu topraklar; barışa, kardeşliğe ve insanca bir yaşama ne kadar da susamış haldeydi. İnsanca bir çözüm ne zaman gelecekti? Bu kadar zor mu? Ne olacaktı  kendisinin de içinde yer aldığı bölge insanının hali? İnsan beynini kemiren bu belirsizlik durmalıydı. Bunun bir yolu yordamı olmalıydı.  Hani nerede kaldı çeşit çeşit, renk renk açılımlar. Nerede kaldı ateş kesler? Bitlis Sineması gibi bir ülke.”
“Mahmut dayı...  Komutan geldi. Al başa... Bitlis Sineması!”


Amsterdam, 22 Eylül 2011
  



  

11 Eylül 2011 Pazar

CULEMBORG’LU LEO VE BALA’LI BİLO

CULEMBORG’LU LEO VE BALA’LI BİLO
        
           Belediye verilerine göre, tarihi bin iki yüz seksenli yıllara değin uzanan, De Meer nehri yamacına serpişmiş olan Culemborg şehrine, bin dokuz yüz kırk sekiz senesinin baharında taşınan, Jaap Beyin açık mavi gözleri mutluluktan parıldıyordu. Uzun sarı kirpikli gözleri, büyük bir özen ile mobilyalarını içeri taşıyan, ev taşıma şirketinin elemanlarının üzerindeydi. Bir yandan da karnı iyice burnunda, alabildiğine tombullaşmış; ha bugün ha yarın, doğum yapacak olan gül tenli karısı Marianne’yı kolluyordu. Sarı kıvırcık saçları, biçimli burnu ve sivri çenesi ile bayanların dikkatinden kaçmayan Jaap Bey, her iki durum için tedirgin olmaktan kendisini alamıyordu. Mobilyaları çizilip, kırılmamalı, karısı da fazla ayakta kalıp, yorulmamalıydı. O'na göre taşınmak dünyanın en zor işlerinden biriydi. Hele de eşi bu halde olunca, daha da zor oluyor ve yükün büyük kısmı, haliyle kendi omuzlarına biniyordu. Ama olsundu, yakında bir bebekleri olacak ve dünyaları alabildiğine şenlenip, güzelim izdivaçları daha büyük bir mutluluk ile taçlanacaktı. O günü büyük bir özlem ve gün geçtikçe artan kalp kıpırtıları ile bekliyordu.
        Marianne Hanım da bir hayli kaygılı ve heyecanlı idi. Bir eli ile sarı buklelerini harmanlıyor, diğer eli ile karnını okşayıp, deniz mavisi gözlerini kırpıştırıp, doğacak olan bebeği ile konuşuyor, gülümsüyor ve hayaller kuruyordu. Geçen her gün, bu bahtiyar çifti, doğacak olan mucizelerine daha çok yakınlaştırıyordu. Bu bebek hayatlarına yepyeni bir tat, renk, neşe ve güzellik getirecekti. Marianne Hanım tüm hayatını, kız veya oğlan ne olur ise olsun, kendilerinden bir parça olan bu küçük canlıya adayacaktı. O mutluluklarının bir armağanıydı.
        Taşınmalarının üzerinden geçen yıllar birbirini kovaladı. Biricik oğulları Leo bebekliğini, çocukluğunu, ergenlik çağını, delikanlılığının bütün evrelerini yaşadı. Doğrusu oldukça güzel ve rahat bir bebekti. Maması verildiği sürece sorun yaratmıyordu. Beklenen büyük gün geldi, dayandı. Marianne Hanımın burnuna yakınlığını yitiren, yirmi dört yıl önce karnının boşalması sonucu, dünyaya gelen oğulları Leo’nun bankadaki ilk iş günüydü. Yakışıklı, uzun boylu, alımlı bir gençti. Yüksek okulu bitirdikten sonra, Hollanda’da pek de görülmediği söylenen torpil ile babasının yanında işe girmişti. Yıllar önce Culemborg şehrinde banka şubesinin müdürü olarak atanan Jaap Bey, geçen zaman zarfında hızla yükselip, aynı bankanın yönetim kurulu başkanlığına kadar yükselmişti. Aile bir kez daha taşınıp, bu defa Amsterdam’a yerleşmişti. Leo yüksek okulu zoraki bitirmişti. Çalışmakta falan hiç gözü yoktu. Ama babası ve annesinden çekindiği için kendini zorlayarak, geriye doğru giden ayaklarını adeta sürüyerek bankadan içeri girdi. Hiç sevmediği o resmi ortamı hissetti. Yüreği sıkışır gibi oldu. Annesi kravatı boynuna güç bela geçirirken, gözüne idam ilmiğini boynuna geçiren bir cellat gibi gelmişti. Yüzünü her ne kadar buruşturup, elinin tersiyle annesini itelemek istediyse de, nafile. Kravat denilen idam ilmiği boynundan geçip, annesi tarafından itina ile ütülenmiş, kolalı beyaz gömleğinin yakasının altında iyice saklanıp, göbeğinin üzerine doğru bütün haşmetini ortaya çıkararak, yerini almıştı.
        Bankadaki ilk gününde iş arkadaşları ile tanışmıştı. Temizlik işi yapan kara kafalı bir kaç kişi de etrafta dolanıp, duruyorlardı. Duyumlarına göre Hollanda’ya ve Avrupa’nin savaş sonrası kalkınmakta olan pek çok ülkesine, Türkiye, Fas, Yunanistan, İspanya, Yugoslavya ve Portekiz gibi ülkeden çalışmak üzere insanlar geliyorlardı. Leo bu çalışanlardan biri ile kafa kol işaretleri ile hemen tanıştı. Cana yakın ve samimi insanlara benziyorlardı. Uzaylı gibi gözükmeseler de, kendilerinden görünüm olarak, oldukça farklıydılar. Simsiyah kıvırcık saçları, esmer tenleri, sarkık bıyıkları vardı ve giyimleri dahi çok farklıydı.
        Leo geç saatlere kadar uyumayıp, tüm gece çok sevdiği beyaz şaraptan, art arda yudumlar alıyor, içtikçe kendisinden geçip, mest oluyordu. Boşalan üçüncü şişeyi bir kenara koyarken ayakta sallanıyordu. Hemen uyuyup, sabah kalkar kalkmaz gidip, şarap almak gerekiyordu. Büzgülü beyaz benekli mavi perdesini akşam çekme gereği görmediğinden, sabah güneşi görevini devir alır almaz, Leo’nun penceresinden, bütün ışınları ve yelpazesindeki renkleri ile yatak odasına doluştu. Mevsim bahardı. Evinin içi çarçabuk ısındı. Acele ile yatağından kalktı, elini ve yüzünü yıkamadan, ayakkabılarını ayağına geçirip, el çantasını sallaya sallaya şarap alacağı restauranta geldi. 
        Restaurant sahibi Bilo Türkiye’li idi. Leo yıllarca önce bu yabancı kökenli insanlardan bir iki tanesini çalıştığı bankada görmüştü. Fakat gün geçtikçe yabancılar kitleler halinde gelip, bu küçücük ülkeye doluşmuşlardı. Ülkenin her tarafında, adeta mantar gibi türüyorlardı. Kendisinin, onlar ile herhangi bir sorunu yoktu. Fakat etraftan ırkçı söylemler de gelmiyor değildi. Kimileri; ülkenin tamamen yabancılar ile dolup, taştığını, artık tek yabancıya dahi yer olmadığını, bunların ülkelerine gönderilmeleri gerektiğini,  hoş görünün ülkesi olarak bilinen bu topraklarda, artık yüksek ses ile söylüyorlardı. Büyük çoğunluğu islami inanca sahip bu insanların, Hollanda için tehlike oluşturduğunu, her geçen gün daha çok doğurduklarını ve akın edercesine gelip, yerleştiklerini, yapışıp kaldıklarını söylüyorlardı. Onlara göre belli bir süre sonra ise, bu gidiş ile Hollanda’lı diye bir kavramın kalmayacağı ise başka büyük bir tehlike idi. Leo için bu tür görüş ve konuşmaların hiç bir önemi yoktu. O’nun için ağzını sürekli ıslak tutacağı kadehinin dolu olması çok daha fazla önem taşıyordu. Leo kadehinin dolu olmasını düşünürken, bazılarını da ülkenin dolu olması rahatsız ediyordu. Keşke yabancılar da bu ülkeye Leo’nun dolu kadehinin verdiği tat ve hazzı verebilselerdi. Ama görünen o ki, bu mozaik artık büyük bir kesime rahatsızlık veriyordu. Bilo bu yağlı müşteri, komşusu, şimdilerde altmış iki yaşına gelen Leo’yu görünce; her zaman kısa kestirdiği hafiften kelleşmeye başlamış olan kafasını hafifçe eğip, O’nu içeri aldı. Leo babasının en üst düzey yönetici olarak yükseldiği bankada, ancak üç yıl çalışabilmişti. Babasının yardımları ile malulen emekli oldu. Bundan sonra yaptığı tek şey her gün bıkıp usanmadan içip, ardından sızmaktı. Onlarca yıl böyle geçti. Geçen uzun zaman O’nu tamamı ile alkol bağımlısı haline getirmişti. Yaşamında tek bir olgu vardı, ki o da alkoldü. Bayan arkadaşı hiç olmadı. Böyle bir gereksinimi hiç duymadı. Büyük bir yalnızlık içinde idi. O bundan hiç gocunmuyor, bu aklına dahi gelmiyordu. Etrafında yarın bir gün öldüğünde; O’nun tabutunu taşıyacak dört kişi adı sayılamıyordu. Ama bulunduğu ülkede, tabutlar zaten omuzlarda taşınmadığından, tekerlekli bir sedyeye konulacak ve belediye görevlileri tarafından işlemler yapılacağından, buna da ihtiyacı yoktu. Babası yıllarca önce ölmüş, annesi de bir hayli yaşlanmıştı. Annesi ile olan ilişkisi sadece O’nun, ölüp ölmediğini kontrol etmek mahiyetinde idi. 
        Bilo buzdolabından çıkardığı üç adet Güney Afrika şarabını Leo’nun çantasına koyarken, biraz sohbet etmek istedi. Leo sohbete her zaman söylediği ve yol boyunca mırıldandığı cümleler ile başladı.
“Annem ölürse... Bak komşu, babam yıllar önce öldü. Aaah bir an önce annem de ölse. Annem şu an seksen dokuz yaşında. Eğer annem ölürse, bana yaklaşık beş yüz bin avro kalıyor.” Kafasını sallayıp, konuşmasına devam etti.
“Evet annem ölürse, bana tam beş yüz bin avro kalıyor. Bu çok büyük bir para. O zaman gelir senden günde on şişe şarap alırım. Ama annem ölürse...  Sana söz veriyorum. Seni de tatile gönderirim. Bütün masrafların da bana ait. Gördüğüm kadarı ile çok yoğun çalışıyorsun ve iyi bir tatili hak ediyorsun. Ama dediğim gibi, annem ölür ise.” Bilo gülümseyerek kendisini onayladı.
“Evet Leo, eğer annen ölürse, ikimiz de yaşadık demektir.” Fakat bir yandan da ‘ya sen annenden önce ölürsen, bu gidişle... O zaman planlarımız suya düştü demektir.’ diye düşünmekten de kendisini alamıyordu.
        Bilo restaurantı açalı iki yıl gibi bir zaman olmuştu. İşler çok iyi olmasa da, masraflar çıkıyor ve kendisi de ayakta kalmakta fazla zorlanmıyordu. Ama Leo gibi her gün gelen müşterilerin olması da çok önemli idi. Bilo Hollanda’lı bir bayan ile evliydi ve dokuz yaşında bir kızları vardı. Kızlarının adını eşitlikçi ve hakkaniyetçi biri olduğu için Mathilda Berfin koydular. Yani bir Hollanda, bir de Kürt ismini yan yana getirdiler. Fakat bu eşitlik hiç bir zaman yer edinmedi ve kızları hep Hollandaca ismi ile çağrılır oldu. Dolayısı ile Hollanda Bilo’nun Kürt kalesine hep gol atan taraf oldu. Leo’nun her gün uğrak verdiği Restaurantın, adının konmasında da Hollandaca olmasına karar verildi. Hollandaca “ Restaurant Til Teyzenin mutfağı” olarak bir isim verildi. Haliyle gelen her müşteri içeri girer girmez, Til Teyzeyi karşılarında bulmak istiyordu. O’nun yerine, esmer, kısa kesik saçlı Bilo’yu veya yanında çalışan benzeri elemanları görünce; merakla Til Teyze nerede diye soruyorlardı. Leo da her gelişinde mutlaka Til Teyzenin nerede olduğunu sorsa da, O’nu hiç göremiyor, şaraplarını büyük bir mutluluk ile çantasına doldurup, annesinin bir an önce ölmesi beklenti ve umuduyla evinin yolunu tutuyordu. Bilo ve çalışanları ise ,o iş kalabalığında, zamanıymış gibi Til Teyzenin kim olduğunu anlatmaya çalışıyorlardı. Bu soru her gün onlarca defa soruluyor ve restaurantın teyzesinin uzun fistanı, örgülü sarı bukleli saçları ile çıkageleceğini bekliyorlardı. Til Teyze kim diye sorulduğunda, Bilo kendisince sıradan bir yanıt bulmuştu. Kızının Mathilda adı ile ilinti kurarak, meşhur teyzenin hikayesini anlatıyordu. Fakat en iyi anlatımı ise, kafa ve göz kıran, ‘ben var gelmek’  Hollandacası ile aşçı, Kars’lı Memo yapıyordu. Memo özellikle gelen sarışın ve güzel hatunlara bu isim öyküsünü memnuniyetle anlatmaya çalışıyor, bir yandan da içi geçerek, bayanı tepeden tırnağa sindire sindire süzüyordu. ‘Gezden, gözden ve arpacıktan’ yapılan rutin süzme işi devam ederken, Memo’nun mübarek ağzından aynen şu cümleleri duymak, artık eskisi kadar yadırganmıyordu.
“Eee… Bizim bir patronumuz var. Patronumuzun da bir kızı var. Bizim patronumuzun kızının adı Mathilda. Mathilda kendisini kısaca Tilli diye adlandırıyor. Bizim patronumuz da, bu neden ile restaurantın adını Til Teyzenin mutfağı olarak koydu.”  deyip, bir kez daha döktüğü ter, aynı zamanda bütün enlem ve boylamları ile hoşlandığı karşı cinsin cazibesinin getirdiği iç hoşluğu ile derin bir nefes alıyordu.  
Memo aynı cümleler ile, aynı günün akşamı da şarap almaya gelen Leo’nun yanında, koca kıçlı ve büyük göğüslü, sarışın bir dilbere anlatıp, merakını giderip, göz banyosunu yaptığı esnada, Leo gülümsüyor ve ardından Şaraplarını sallaya sallaya götürüyordu. Her defasında olduğu gibi çalıştığı bankanın evine yakın olan şubesinin önünden geçti. Cebinden banka kartını çıkarıp, mırıldandı.
“Annem ölürse, sen artık hiç boşalmayacaksın. Her zaman  şarabımı gidip, alacağım. Annem ölürse, sen en az beş yüz bin avroluk bir kart olacaksın.”
Leo şarap şişeleri ile aheste aheste evine doğru mırıldanarak giderken, onun ardından bakıp,mırıldanan biri daha vardı . O da Til Teyzenin mutfağı restaurantının sahibi Bilo’dan başkası degildi…
 “Hadi Leo biraz daha dayan koçum. Bilirim ne bir haram yedin. Ne bir cana kıydın. Ekmek kadar temiz, su gibi aydın olup, olmadığını bilemiyorum. Hani hiç kimse duymadan hükümler de giydiğin yok.  Yiğidim aslanım, ama sen annenden önce buralarda yatma. Annen de ölecek ise, bir an önce ölsün. Yetti gayri. Bekle bekle nereye kadar? Bizim sabrımızın da bir sınırı var. Öl ki ben de şöyle bir aylığına da olsa, Marmaris’e Antalya’ya veya olmadı İstanbul’a gideyim.” Deyip, traşlı derin düşünceli başını önüne eğdi. Mırıldanmaya devam etti.
“Ko desinler,  Şahmaran’ın da bağı var. Değme keyfine, bir günün beyliği beylik. Olmasa da olur, diyemeceğim. Olmalı. Bu kadar da uzun  yaşanmaz ki.”
        Yeni bir iş akşamı için gün kararıyor, dışarıda hafif yağmur çiseliyordu. Tek tek gelen müşteriler, siparişlerini vermek için Til Teyzenin gelmesini bekliyordu. Culemborg’lu Leo çekili mavi perdelerinin ardından, deniz manzaralı evinin penceresinden, yağmuru seyre dalıp, ölesiye sevdiği şarabından ikinci kadehini yudumluyordu. Yer küre bütün hızı ile dönmeye devam ediyordu.
  

Amsterdam, 1 Eylül 2011 

3 Ağustos 2011 Çarşamba

Istanbul

İSTANBUL
Zalimdir İstanbul,
Edasının hoşluğu,
İşvesi,
Cilvesi
Gelin güzelliğiyle,
Alıp götürür insanı.
Ve de getirmez gerisin geri.
Başı hep bulutlardadır,
İstanbul'larda adamın.
Zulüm eder,
İçirir kana kana benzersiz güzelliğini.
İstanbul var ya hani,
O İstanbul,
Faşistanbul´dur,
Ayıptır söylemesi.


Amsterdam, 23 mart 2010


29 Temmuz 2011 Cuma

HAM AVRAT

 HAM AVRAT
Üçüncü vitese takıp, gaz pedalına iyice yüklenmişti ki, arka koltukta oturan yüzü yer yer irili ufaklı sivilceler ile kaplı Fehmi usulca ileriye doğru uzanıp, minibüs sürücüsü Şemo’ya seslendi.
“Şemo abi, bi zahmet, ilerideki yol ağzında inecek var.”
“O inecek sen misin? Tamam babam, elbette emrin olur. Hemen duruyorum. Burası uygun mu?”
“Estafurullah abi. Olsa olsa ricamiz olur. Abi biraz daha ileride.”
“Hoppala, babam yol ağzı demedin mi? İşte yol ağzı. Tövbe tövbe…”
“Tamam burası iyidir abi.”
“De hadi buyur in bakalım.”
“Sağollasın Şemo abi. Hadi iyi günler, bol kazançlar.”
“Sen de sağ olasın. Allah zihin açıklığı versin. Derslerini ihmal etme.”
Sırt çantasının askılığından tutan Fehmi, kapıyı inerken hızla çarptı. Şemo;
“Yavaş oğlum, yavaş… vur dedikse, öldür demedik ki, böyle hızla çarpıyorsun.” diye bağırdı. Fehmi’nin aklı onlarca karış havadaydı. O’nu duymadı. Şemo vites kolunu sıkıca kavrayıp, önce birinci, sonra da ikinci vitese takıp, hızla hareket etti. Şemo’nun maviş adını verdiği minibüsü ile Hintli Baba Caddesi’nde hızla ilerlemeye devam ederken, yola sağlı sollu bakıp, daha çok yolcu almak telaşındaydı. Okulların kapanmasına daha iki hafta gibi bir süre vardı. Öğrencilerin tatile girmesi halinde, müşteri sayısında hayli azalma olacaktı. Diyarbakır turistik bir şehir olmadığından, dışarıdan gelen de olmayacaktı. Minibüsün taksitleri zamanında ödenmeliydi. Geçen yıl borç harç bir hayli zorlanmıştı. Bu yıl da aynı sıkıntıları yaşamak istemiyordu. Çektikleri sıkıntı yetmiyormuş gibi, karısı Fate de başının etini yiyor, devamlı çocukları O’nun üstüne salıyordu. Sanki Şemo’nun elinde ne vardı. Gecesini gündüzüne katıp, nafakasını çıkarmaya çalışıyor, günde bin kişinin ağız kokusunu çekiyordu. Şu taksitleri bir bitse belki de biraza daha rahatlardı. Ama daha on dört ay vardı. Yapılacak bir şey yoktu. Bir müddet daha dişlerini ve kemerini sıkacaktı. Bu düşüncelere dalmışken, ön tarafa iki, orta koltukta oturan erkek yolcunun yanını da iki yolcu daha alarak üçleyebilirdi. Elli metre gitmişti ki, iki genç el kaldırdı. Yavaşlayıp, gençleri aldı. Arabanın cd çalarında, sabah sabah artık bir hayli büyümüş olan Küçük Emrah:
“mutluluk nedir hiç bilmezler,
nedense hiç gülmezler,
boynu bükükler….  
Anansız babasız boynu bükükler…” diye ağlamaklı bir ses ile cıyak cıyak bağırıyordu. Gençlerden pala bıyıklı olanı, daha fazla dayanamayıp, çantasından bir cd çıkardı. Şemo’ya döndü:
“Abe mümkünse bu cd’yi çalsan da, biraz kendimize gelsek olmaz mı?” Şemo bozuntuya vermeden ve hemen  yüzüne hafif bir tebessüm kondurup, cd’yi aldı.
“Hay hay babam, neden olmasın.”  deyip, verilen cd’i koydu. Pala bıyıklı dalgın dalgın minibüsün ön camından, dışarıyı seyre dalmıştı. Diyarbakır ne kadar da değişime uğramıştı. Bu güzelim şehrin o ölümsüz tarihi, beton yığınlarının gölgesinde kalmıştı. Yoğun göçü kaldıramayacak hale gelen şehir, yorgun ve bitkindi. Fukaralığı, saç jölesi gibi bir şeydi Diyarbakır'lının. Belediyenin olanakları ise içler acısıydı. Yeterince hizmet verilemiyordu. Çöpçüler bu çağda hala teneke makası ile kesilen ve uzunca bir sopaya iliştirilen büyük zeytinyağı tenekelerine çöp yığınlarını, çalı süpürgeleri ile süpürmeye çalışıyorlardı. Mogadişu, Nairobi, Asmara, Kinşasa, veya Cibuti belediyelerinin dahi olanakları belki de daha fazla idi. Doğrusu bu denli yoksulluk ve adaletsiz dağılım; ne bu bereketli topraklara, ne de güzelim insanına yakışıyordu. Aniden, kendisini minibüsün içinde olduğunu gören, garip giyimli birilerinin, zıplayarak O’na sevinç ve sevgi ile el salladığını gördü.  İyice bakınca, Bağlar semtinin Qırıklarının lideri Hamlet Hamza, ardında Selâhattin Eyyubi Mahallesinin sorumlusu Brütüs Burhan ve yardımcısı Mısto’dan başkası değildi bunlar. O da sevgi ile onlara doğru el salladı. İşi olmasa hemen iner ve onlara birer çorba ısmarlar, biraz dertleşir ve cebindeki parayı onlar ile paylaşırdı. Ama şanslarına küssünlerdi. Ne kadar gariban insanlardı bunlar. Konuşma ve yaşayış tarzları kendilerine özgü ve çok farklıydı. Onlar, adeta Diyarbakır´ın sembolü ve maskotuydular. Yaşanan iç göç dramı anlatılır gibi değildi. Ya Diyarbakır’ın ‘kuçelerini’ ve ‘eyvanlarını’ ardlarında bırakıp, küskün olarak terk eden, onca Ermeni insanına ne demeli idi. Yazık olmuştu. Diyarbakır biçare, kimsesiz ve öksüzdü. Hançepek, diğer adı ile Gavur Mahallesi, boynu kökünden koparılmış bir lale misali büküktü. Her tarafta tarihin kalıntıları yıkıntılar halinde idi. Hançepek hüzünlüydü, ağlıyor ve tarihi sahiplerini arıyordu.
Şemo, durakta birbirinden biraz uzakça durmaya çalışan iki bayanı görünce ani bir frenle durdu. Pala bıyıklı gencin düşünceleri ani fren ile camdan savruldu ve dağıldı. Bayanlardan biri modern giyimli diğeri ise, tam tersine oldukça kapalı ve bütün kepenkleri indirilmiş vaziyette idi. Orta koltukta iki kişilik yer olduğundan, Şemo iki bayanı orta kapıdan buyur etti. Önce kepenkleri tamamen kapalı olan otuz beş yaşlarında gösteren bayan içeri daldı ardından, diğer modern giyimli bayan bindi. Şemo yavaşça hareket etmek üzere, yeniden vites kolunu avuçladı ve ardından da gaza bastı. Minibüs içinde hafif bir sarsıntı oldu. Bu sırada cd çaların hoparlörlerinden ince kadifesi, duygu yüklü bir ses yükseliyordu.
“……………………………….
  Nelere, nelere baskın gelmez ki
   Seni düşünmenin tadı...
   Hamravat suyu dondu,
   Diclede dört parmak buz,
   Biz kuyudan işliyoruz kaba - kacağa,             
   Çayı kardan demliyoruz.
   Anam sır gibi saklar siyatiğini,
   ‘Yel’ der, ‘Baharın geçer’.
   Bacım, iki canlı, ağır,
   Güzel kızdır, bilirsin.
   İlki bu, bir yandan saklı utanır
   Ve bir yandan korkar
   Ölürüm deyi.
   ...........................................”

Yeni binen yolcular  yarı bükük vaziyette hala ayaktaydılar. Kapalı olan bayan, koltukta oturan, ince bıyıklı, gür kaşlı erkek yolcuyu iyice süzdükten sonra, diğer bayana dönüp;
“Buyurun siz önce oturun, orada oturmak sizin için fark etmez nasıl olsa.”
Modern giyimli bayan neye uğradığını şaşırmıştı. Kendisi öğretmendi ve bir yıl önce tayını Diyarbakır’a çıkmıştı. Turgut Özal Bulvarındaki Fatih Lisesinde  görev yapıyordu. Her gün bir olayla karşılaşıyor ve her defasında da kendisine metanetini koruyup, sakin kalmaya çalışıyordu. Oysa bu kez öyle olmadı. Şenay öğretmenin bütün sinirleri boşaldı ve bedenindeki kanı isyana kalkıp, beynine hucum etti. Elleri ve ayakları titreyen Şenay öğretmen, ani bir refleks ile muhatabı olduğu bayanın kara çarşafından bütün gücü ile tuttuğu gibi aşağı doğru çekti. Kepenklerini açtığı bayana dönüp, avazı bağırdı.
“Al işte şimdi senin için de fark etmez. Buyur sen önce otur. Sen kendini ne sanıyorsun.”  Yolcular ve Şemo olup biteni hayretler içinde izlerken, çarşafı indirilen bayan, bir yandan sol eli ile saçlarını kapatmaya çalışırken, sağ eli ile de tekrar çarşafını kapmaya çalışıyordu. Şenay öğretmen çarşafı arkasında tutup, vermiyordu. Artık başı kapalı olmayan kadın ne yapacağını şaşırmıştı. Şemo minibüsü çoktan durdurmuştu. Artık sürücü olarak olaya müdahale etmesi gerekiyordu. Bu sırada, Şenay öğretmen çarşafı geri verdi. Şemo tekrar çarşaflı olmayı kısa sürede başaran, kepenkleri tamamen kapalı bayana dönüp;
“Hanımefendi, arabamdan hemen inin. Yoksa yola devam etmeyeceğim. Yolcuların bakışları altında, daha da sıkıca örtünmeye çalışan bayan, usulca minibüsten indi. Bakışlarını hepten yere indirip, hızla minibüsten uzaklaştı. Şemo yanında ki, pala bıyıklı gence dönüp;
“Babam vallahi de billahi de, bu senin cd’inde anlatılan ‘ham avrat’ bu avrat. Yalnız o ham avrat, bu yaz ortasında niye donmuş onu da anlamış değilim.” Genç yolcu, Şemo’nun direksiyonu kavramış olan iri, kıllı eline hafifce dokunup:
“Bir gün anlarsın. Fakat iyi yaptın. Umarım dersini almıştır.” Pala bıyıklı genç ineceği durağa gelmişti.
“Size zahmet, bu yol ağzında da ben ineyim.”
“Hay hay babam, emrin olur, buyur. Abe cd’ini al.”
“Sende kalsın, hediyem olsun. Dinlersin. Fakat ham avrat değil. Hamravat Suyu.”
“Haa… şimdi bildim abe, bizim Hamravat Suyumuz.”
“Evet.”
Yerine oturan Şenay öğretmenin tedirginliği devam etse de, Şemo’nun söylediklerine de bir yandan gülmeden edemiyordu. Yanında oturan yolcu, Şenay öğretmene dönüp:
“Kutlarım sizi. Doğrusu eyleminiz çok yerinde ve mükemmeldi.” Şenay öğretmen başını eğip, yanındaki yolcuya teşekkür etmek isterken, siyah bukleli saçları gelip, yüzünü kapattı. Kendisini rahatlamış hissedip, geriye yaslandı. Gözlerini bir müddet kapattı, ardından dünyayı aydınlatmaktan yorulmayan güneşe, hafifçe eğilip minibüsün camından baktı. Cadde boyunca koşuşturmaca devam ediyordu. Şenay öğretmen Diyarbakır'da huzurluydu.

Aydın Yılmaz                                            aydin1960@live.nl

Amsterdam, 27 Temmuz 2011


CHARLOTTE CAFE Annem, bildim bileli hasta, ömrü böyle geçti diyebilirim. Lakin bu kez hayli ilerlemiş olan yaşı ile artık uzatmaları oynuyo...