Çetin geçen bir kış mevsiminin ardından;
tüm güzelliği ve bereketiyle kendisini iyiden iyiye hissettirerek gelen
bahar mevsimi, Heciban aşiretinin yer aldığı bölge olan Adıyaman – Urfa
Siverek arasındaki alanda bulunan tüm dağ ve tepelere alabildiğine bir
güzelliği karış karış tohum ekercesine serpmişti. Her taraf mis amber kokulu
kekik, reyhan, nane gibi yenilebilen otlar ve insan gözünü kamaştıracak
güzellikteki çiçekler, güller, çimenlerle bezemişti. Aşiretin bireyleri kara
kıl çadırlarından büyük, yaşlı, çoluk çocuk sabahın erken saatlerinde uyanıp,
gözlerini ovuşturduklarında, bulundukları bölgenin güzelliğinin,
muhteşemliğinin etkisi ile kendilerini çok mutlu hissedip, hayata her gün
yeniden dünyaya gelmişçesine bir coşkuyla başlayıp, bu güzellikleri iliklerine
kadar hissediyorlardı. İncil ve Kur’anda cennet olarak geçen Dicle ve Fırat
ırmaklarının arasında bulunan Mezra Botan’da, tarihi adıyla Mezobotamya’da yer
alan bu coğrafyada konar göçer olarak yaşıyan ve hayvancılık yaparak
yaşamlarını idame eden Heciban Aşireti, konumları ve bölgelerinin güzelliği,
bereketi, hayvanları için var olan geniş meraları göz önünde getirildiğinde hiç
te yakınılacak bir taraflarının olmadığı görülüyordu. Yaklaşık üç yüz elli yıl
öncesinin bir bahar akşamı yaşanan kargaşa tüm bu güzellik ve huzur ortamını
sonlandırdı.
Kara haber atlı askerler
tarafından bir kurye ile dağın yamacına çağrılan aşiretin ileri gelenlerine
gözdağı ve tehditler savrularak verilmişti. Atının mahmuzlarından sıkı sıkı
tutup, atını dizginlemekte zorlanan komutan, ardında yüzlerce tam teçhizatlı
askerini alarak, bağıra bağıra el pençe duran aşiret reislerine ikide bir
geriye dönüp hazır vaziyette bekleyen askerlerine bakarak, atının
üzerinden pike bir dalışlarla acımasızca bakıp, bas bas bağırıyor, göz dağı
verip emirlerini haykırarak yağdırıyordu.
Komutan kendilerini artık
buralarda görmek istemediğini, bu diyardan bir hafta içinde çekip gitmelerini,
aksi taktirde bu dağların kendilerine mezar olacağını buyuruyordu. Yerdekiler
duyduklarına inanmakta güçlük çekerek süklüm püklüm bir şekilde söylenenleri
can kulakları ile dinliyor, binlerce kişiden sorumlu olan kafaları allak bullak
oluyordu. Emir kesindi ve emrin yerine getirilmesi için en fazla bir hafta gibi
zamanları vardı. Duyduklarından biçare bir halde bekleyen aşiretin ileri
gelenleri, kendilerini kaybetmiş derin düşüncelere dalmışlardı ki, askerlerine
atının üzerinde kamçısını sallayarak işaret veren komutanın buyruğu ile ardında
bulunan atlı askerlerden bir kaçı inip, aşiret ileri gelenlerini tartaklayıp
ileri geri iterek, adeta kendilerine gelmelerini sağladılar. Daha sonra atının
mahmuzlarını ani bir hareketle çekiştirip, hareket eden komutan verdiği bir
hafta süreyi tekrarlayarak, her gün gelişmelerden bir elçi aracılığı ile
kendisini haberdar etmelerini de emrederek, ardında askerleri gecenin
karanlığında gelirken çiğnedikleri milyonlarca çiçekten, börtü böcekten arta
kalanını da çiğneyerek oradan uzaklaştılar.
Aşiret reisleri şaşkın
bakışlarla, gittikçe uzaklaşan nal seslerine kulak kabartarak birbirlerine
bakıp, ne diyeceklerini bilemiyorlardı. Herkes suçluluk duygusu ile yere
bakıyordu. Bir müddet geçtikten sonra aşiretin en yaşlı bilge reisi Mıho,
başına sıkı sıkıya sarmış olduğu çefyesini hafif yukarı doğru ittirerek, elinin
içiyle geniş çenesini sıvazlayıp, gür kaşlarını çatıp, iri kara gözlerini
etrafında gezdirip, çevresinde büyük bir şaşkınlık içinde bulunan arkadaşlarını
süzerek, duygulu ve sevecen bir sesle söze girdi.
“Kardeşlerim, otuz bini
aşkın bir nüfusa sahip bulunan aşiretimiz Heciban’ın ileri gelenleri;
gördüğünüz gibi işimiz hiçte kolay değil. Görünen o ki bizim asırlardır
topraklarımızda sağladığımız bu birlik, beraberlik, yarattığımız güzellikler,
değerlerimize verdiğimiz önem bazılarını rahatsız etmiş olacak ki, köklerimizi
saldığımız bu topraklardan koparıp, ardımıza bakmadan bu cenneti andıran
vatanımızdan çekip gitmemizin fermanı çıkmıştır. Bizim bu durum karşısında
yapabileceğimiz hiç bir şey yok. Pılımızı pırtımızı en kısa zamanda toplayıp,
buraları terk etmek zorunluluğu ile maalesef karşı karşıyayız. Direnip karşı
koyacak güçte olmadığımız hepinizce bilinmektedir. Biz sürekli barışı
kardeşliği savunan silahsız bir aşiretiz. Göç etmekten başka çıkar yolumuz yok,
buna elimiz mahkum, aksi taktirde yok olmaktan kendimizi kurtaramayız. Bu daha
bize yapılan ilk uyarı. Çevremizde daha önce gitmek istemeyip, direnen
aşiretlerin sonunun ne olduğunu hepimiz gözlerimizle gördük. Benim kanaatim bu
yöndedir ve ne yazık ki başka bir alternatifimizin de olmadığıdır. Bilmem sizler
hiç beklemediğimiz bu felaket karşısında ne diyorsunuz, ne
düşünüyorsunuz? İçinde bulunduğumuz hal, hal değildir. Bu arada saat
epeyce geç oldu. Hepiniz hiç beklemediğiniz bu durum karşısında sarsıldınız. En
sağlıklı olan, şimdi çadırlarımıza ailemize, çoluk ve çocuğumuza gidelim,
sabaha kadar ne yapmamız gerektiği konusunda uzunca düşünelim.”
Diğer aşiret reisleri hep
birden gözlerini doğrultup, ürkek bakışlarla yaşlı bilge Mıho’yu hep birlikte
uzun süre süzüp, birbirlerine baktılar. Aralarında uzun boylu genççe olanı:
“Evet Xalo, elbette
yerden göğe kadar haklısın, dediğin gibi bizim hiç bir alternatifimiz yoktur.
Gönül isterdi ki biz böylesi insani olmayan bir durumla yüz yüze gelmeyip,
kendi topraklarımızdan kovulmasaydık. Çok gariptir ki kendi topraklarımızda
istenmez olduk. Bir yerde dağdan gelen bağdakini kovar hale geldi. Amaçları
birlik ve beraberliğimizin kırılmasıdır. Ben bunu bilir bunu söylerim. Çok
acıdır ki direnecek gücümüzün de olmamasıdır. Biz çaresiziz, savunmasız ve
yapayalnızız, maalesef…!”
Herkes karanlıkta
arkadaşını onaylamak için kafalarını hafiften sallayıp, derin bir iç çektiler.
Bilge Miho, bu gece vakti hiç bir şey
yapamayacaklarını yineleyip, şimdilik sabaha kadar hiç kimseye bir şey
söylenmemesini, yarın erkenden bu konunun aşiretin diğer kesimlerine de
duyurulacağını, herkesi yarın kendi çadırının arkasında saat on sularında
toplantı yapmak üzere beklediğini söyleyip, yola koyuldu. Geriye kalan aşiret
reisleri de fazla gürültü yapmamaya özen göstererek kendi çadırlarına doğru yöneldiler.
Bilge Miho yol boyunca bu
zoraki göçün sebeplerini araştırıp, tahlilini yapmaya çalıştı. Ona göre;
bulundukları yörede konar göçer durumda olmaları, hayvancılık yaparak
geçimlerini sağlamaları, meralarda sürülerini otlatırken yörede yerleşik durumda
bulunanlarla sık sık ihtilafların yaşanması bir sorundu. Böylesi bir göçle bu
sorun Osmanlı için ortadan kalkmış olacaktı. Ayrıca aşiretlerinin daha uzak
bölgelere sürülüp dağıtılması suretiyle, Hecibanlar böylelikle daha iyi kontrol
altında tutulabilecek, sürüldükleri yerde asimile edilmeleri daha da
kolaylaşacaktı. Geniş arazilerin bulunduğu İç Anadolu bozkırında bu toprakların
işletilip, tarıma kazandırılması, daha çok verginin alınması, o an Miho’nun
aklından geçmediyse de bu da göçün en belirgin etmenlerinden biriydi. Sürekli
devşirme yoluyla daha çok askere ihtiyaç duyan Osmanlı bu yolla kontrol altına
aldığı bu aşiretten de daha çok asker edinme yoluna gidebilecekti. Güvenlik
sorunlarının yaşandığı bu bölgelere bu aşireti yerleştirip, güvenliği daha iyi
hale getirmekte, bu uzun vadeli planın diğer bir yanını oluşturuyordu.
Şimdiye değin milyonlarca
yıl boyunca işlevini yerine getirmiş olan güneş, o günün sabahında da Heciban
aşiretinin çadırlarının yer aldığı tüm tepe ve yamaçlara yine her zamanki saatinde
ışınlarını saçıp, etrafı pırıl pırıl aydınlattı. Fakat Hecibanlılar doğan bu
güneşin çok farklı bir şekilde, kendilerine pek iyi şeyler muştulamayacağının
bilincinde güne buruk duygularla, yürekleri kasvet dolu, boğazlarında adeta
birer yumrukla karşıladılar. Çocuklar oyunlarını oynamadılar, yaşlılar
güneşlenmek için dışarıya çıkmadılar, kadınlar çadırlarının önünü süpürüp
çadırlarının aralarındaki fidanlara ve kafeslerdeki kekliklerine su vermediler,
delikanlılar sevdikleri kızların yanına gizliden gidip
onları görüp kaçamak yapmadılar. Anne adayı hamile kadınlar şişmiş olan
karınlarını sabah güneşine dönüp okşamadılar, baba adayları hanımlarının
burunlarının ucuna gelen karınlarına, kulaklarını dayayıp bebeklerinin tekme
atışlarını dinleyip baba olma duygularının heyecanını yaşamadılar.
Hecibanlıların yer aldığı dağlarda, ovalarda, su boylarında, tepe ve yamaçlarda
hayat onlar için adeta durmuştu.
Aşiretin ileri gelenleri
telaşla uyanıp, şalvarlarını giyip, çefyelerini sıkı sıkı kafalarına sardıktan sonra
hızlı adımlarla Bilge Mıho’nun çadırının yolunu tuttular. Çadırın yanına
geldiklerinde Bilge Miho’nun genişçe yuvarlak olacak şekilde minderler
serdirmiş, kendisinin de bir mindere bağdaş kurup oturmuş halde buldular. Yeni
sardığı tütünden ha bire derin nefesler çekiyordu. Mıho ayağa kalkıp,
gelenlerle tek tek tokalaşıp herkese hayırlı sabahlar dilerken, bıyıkları yeni
terlemiş olan oğlu Sidar, odun ateşinde kaynattığı çayları doldurup, büyük bir
hürmetle ikram ediyordu.
Bilge Mıho’nun
başkanlığındaki toplantı öğleden sonra ikiye kadar sürdü. Uzun uzun düşünüp,
kendi aralarında tartıştılar. Toplantı zaman zaman hararetlendiyse de, Mıho
ustaca ağırlığını koyup herkesi zamanında sakinleştirmesini bildi. Kimse de
Mıho’ya karşı çıkmadı. Lakin böylesi bir teslimiyet oldukça onurlarına dokunup
içlerini parçalıyor, eşlerinin anne ve babalarının, çocuklarının yüzlerine
nasıl bakacaklarını, bu zorunlu insani temellere dayanmayan göçü nasıl
anlatacaklarının şaşkınlığı ile var olagelen tüm bu sıkıntılar, yüreklerini
içten içe kemirip duruyordu.
Toplantıdan oy birliği
ile çıkan karara göre; aşiretin bir an önce çıkılacak uzun yola hazırlanmaları,
hastaların son bakımlarının yapılıp tedavi edilmeleri, birlikte götürülecek
koyun ve keçi sürülerinin bir an önce toparlanması, paniğe yol açmadan alınan
kararların aşiretin tüm bireylerine anlatılması, küçük kuzu ve oğlakların
kesilip yol azığı olması için kavurma yapılarak kaplara doldurulması ve diğer
lojistik gereksinimlerin bir an önce yerine getirilmesiydi.
Aşiretin ileri gelenleri
yol hazırlıkları için kollarını sıvayıp, istenen her şeyi en kısa zaman süresi
içinde yapmaya çalıştılar ve göç zamanı, yani Hecibanların yaşamlarının en acı
günü gelip çatmıştı. Ölü sahipleri dağ ve tepe yamaçlarındaki yakınlarının
mezarlarını son kez ziyaret edip, dualar edip vedalaştılar. Yaşlıları
bellerinden tutarak ve yerlerde sürüyerek zorla öküz arabalarına, atlara
bindirirlerken yaşlılar elleri ile topraklarında tutunup kalmak için bir
şeyleri boş yere arayıp durdular. Kadınlar ve çocuklar hüngür hüngür
ağlıyorlardı. Dünyada şimdiye değin yasanmış olan en dramatik vedalaşmaların
birinin ardından, Hecibanların kervanları at kişnemeleri, öküz arabalarının
tekerlek sesleri, koyun ve keçi sürülerinin meleşmeleri ve insanların ağlaşma
sesleri birbirlerine karışırken, yola koyulmaya hazır hale geldiler. Koyun
ve keçi sürüleri bir araya getirildi, tüm eşyalar elbirliği ile atlara,
katırlara ve öküz arabalarına yüklendi. Küçük çocuklar öküz arabalarının
üzerine bindirilirdi ve derken güneşin ilk ışınları ile birlikte, kervanlar
halinde yola çıktılar.
Hecibanlar binlerce
insanı, atları, öküz arabaları, koyun ve keçi sürüleri ile kilometrelerce
uzunlukta sıra sıra kervanlar oluşturdular. Yolları uzun, çetin, yorucu ve
kendilerince hiç bilinmeyen bir yer olan İç Anadolu’nun bozkırlarına doğruydu.
Haftalar, aylar, belki de yıllarca sürecek olan bir yolculuk kendilerini
beklerken, oysa onlar işin henüz başlangıcındaydılar.
Yolculukları beklenenden
de daha çetin koşullarda geçiyordu. Yol boyunca aşireti hastalıklar, soygunlar,
talanlar, çatışmalar, açlık, susuzluk ve olabilecek diğer tüm olumsuzluklar
onları bekliyordu. Günümüzde bir kaç yıl önce yaşanan Saddam´ın zulmünden,
kimyasal bombalarında kaçıp Türkiye sınırlarına kaçan Irak Kürtlerinin yaşadıklarının
başka bir versiyonunu Hecibanlar üç yüz elli yıl önce yaşıyorlardı.
Aşiret haftalarca bin bir
güçlükle yol aldı. Dağlar, tepeler, köyler, kasabalar, şehirler aşıldı. Her
yerde tatlı ve acı anılar bırakılarak yola devam edildi. Gece, gündüz, soğuk, sıcak,
kar, yağmur, boran, lodos demeden geride yüzlerce insanını bırakarak ve
yüzlerce yeni gelen küçücük canlara da hoş geldin diyerek yola devam
ediliyordu.
Ay ışığı ilerleyen geceye
adeta kurşuni bir berraklık getirmişti. Aşiret sabahın erken saatlerinde ve
öğleden sonraları yol alıyor, öğle sıcağında mola veriyordu. Akşam karanlığında
dinlenmek üzere kuytuluk bir yer bulup, en uygun yere portatif çadırlarını
kurarak geceyi orada geçirerek, her şeyi unutup, belleklerini fazla yormadan
uyumaya çalışıyorlardı.
Bu kurşuni rengin geceye
sahip olduğu gece yarısında karısı, anne ve bası ile büyükçe bir kaya
parçasının dibinde yatmaya çalışan Mısto gece yarısı karısının çığlıkları ile
uykusundan rüyasının yarısında ürperti ile uyandı. İlk etapta karısına bir şey
olduğunu, yılan veya herhangi bir haşeratın kendisini ısırdığını sanarak korku
ile etrafına bakındı. Yanı başında uzanan, büyük şairin deyimiyle “ısırılmış
elma gibi duran” karnındaysa küçük bir tepecik oluşturmuş olan karısının
iniltiler içinde kıvrandığını gördüğü zaman, olup biteni anlamakta gecikmedi.
Çocuksu bir sevinç, pür telaş yürek atışlarıyla iki metre uzağında uyumakta
olan yaşlı anasını uyandırıp, koşa koşa az ileride konaklayan aşiretin ebesi
görevini gören Kewe nineyi çağırmaya gitti. Karısı Naze doğum sancılarının
etkisi ile bas bas bağırıyor, bir yandan da ele güne rezil olduğunu
düşünerek utanıyordu. Gece yarısı Misto’nun karısı Naze’nin doğum
yaptığını duyan erkekler bulundukları yeri terk edip, daha rahat bir doğum
alanının oluşması için oradan uzaklaştılar. Pek çoğu birer tütün sarıp,
uykuları kaçmış bir halde ciğerlerini dumanlarla doldururcasına nefesler
çekerek beklemeye
başladılar. Yanan sigaralarının uçları gecenin
karanlığında ateş böceklerini andırırken, yarınki yolculukları hakkında konuşadurdular.
Yol boyunca sık sık
doğumlar oluyor, hastalananlar ve bu hastalıkların akabinde ölenler oluyordu.
Bu esnada eğer kervan hareket halinde ise bir önceki kişi uyarılarak belli bir
zaman sonra kervanın başında yolculuğu belirleyen aşiretin ileri gelenlerine
haber ulaştırılarak kervanın mola vermesi sağlanıyordu.
O an hasta varsa hasta
ile ilgileniliyor, herhangi bir doğum gündemde ise doğum yaptırılıyor ve bu
yolculuğun vazgeçilmez bir parçası olan ölüm tüm acımasızlığı ile kendisini
dayatmışsa, ağıtlar eşliğinde bulundukları yerin uygun bir yerine gömülüp
dualar edilirken, en zor olanı da ölülerle vedalaşmalarıydı. Doğumlar kervanın
fazla uzun bir zamanını almıyordu. Aşiret, ölülerini yabancısı oldukları ve
bulundukları yere gömmek zorunda oldukları ve bir daha gelip onları
görmelerinin olanaksız olduğunun bilinciyle, hiç bir teselliyi beraberlerinde
götürememenin acısıyla vedalaşmaları uzun zamanlarını alıyor, kervan yolundan
böylelikle uzun süre alı kalıyordu. Analar döşlerini olanca hızları ile yumruklayıp,
saçlarını yolarken, erkekler ağızlarında eksik etmedikleri sigaralarını hızla
çekiyor kısa sürede sigaralarının sonuna gelip, izmaritlerini olan bitene isyan
edercesine hızla kahır dolu duygularla yere atıyorlardı.
Uzun bekleyişlerden sonra
gecenin karanlığını bir bebek ağlaması sardı. Tüm kervanlar çok geçmeden
Misto’nun nur topu gibi bir oğlunun olduğunu müjdesini fazla bir gecikmeye
uğramadan aldılar. Mısto’nun annesi uzun aramalar sonucu böylesi bir gün için
heybelerinden birinde sakladığı kilolarca çerezi çıkartıp, tepsilere koyup
günün düşen ilk ışıkları ile birlikte herkese mutluluktan uçarcasına koşup
dağıttı. Olanca olumsuzluğun gölgesinde böylesi çoğalım coşkuları da yaşanmıyor
değildi. Mısto’da anasından geri kalmayarak sürüsünden gözüne kestirdiği en iyi
keçisini hemen yakalayıp, oğlu için kurban edip, aşiretin ulaşabildiği kadarına
büyük bir ziyafet çekip, oğlunun adını da Rezan koydu.
Hecibanlar yollarına yeni
bir katılımla devam ettiler. Bu yolculuk oldukça uzun sürdü. Kimi zamanlar
aşirete nice Rezan’lar, Rojda’lar katılırken; pek çok Memo’lar, Hemo’lar
Fato’lar ve Naze’ler de yaşanan yoksulluk, talan, soygun, hastalık, kavga ve
bunun gibi olumsuz nedenlerle aşiretten eksiliyorlardı. Yol boyunca en
ağırlarına gidende, rast geldikleri insanların kendilerini hor görmeleriydi.
Günler haftaları,
haftalar ayları bin bir güçlükle kovaladı ve aşiret en nihayetine Yozgat
yakınlarına kadar ulaşıp, burada uzunca bir dinlenme molası verdiler. Sağ kalan
hastaların bakım ve tedavileri yeniden yapılıp, diğer tüm gereksinimler tedarik
edilip, tekrardan yola çıkıldı. Fakat aşiret Ankara ve Konya yönüne hareket
ederken, insanlar müthiş bir şekilde
yorulup takatsiz kalmış, geride pek çok ölüsünü yol
boyunca bir daha görmemek üzere bırakarak, erzakları bitmiş, sürüleri telef
olmuş, kendileri ise moralsizlikten karşılaştıkları tüm olup biten
nahoşlukların etkisi ile bitik hale gelerek, her geçen gün biraz daha
küçülmüşlerdi.
Hecibanlar Aşiretinden,
Ankara’ya yaklaştıkça yolculuktan bıkıp usanan, yaşadıkları zorluklar artık
canlarına tak eden bir kısım kabileler, aşiretten ayrılarak boş buldukları
yerlerde konaklayıp orada kalıyorlardı. Bu aşiret reislerinin pek hoşuna
gitmiyor, ama buna engel de olamıyorlardı. Aşireti yarı yolda bırakıp bütünden
kopanları, aşiretin ileri gelenleri onlarla alay edip, kızgınlıklarını
belirtmek için ayrılanlara çeşitli lakaplar veriyorlardı. Ankara ve çevresinde
ayrılanlara; öküz yoruldu anlamına gelen “Ga westi” adını takıp, bir yerde de
onları yermiş oldular. Ankara’nın Balâ ve çevresine yerleşenlere bu nedenle bir
müddet ga westi aşireti olarak adlandırıldılarsa da bu sonradan unutuldu ve
buraya yerleşen kabileler eski adlarıyla, yeniden Hecibanlar olarak anılır
oldular.
Aylarca suya hasret kalan
çeşitli kabileler gruplar halinde ayrılarak, uzun zaman hasret kaldıkları suya
özlemleriyle, bir yılan misali kıvrılıp giden Kızılırmağın kenarına bir kaç
kabile birleşerek öbekler halinde birbirlerinden beş on kilometre uzağa
yerleşerek, yeni yerleşim yerleri oluşturdular. Bazı köyler ilk etapta
hayvancılık yaptıkları için su kenarına yerleşmeye çalıştılarsa da, orada uzun
süre kalmadan buraların dağlık olması nedeni ile beş on kilometre içlere doğru
çekilerek bugünkü yerleşim yerlerini oluşturdular. Zamanla devletinde dayatması
ile buralarda yerleşik duruma geçip, geniş arazileri sürüp tarıma da el
attılar. Hayvancılığı ve tarımı bir arada sürdürüp, bölgenin bir tahıl deposu
haline gelmesini sağlarken, beraberinde getirdikleri ve bugün dünyanın en iyi
cins keçisi olan Ankara keçisinin de bu bölgede yetişmesine önayak oldular.
Tahıla dayalı tarımda ve hayvancılıkta oldukça iyi bir konuma gelen Heciban
köyleri, gün geçtikçe daha çok üretim yaparak, ekonomik durumlarının iyileşmesi
için tekniklerini sürekli geliştirip daha fazla koyun ve keçi besler hale
gelirken, daha çok araziyi de sürüp tarımda da oldukça büyük ilerlemeler
kaydediyorlardı. Asırlarca tarım ve hayvancılıkla geçimlerini sağlamaya çalışan
Hecibanlar, bir müddet sonra aralarında tarla ihtilafları yaşanırken,
genlerinde eksik olmayan kan davalarını sürdürme ve intikam hırsları da yeniden
su yüzüne zaman zaman çıktıysa da, bunlar fazla uzun süreli olmadan unutuldu.
Fakat Hecibanlar için tarla hep kutsal kaldı, çok çok zorunlu kalmadıkça
tarlalarını satmamaya çalıştılar.
Dünyada milyonlarca
insanın ölümüne neden olan İkinci Dünya savaşının akabinde bu köylere yeni yeni
göç dalgaları geldi. Yeni gelenler de aynı bölgelere yakın yerlerden gelip,
Kızılırmak boylarına yerleşen köylere gelip yerleştiler. Büyük Camili Köyüne
Malatya’da yaşamakta olan ünlü
“Dırejan” aşiretinin bir
kolu gelip, yerleşti. Dırejanlar gelip bu köye yerleştiklerinde, yüzlerce yıl
önce gelip buralara yerleşen Hecıbanlılar
büyük oranda asimile olmuşlar, giyim kuşamları tamamen
değişmiş, gelenek ve göreneklerini bir kenara bırakmış haldelerken,
Dırejanlarla kısa bir zaman büyük bir kültür şoku yaşadılar. Dırejanlar hala
milli kıyafetlerini giyiyorlar örf ve adetlerini de sürdürüyorlardı.
Dırejanların gelmesi daha önce yerleşik olan köylülere kültürel anlamda bir
taze kan işlevi sağladıysa da, Dırejanlar da bir müddet sonra asimilasyona
boyun eğip, aynı potada eriyerek yabancısı olmadıkları bu bütüne hemen entegre
oldular.
Kimi Türk filmlerinde çok
bilinen bir sahne vardır; sınır boylarına yerleşik olan insanlar kaçakçılık
maksadıyla mayınlı bölgeleri aşıp, Suriye’ye gider, dönüşte ya jandarma ile
çatışmada, yada mayınlara basıp ölürler. Bu ölüler bir traktörün römorkuna
konur, sap ve saman yığınları arasında gözlerine onlarca kara sinek konmuş olan
bu ölüler, köylere getirilerek sergilenir, köydeki yakınları araştırılır, tek
tek jandarmaların tüfeklerinin gölgesinde sıraya konulan köylülerin bu ölüleri
tanıyıp tanımadıkları sorulurken, verilen yanıtlar da hep aynıdır: “Görmedim,
bilmirem, tanımirem....” Çoğu zaman bu ölülerden kimileri köylülerin oğulları,
kocaları, kardeşleri olduğu halde insan üstü bir güçle, bu insanlar
korkularından acılarını yüreklerine gömerek bu yakınlarını daha önce hiç
görmediklerini ve kendilerini tanımadıklarını söylerler.
Günümüzde de Hecibanların
büyükleri de söz konusu Türk filmlerindeki gibi, aynı üç maymunları oynayarak
(görmedim, duymadım, söylemedim) kendilerine ne zaman nereden geldiklerini
soran, geçmişlerini merak edip araştırmak isteyen gençlere aynı yanıtları
verdiler. Gelinen aşamada bu zorlu göç kesin kanıtlar olmadan çoğu
varsayımlarla böylesi onlarca hikayeye dönüştü. Yine de çeşitli araştırmalara
dayanan bu hikayelerin gerçeğinden pek fazla uzağa düşmedikleridir. Çünkü
bilinip söylenenler, yazılanlar üç aşağı beş yukarı bunlardır. Tüm bu yerleşim
birimlerinde bulunan ve günümüzde tamamen yerleşik düzene geçen bu insanlar,
elbette birer mantar gibi, yerin altından birdenbire ortaya çıkmadılar.
Yüzlerce yıl öncesinden
bu topraklara bölük pörçük gelen Hecibanlılar ayrı ayrı yerlere yerleşip “Ga
westi” adını aldılarsa da birbirlerine kız alıp vererek akrabalıklarını yeniden
pekiştirirken, komşu köylerinin yaslarını kendi yasları, düğünlerini kendi
düğünleri bilip iyi ve kötü günlerinde birbirlerinin yanında yer almaktan geri
kalmayarak, bütünlüklerini bu anlamda korumasını bildiler. Yüzlerce yıl önce
atlar ve öküz arabaları ile yapılan bu göçün yaraları da geçen zaman zarfında
sarıldı ve hatta “bilmirem, görmürem, duymirem, söylemirem” haline dönüştü.
Amsterdam, 28 Mayıs 2006
harika olmuş, bir geçmiş, bir acı, bir yeniden varoluş ancak böyle anlatılabilirdi.
YanıtlaSilsaygılar...
Begendiginize sevindim,tesekkurler...
SilAydın bey merhaba;
YanıtlaSilben de Camili'den bir heciban'ım aslında :) doğru düzgün kaynak bulamıyorum, yıllardır ufak tefek araştırıyorum ama nafile! çıkış noktası gerçekten Siverek ve suruç mu? o taraflarda çok fazla türkmen aşiretleri de varmış, bu konuda ne düşünüyorsunuz? birbirine karışmış olma ihtimalleri olabilir mi? 1850 de bile Bala'da doğmuş bir akrabamızı tespit (soy ağacı var ama sınırlı) ettim; demek ki Urfa'dan çıkış 1700'lerin sonu olabilir mi? ana aşiret Milli Aşireti'mi acaba, bu konuda bir bilginiz var mı?
'Hecibanların izinde' olmaya devam...:)
Hoşça Kalın...
Ayni koyden olmamiza ragmen adinizi yazmadiginiz icin hen sizi taniyamadim, hem de adinizla hitap edemedim. Sanirim tanisiyoruz, ayni koyden oldugumuza gore.
YanıtlaSilBu konuda kesin bilgiler yok, ben de bilemiyorum. Simdiye kadar cikan arastir arastirma kitaplari da Bala civarina olan gocu es geciyor. Zaten arayisler de tamamen acilmis durumda degil. Milli asiretine mensup oldugumuz soyleniyor. Zaman dilimi de dediginiz gibi.
Gorusmek dilegi ile , selamlar, sevgiler....
Aydın bey gerçekten güzel yazı olmuş. Sorup öğrenemediğim birçok sorunun cevabı bu makalede var. Bu arada bende Tepeköy'denim.
YanıtlaSilAydın Bey, gerçekten çok açıklayıcı bir yazı olmuş. Sorup öğrenemediğim birçok sorunun cevabı bu makalede var. Bende Tepeköy'denim.
YanıtlaSilBir nebze de olsa yararli bulduysaniz ne ala.Tesekkurler, selamlar...
Silaydın bey kesikköprüye ilk yerleşen bir aşiretin soy ağacına dayanaraktan yorumda bulunuyorum bahsettiğiniz sürgün yavuz sultan selim dönemine denk geliyor ki sultan seliminde kürtler hakkındaki düşünceleri malum bir uyum söz konusu
YanıtlaSil