30 Ağustos 2010 Pazartesi

HECİBANLARIN HİCRETİ




HECİBANLARIN HİCRETİ

         

        Çetin geçen bir kış mevsiminin ardından; tüm güzelliği ve bereketiyle kendisini iyiden iyiye hissettirerek gelen bahar mevsimi, Heciban aşiretinin yer aldığı bölge olan Adıyaman – Urfa Siverek arasındaki alanda bulunan tüm dağ ve tepelere alabildiğine bir güzelliği karış karış tohum ekercesine serpmişti. Her taraf mis amber kokulu kekik, reyhan, nane gibi yenilebilen otlar ve insan gözünü kamaştıracak güzellikteki çiçekler, güller, çimenlerle bezemişti. Aşiretin bireyleri kara kıl çadırlarından büyük, yaşlı, çoluk çocuk sabahın erken saatlerinde uyanıp, gözlerini ovuşturduklarında, bulundukları bölgenin güzelliğinin, muhteşemliğinin etkisi ile kendilerini çok mutlu hissedip, hayata her gün yeniden dünyaya gelmişçesine bir coşkuyla başlayıp, bu güzellikleri iliklerine kadar hissediyorlardı. İncil ve Kur’anda cennet olarak geçen Dicle ve Fırat ırmaklarının arasında bulunan Mezra Botan’da, tarihi adıyla Mezobotamya’da yer alan bu coğrafyada konar göçer olarak yaşıyan ve hayvancılık yaparak yaşamlarını idame eden Heciban Aşireti, konumları ve bölgelerinin güzelliği, bereketi, hayvanları için var olan geniş meraları göz önünde getirildiğinde hiç te yakınılacak bir taraflarının olmadığı görülüyordu. Yaklaşık üç yüz elli yıl öncesinin bir bahar akşamı yaşanan kargaşa tüm bu güzellik ve huzur ortamını sonlandırdı.

Kara haber atlı askerler tarafından bir kurye ile dağın yamacına çağrılan aşiretin ileri gelenlerine gözdağı ve tehditler savrularak verilmişti. Atının mahmuzlarından sıkı sıkı tutup, atını dizginlemekte zorlanan komutan, ardında yüzlerce tam teçhizatlı askerini alarak, bağıra bağıra el pençe duran aşiret reislerine ikide bir geriye dönüp hazır vaziyette bekleyen askerlerine bakarak, atının üzerinden pike bir dalışlarla acımasızca bakıp, bas bas bağırıyor, göz dağı verip emirlerini haykırarak yağdırıyordu.

Komutan kendilerini artık buralarda görmek istemediğini, bu diyardan bir hafta içinde çekip gitmelerini, aksi taktirde bu dağların kendilerine mezar olacağını buyuruyordu. Yerdekiler duyduklarına inanmakta güçlük çekerek süklüm püklüm bir şekilde söylenenleri can kulakları ile dinliyor, binlerce kişiden sorumlu olan kafaları allak bullak oluyordu. Emir kesindi ve emrin yerine getirilmesi için en fazla bir hafta gibi zamanları vardı. Duyduklarından biçare bir halde bekleyen aşiretin ileri gelenleri, kendilerini kaybetmiş derin düşüncelere dalmışlardı ki, askerlerine atının üzerinde kamçısını sallayarak işaret veren komutanın buyruğu ile ardında bulunan atlı askerlerden bir kaçı inip, aşiret ileri gelenlerini tartaklayıp ileri geri iterek, adeta kendilerine gelmelerini sağladılar. Daha sonra atının mahmuzlarını ani bir hareketle çekiştirip, hareket eden komutan verdiği bir hafta süreyi tekrarlayarak, her gün gelişmelerden bir elçi aracılığı ile kendisini haberdar etmelerini de emrederek, ardında askerleri gecenin karanlığında gelirken çiğnedikleri milyonlarca çiçekten, börtü böcekten arta kalanını da çiğneyerek oradan uzaklaştılar.

Aşiret reisleri şaşkın bakışlarla, gittikçe uzaklaşan nal seslerine kulak kabartarak birbirlerine bakıp, ne diyeceklerini bilemiyorlardı. Herkes suçluluk duygusu ile yere bakıyordu. Bir müddet geçtikten sonra aşiretin en yaşlı bilge reisi Mıho, başına sıkı sıkıya sarmış olduğu çefyesini hafif yukarı doğru ittirerek, elinin içiyle geniş çenesini sıvazlayıp, gür kaşlarını çatıp, iri kara gözlerini etrafında gezdirip, çevresinde büyük bir şaşkınlık içinde bulunan arkadaşlarını süzerek, duygulu ve sevecen bir sesle söze girdi.

“Kardeşlerim, otuz bini aşkın bir nüfusa sahip bulunan aşiretimiz Heciban’ın ileri gelenleri; gördüğünüz gibi işimiz hiçte kolay değil. Görünen o ki bizim asırlardır topraklarımızda sağladığımız bu birlik, beraberlik, yarattığımız güzellikler, değerlerimize verdiğimiz önem bazılarını rahatsız etmiş olacak ki, köklerimizi saldığımız bu topraklardan koparıp, ardımıza bakmadan bu cenneti andıran vatanımızdan çekip gitmemizin fermanı çıkmıştır. Bizim bu durum karşısında yapabileceğimiz hiç bir şey yok. Pılımızı pırtımızı en kısa zamanda toplayıp, buraları terk etmek zorunluluğu ile maalesef karşı karşıyayız. Direnip karşı koyacak güçte olmadığımız hepinizce bilinmektedir. Biz sürekli barışı kardeşliği savunan silahsız bir aşiretiz. Göç etmekten başka çıkar yolumuz yok, buna elimiz mahkum, aksi taktirde yok olmaktan kendimizi kurtaramayız. Bu daha bize yapılan ilk uyarı. Çevremizde daha önce gitmek istemeyip, direnen aşiretlerin sonunun ne olduğunu hepimiz gözlerimizle gördük. Benim kanaatim bu yöndedir ve ne yazık ki başka bir alternatifimizin de olmadığıdır. Bilmem sizler hiç beklemediğimiz bu felaket karşısında ne diyorsunuz, ne düşünüyorsunuz? İçinde bulunduğumuz hal, hal değildir. Bu arada saat epeyce geç oldu. Hepiniz hiç beklemediğiniz bu durum karşısında sarsıldınız. En sağlıklı olan, şimdi çadırlarımıza ailemize, çoluk ve çocuğumuza gidelim, sabaha kadar ne yapmamız gerektiği konusunda uzunca düşünelim.”

Diğer aşiret reisleri hep birden gözlerini doğrultup, ürkek bakışlarla yaşlı bilge Mıho’yu hep birlikte uzun süre süzüp, birbirlerine baktılar. Aralarında uzun boylu genççe olanı:

“Evet Xalo, elbette yerden göğe kadar haklısın, dediğin gibi bizim hiç bir alternatifimiz yoktur. Gönül isterdi ki biz böylesi insani olmayan bir durumla yüz yüze gelmeyip, kendi topraklarımızdan kovulmasaydık. Çok gariptir ki kendi topraklarımızda istenmez olduk. Bir yerde dağdan gelen bağdakini kovar hale geldi. Amaçları birlik ve beraberliğimizin kırılmasıdır. Ben bunu bilir bunu söylerim. Çok acıdır ki direnecek gücümüzün de olmamasıdır. Biz çaresiziz, savunmasız ve yapayalnızız, maalesef…!”

Herkes karanlıkta arkadaşını onaylamak için kafalarını hafiften sallayıp, derin bir iç çektiler.

Bilge Miho, bu gece vakti hiç bir şey yapamayacaklarını yineleyip, şimdilik sabaha kadar hiç kimseye bir şey söylenmemesini, yarın erkenden bu konunun aşiretin diğer kesimlerine de duyurulacağını, herkesi yarın kendi çadırının arkasında saat on sularında toplantı yapmak üzere beklediğini söyleyip, yola koyuldu. Geriye kalan aşiret reisleri de fazla gürültü yapmamaya özen göstererek kendi çadırlarına doğru yöneldiler.

Bilge Miho yol boyunca bu zoraki göçün sebeplerini araştırıp, tahlilini yapmaya çalıştı. Ona göre; bulundukları yörede konar göçer durumda olmaları, hayvancılık yaparak geçimlerini sağlamaları, meralarda sürülerini otlatırken yörede yerleşik durumda bulunanlarla sık sık ihtilafların yaşanması bir sorundu. Böylesi bir göçle bu sorun Osmanlı için ortadan kalkmış olacaktı. Ayrıca aşiretlerinin daha uzak bölgelere sürülüp dağıtılması suretiyle, Hecibanlar böylelikle daha iyi kontrol altında tutulabilecek, sürüldükleri yerde asimile edilmeleri daha da kolaylaşacaktı. Geniş arazilerin bulunduğu İç Anadolu bozkırında bu toprakların işletilip, tarıma kazandırılması, daha çok verginin alınması, o an Miho’nun aklından geçmediyse de bu da göçün en belirgin etmenlerinden biriydi. Sürekli devşirme yoluyla daha çok askere ihtiyaç duyan Osmanlı bu yolla kontrol altına aldığı bu aşiretten de daha çok asker edinme yoluna gidebilecekti. Güvenlik sorunlarının yaşandığı bu bölgelere bu aşireti yerleştirip, güvenliği daha iyi hale getirmekte, bu uzun vadeli planın diğer bir yanını oluşturuyordu.

Şimdiye değin milyonlarca yıl boyunca işlevini yerine getirmiş olan güneş, o günün sabahında da Heciban aşiretinin çadırlarının yer aldığı tüm tepe ve yamaçlara yine her zamanki saatinde ışınlarını saçıp, etrafı pırıl pırıl aydınlattı. Fakat Hecibanlılar doğan bu güneşin çok farklı bir şekilde, kendilerine pek iyi şeyler muştulamayacağının bilincinde güne buruk duygularla, yürekleri kasvet dolu, boğazlarında adeta birer yumrukla karşıladılar. Çocuklar oyunlarını oynamadılar, yaşlılar güneşlenmek için dışarıya çıkmadılar, kadınlar çadırlarının önünü süpürüp çadırlarının aralarındaki fidanlara ve kafeslerdeki kekliklerine su vermediler,

delikanlılar sevdikleri kızların yanına gizliden gidip onları görüp kaçamak yapmadılar. Anne adayı hamile kadınlar şişmiş olan karınlarını sabah güneşine dönüp okşamadılar, baba adayları hanımlarının burunlarının ucuna gelen karınlarına, kulaklarını dayayıp bebeklerinin tekme atışlarını dinleyip baba olma duygularının heyecanını yaşamadılar. Hecibanlıların yer aldığı dağlarda, ovalarda, su boylarında, tepe ve yamaçlarda hayat onlar için adeta durmuştu.

Aşiretin ileri gelenleri telaşla uyanıp, şalvarlarını giyip, çefyelerini sıkı sıkı kafalarına sardıktan sonra hızlı adımlarla Bilge Mıho’nun çadırının yolunu tuttular. Çadırın yanına geldiklerinde Bilge Miho’nun genişçe yuvarlak olacak şekilde minderler serdirmiş, kendisinin de bir mindere bağdaş kurup oturmuş halde buldular. Yeni sardığı tütünden ha bire derin nefesler çekiyordu. Mıho ayağa kalkıp, gelenlerle tek tek tokalaşıp herkese hayırlı sabahlar dilerken, bıyıkları yeni terlemiş olan oğlu Sidar, odun ateşinde kaynattığı çayları doldurup, büyük bir hürmetle ikram ediyordu.

Bilge Mıho’nun başkanlığındaki toplantı öğleden sonra ikiye kadar sürdü. Uzun uzun düşünüp, kendi aralarında tartıştılar. Toplantı zaman zaman hararetlendiyse de, Mıho ustaca ağırlığını koyup herkesi zamanında sakinleştirmesini bildi. Kimse de Mıho’ya karşı çıkmadı. Lakin böylesi bir teslimiyet oldukça onurlarına dokunup içlerini parçalıyor, eşlerinin anne ve babalarının, çocuklarının yüzlerine nasıl bakacaklarını, bu zorunlu insani temellere dayanmayan göçü nasıl anlatacaklarının şaşkınlığı ile var olagelen tüm bu sıkıntılar, yüreklerini içten içe kemirip duruyordu.

Toplantıdan oy birliği ile çıkan karara göre; aşiretin bir an önce çıkılacak uzun yola hazırlanmaları, hastaların son bakımlarının yapılıp tedavi edilmeleri, birlikte götürülecek koyun ve keçi sürülerinin bir an önce toparlanması, paniğe yol açmadan alınan kararların aşiretin tüm bireylerine anlatılması, küçük kuzu ve oğlakların kesilip yol azığı olması için kavurma yapılarak kaplara doldurulması ve diğer lojistik gereksinimlerin bir an önce yerine getirilmesiydi.

Aşiretin ileri gelenleri yol hazırlıkları için kollarını sıvayıp, istenen her şeyi en kısa zaman süresi içinde yapmaya çalıştılar ve göç zamanı, yani Hecibanların yaşamlarının en acı günü gelip çatmıştı. Ölü sahipleri dağ ve tepe yamaçlarındaki yakınlarının mezarlarını son kez ziyaret edip, dualar edip vedalaştılar. Yaşlıları bellerinden tutarak ve yerlerde sürüyerek zorla öküz arabalarına, atlara bindirirlerken yaşlılar elleri ile topraklarında tutunup kalmak için bir şeyleri boş yere arayıp durdular. Kadınlar ve çocuklar hüngür hüngür ağlıyorlardı. Dünyada şimdiye değin yasanmış olan en dramatik vedalaşmaların birinin ardından, Hecibanların kervanları at kişnemeleri, öküz arabalarının tekerlek sesleri, koyun ve keçi sürülerinin meleşmeleri ve insanların ağlaşma sesleri birbirlerine karışırken, yola koyulmaya hazır hale geldiler. Koyun ve keçi sürüleri bir araya getirildi, tüm eşyalar elbirliği ile atlara, katırlara ve öküz arabalarına yüklendi. Küçük çocuklar öküz arabalarının üzerine bindirilirdi ve derken güneşin ilk ışınları ile birlikte, kervanlar halinde yola çıktılar.

Hecibanlar binlerce insanı, atları, öküz arabaları, koyun ve keçi sürüleri ile kilometrelerce uzunlukta sıra sıra kervanlar oluşturdular. Yolları uzun, çetin, yorucu ve kendilerince hiç bilinmeyen bir yer olan İç Anadolu’nun bozkırlarına doğruydu. Haftalar, aylar, belki de yıllarca sürecek olan bir yolculuk kendilerini beklerken, oysa onlar işin henüz başlangıcındaydılar.

Yolculukları beklenenden de daha çetin koşullarda geçiyordu. Yol boyunca aşireti hastalıklar, soygunlar, talanlar, çatışmalar, açlık, susuzluk ve olabilecek diğer tüm olumsuzluklar onları bekliyordu. Günümüzde bir kaç yıl önce yaşanan Saddam´ın zulmünden, kimyasal bombalarında kaçıp Türkiye sınırlarına kaçan Irak Kürtlerinin yaşadıklarının başka bir versiyonunu Hecibanlar üç yüz elli yıl önce yaşıyorlardı.

Aşiret haftalarca bin bir güçlükle yol aldı. Dağlar, tepeler, köyler, kasabalar, şehirler aşıldı. Her yerde tatlı ve acı anılar bırakılarak yola devam edildi. Gece, gündüz, soğuk, sıcak, kar, yağmur, boran, lodos demeden geride yüzlerce insanını bırakarak ve yüzlerce yeni gelen küçücük canlara da hoş geldin diyerek yola devam ediliyordu.

Ay ışığı ilerleyen geceye adeta kurşuni bir berraklık getirmişti. Aşiret sabahın erken saatlerinde ve öğleden sonraları yol alıyor, öğle sıcağında mola veriyordu. Akşam karanlığında dinlenmek üzere kuytuluk bir yer bulup, en uygun yere portatif çadırlarını kurarak geceyi orada geçirerek, her şeyi unutup, belleklerini fazla yormadan uyumaya çalışıyorlardı.

Bu kurşuni rengin geceye sahip olduğu gece yarısında karısı, anne ve bası ile büyükçe bir kaya parçasının dibinde yatmaya çalışan Mısto gece yarısı karısının çığlıkları ile uykusundan rüyasının yarısında ürperti ile uyandı. İlk etapta karısına bir şey olduğunu, yılan veya herhangi bir haşeratın kendisini ısırdığını sanarak korku ile etrafına bakındı. Yanı başında uzanan, büyük şairin deyimiyle “ısırılmış elma gibi duran” karnındaysa küçük bir tepecik oluşturmuş olan karısının iniltiler içinde kıvrandığını gördüğü zaman, olup biteni anlamakta gecikmedi. Çocuksu bir sevinç, pür telaş yürek atışlarıyla iki metre uzağında uyumakta olan yaşlı anasını uyandırıp, koşa koşa az ileride konaklayan aşiretin ebesi görevini gören Kewe nineyi çağırmaya gitti. Karısı Naze doğum sancılarının etkisi ile bas bas bağırıyor, bir yandan da ele güne rezil olduğunu düşünerek utanıyordu. Gece yarısı Misto’nun karısı Naze’nin doğum yaptığını duyan erkekler bulundukları yeri terk edip, daha rahat bir doğum alanının oluşması için oradan uzaklaştılar. Pek çoğu birer tütün sarıp, uykuları kaçmış bir halde ciğerlerini dumanlarla doldururcasına nefesler çekerek beklemeye

başladılar. Yanan sigaralarının uçları gecenin karanlığında ateş böceklerini andırırken, yarınki yolculukları hakkında konuşadurdular.

Yol boyunca sık sık doğumlar oluyor, hastalananlar ve bu hastalıkların akabinde ölenler oluyordu. Bu esnada eğer kervan hareket halinde ise bir önceki kişi uyarılarak belli bir zaman sonra kervanın başında yolculuğu belirleyen aşiretin ileri gelenlerine haber ulaştırılarak kervanın mola vermesi sağlanıyordu.

O an hasta varsa hasta ile ilgileniliyor, herhangi bir doğum gündemde ise doğum yaptırılıyor ve bu yolculuğun vazgeçilmez bir parçası olan ölüm tüm acımasızlığı ile kendisini dayatmışsa, ağıtlar eşliğinde bulundukları yerin uygun bir yerine gömülüp dualar edilirken, en zor olanı da ölülerle vedalaşmalarıydı. Doğumlar kervanın fazla uzun bir zamanını almıyordu. Aşiret, ölülerini yabancısı oldukları ve bulundukları yere gömmek zorunda oldukları ve bir daha gelip onları görmelerinin olanaksız olduğunun bilinciyle, hiç bir teselliyi beraberlerinde götürememenin acısıyla vedalaşmaları uzun zamanlarını alıyor, kervan yolundan böylelikle uzun süre alı kalıyordu. Analar döşlerini olanca hızları ile yumruklayıp, saçlarını yolarken, erkekler ağızlarında eksik etmedikleri sigaralarını hızla çekiyor kısa sürede sigaralarının sonuna gelip, izmaritlerini olan bitene isyan edercesine hızla kahır dolu duygularla yere atıyorlardı.

Uzun bekleyişlerden sonra gecenin karanlığını bir bebek ağlaması sardı. Tüm kervanlar çok geçmeden Misto’nun nur topu gibi bir oğlunun olduğunu müjdesini fazla bir gecikmeye uğramadan aldılar. Mısto’nun annesi uzun aramalar sonucu böylesi bir gün için heybelerinden birinde sakladığı kilolarca çerezi çıkartıp, tepsilere koyup günün düşen ilk ışıkları ile birlikte herkese mutluluktan uçarcasına koşup dağıttı. Olanca olumsuzluğun gölgesinde böylesi çoğalım coşkuları da yaşanmıyor değildi. Mısto’da anasından geri kalmayarak sürüsünden gözüne kestirdiği en iyi keçisini hemen yakalayıp, oğlu için kurban edip, aşiretin ulaşabildiği kadarına büyük bir ziyafet çekip, oğlunun adını da Rezan koydu.

Hecibanlar yollarına yeni bir katılımla devam ettiler. Bu yolculuk oldukça uzun sürdü. Kimi zamanlar aşirete nice Rezan’lar, Rojda’lar katılırken; pek çok Memo’lar, Hemo’lar Fato’lar ve Naze’ler de yaşanan yoksulluk, talan, soygun, hastalık, kavga ve bunun gibi olumsuz nedenlerle aşiretten eksiliyorlardı. Yol boyunca en ağırlarına gidende, rast geldikleri insanların kendilerini hor görmeleriydi.

Günler haftaları, haftalar ayları bin bir güçlükle kovaladı ve aşiret en nihayetine Yozgat yakınlarına kadar ulaşıp, burada uzunca bir dinlenme molası verdiler. Sağ kalan hastaların bakım ve tedavileri yeniden yapılıp, diğer tüm gereksinimler tedarik edilip, tekrardan yola çıkıldı. Fakat aşiret Ankara ve Konya yönüne hareket ederken, insanlar müthiş bir şekilde

yorulup takatsiz kalmış, geride pek çok ölüsünü yol boyunca bir daha görmemek üzere bırakarak, erzakları bitmiş, sürüleri telef olmuş, kendileri ise moralsizlikten karşılaştıkları tüm olup biten nahoşlukların etkisi ile bitik hale gelerek, her geçen gün biraz daha küçülmüşlerdi.

Hecibanlar Aşiretinden, Ankara’ya yaklaştıkça yolculuktan bıkıp usanan, yaşadıkları zorluklar artık canlarına tak eden bir kısım kabileler, aşiretten ayrılarak boş buldukları yerlerde konaklayıp orada kalıyorlardı. Bu aşiret reislerinin pek hoşuna gitmiyor, ama buna engel de olamıyorlardı. Aşireti yarı yolda bırakıp bütünden kopanları, aşiretin ileri gelenleri onlarla alay edip, kızgınlıklarını belirtmek için ayrılanlara çeşitli lakaplar veriyorlardı. Ankara ve çevresinde ayrılanlara; öküz yoruldu anlamına gelen “Ga westi” adını takıp, bir yerde de onları yermiş oldular. Ankara’nın Balâ ve çevresine yerleşenlere bu nedenle bir müddet ga westi aşireti olarak adlandırıldılarsa da bu sonradan unutuldu ve buraya yerleşen kabileler eski adlarıyla, yeniden Hecibanlar olarak anılır oldular.

Aylarca suya hasret kalan çeşitli kabileler gruplar halinde ayrılarak, uzun zaman hasret kaldıkları suya özlemleriyle, bir yılan misali kıvrılıp giden Kızılırmağın kenarına bir kaç kabile birleşerek öbekler halinde birbirlerinden beş on kilometre uzağa yerleşerek, yeni yerleşim yerleri oluşturdular. Bazı köyler ilk etapta hayvancılık yaptıkları için su kenarına yerleşmeye çalıştılarsa da, orada uzun süre kalmadan buraların dağlık olması nedeni ile beş on kilometre içlere doğru çekilerek bugünkü yerleşim yerlerini oluşturdular. Zamanla devletinde dayatması ile buralarda yerleşik duruma geçip, geniş arazileri sürüp tarıma da el attılar. Hayvancılığı ve tarımı bir arada sürdürüp, bölgenin bir tahıl deposu haline gelmesini sağlarken, beraberinde getirdikleri ve bugün dünyanın en iyi cins keçisi olan Ankara keçisinin de bu bölgede yetişmesine önayak oldular. Tahıla dayalı tarımda ve hayvancılıkta oldukça iyi bir konuma gelen Heciban köyleri, gün geçtikçe daha çok üretim yaparak, ekonomik durumlarının iyileşmesi için tekniklerini sürekli geliştirip daha fazla koyun ve keçi besler hale gelirken, daha çok araziyi de sürüp tarımda da oldukça büyük ilerlemeler kaydediyorlardı. Asırlarca tarım ve hayvancılıkla geçimlerini sağlamaya çalışan Hecibanlar, bir müddet sonra aralarında tarla ihtilafları yaşanırken, genlerinde eksik olmayan kan davalarını sürdürme ve intikam hırsları da yeniden su yüzüne zaman zaman çıktıysa da, bunlar fazla uzun süreli olmadan unutuldu. Fakat Hecibanlar için tarla hep kutsal kaldı, çok çok zorunlu kalmadıkça tarlalarını satmamaya çalıştılar.

Dünyada milyonlarca insanın ölümüne neden olan İkinci Dünya savaşının akabinde bu köylere yeni yeni göç dalgaları geldi. Yeni gelenler de aynı bölgelere yakın yerlerden gelip, Kızılırmak boylarına yerleşen köylere gelip yerleştiler. Büyük Camili Köyüne Malatya’da yaşamakta olan ünlü

“Dırejan” aşiretinin bir kolu gelip, yerleşti. Dırejanlar gelip bu köye yerleştiklerinde, yüzlerce yıl önce gelip buralara yerleşen Hecıbanlılar

büyük oranda asimile olmuşlar, giyim kuşamları tamamen değişmiş, gelenek ve göreneklerini bir kenara bırakmış haldelerken, Dırejanlarla kısa bir zaman büyük bir kültür şoku yaşadılar. Dırejanlar hala milli kıyafetlerini giyiyorlar örf ve adetlerini de sürdürüyorlardı. Dırejanların gelmesi daha önce yerleşik olan köylülere kültürel anlamda bir taze kan işlevi sağladıysa da, Dırejanlar da bir müddet sonra asimilasyona boyun eğip, aynı potada eriyerek yabancısı olmadıkları bu bütüne hemen entegre oldular.

Kimi Türk filmlerinde çok bilinen bir sahne vardır; sınır boylarına yerleşik olan insanlar kaçakçılık maksadıyla mayınlı bölgeleri aşıp, Suriye’ye gider, dönüşte ya jandarma ile çatışmada, yada mayınlara basıp ölürler. Bu ölüler bir traktörün römorkuna konur, sap ve saman yığınları arasında gözlerine onlarca kara sinek konmuş olan bu ölüler, köylere getirilerek sergilenir, köydeki yakınları araştırılır, tek tek jandarmaların tüfeklerinin gölgesinde sıraya konulan köylülerin bu ölüleri tanıyıp tanımadıkları sorulurken, verilen yanıtlar da hep aynıdır: “Görmedim, bilmirem, tanımirem....” Çoğu zaman bu ölülerden kimileri köylülerin oğulları, kocaları, kardeşleri olduğu halde insan üstü bir güçle, bu insanlar korkularından acılarını yüreklerine gömerek bu yakınlarını daha önce hiç görmediklerini ve kendilerini tanımadıklarını söylerler.

Günümüzde de Hecibanların büyükleri de söz konusu Türk filmlerindeki gibi, aynı üç maymunları oynayarak (görmedim, duymadım, söylemedim) kendilerine ne zaman nereden geldiklerini soran, geçmişlerini merak edip araştırmak isteyen gençlere aynı yanıtları verdiler. Gelinen aşamada bu zorlu göç kesin kanıtlar olmadan çoğu varsayımlarla böylesi onlarca hikayeye dönüştü. Yine de çeşitli araştırmalara dayanan bu hikayelerin gerçeğinden pek fazla uzağa düşmedikleridir. Çünkü bilinip söylenenler, yazılanlar üç aşağı beş yukarı bunlardır. Tüm bu yerleşim birimlerinde bulunan ve günümüzde tamamen yerleşik düzene geçen bu insanlar, elbette birer mantar gibi, yerin altından birdenbire ortaya çıkmadılar.

Yüzlerce yıl öncesinden bu topraklara bölük pörçük gelen Hecibanlılar ayrı ayrı yerlere yerleşip “Ga westi” adını aldılarsa da birbirlerine kız alıp vererek akrabalıklarını yeniden pekiştirirken, komşu köylerinin yaslarını kendi yasları, düğünlerini kendi düğünleri bilip iyi ve kötü günlerinde birbirlerinin yanında yer almaktan geri kalmayarak, bütünlüklerini bu anlamda korumasını bildiler. Yüzlerce yıl önce atlar ve öküz arabaları ile yapılan bu göçün yaraları da geçen zaman zarfında sarıldı ve hatta “bilmirem, görmürem, duymirem, söylemirem” haline dönüştü.



Amsterdam, 28 Mayıs 2006 

 


8 yorum:

  1. harika olmuş, bir geçmiş, bir acı, bir yeniden varoluş ancak böyle anlatılabilirdi.
    saygılar...

    YanıtlaSil
  2. Aydın bey merhaba;
    ben de Camili'den bir heciban'ım aslında :) doğru düzgün kaynak bulamıyorum, yıllardır ufak tefek araştırıyorum ama nafile! çıkış noktası gerçekten Siverek ve suruç mu? o taraflarda çok fazla türkmen aşiretleri de varmış, bu konuda ne düşünüyorsunuz? birbirine karışmış olma ihtimalleri olabilir mi? 1850 de bile Bala'da doğmuş bir akrabamızı tespit (soy ağacı var ama sınırlı) ettim; demek ki Urfa'dan çıkış 1700'lerin sonu olabilir mi? ana aşiret Milli Aşireti'mi acaba, bu konuda bir bilginiz var mı?
    'Hecibanların izinde' olmaya devam...:)
    Hoşça Kalın...

    YanıtlaSil
  3. Ayni koyden olmamiza ragmen adinizi yazmadiginiz icin hen sizi taniyamadim, hem de adinizla hitap edemedim. Sanirim tanisiyoruz, ayni koyden oldugumuza gore.
    Bu konuda kesin bilgiler yok, ben de bilemiyorum. Simdiye kadar cikan arastir arastirma kitaplari da Bala civarina olan gocu es geciyor. Zaten arayisler de tamamen acilmis durumda degil. Milli asiretine mensup oldugumuz soyleniyor. Zaman dilimi de dediginiz gibi.
    Gorusmek dilegi ile , selamlar, sevgiler....

    YanıtlaSil
  4. Aydın bey gerçekten güzel yazı olmuş. Sorup öğrenemediğim birçok sorunun cevabı bu makalede var. Bu arada bende Tepeköy'denim.

    YanıtlaSil
  5. Aydın Bey, gerçekten çok açıklayıcı bir yazı olmuş. Sorup öğrenemediğim birçok sorunun cevabı bu makalede var. Bende Tepeköy'denim.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Bir nebze de olsa yararli bulduysaniz ne ala.Tesekkurler, selamlar...

      Sil
  6. aydın bey kesikköprüye ilk yerleşen bir aşiretin soy ağacına dayanaraktan yorumda bulunuyorum bahsettiğiniz sürgün yavuz sultan selim dönemine denk geliyor ki sultan seliminde kürtler hakkındaki düşünceleri malum bir uyum söz konusu

    YanıtlaSil

CHARLOTTE CAFE Annem, bildim bileli hasta, ömrü böyle geçti diyebilirim. Lakin bu kez hayli ilerlemiş olan yaşı ile artık uzatmaları oynuyo...