VELVEL DERESİ
Yıllar önce köy irisi, kasaba küçüğü büyüklüğünde, Bâlâ ilçesine bağlı bozkırın meşhur beldesi Kesikköprü’ye komşu köyleri Büyükcamili Köyünden (Kum Kent) Nuri’nin kızı Zexe davullu-zurnalı-allı-pullu bir düğünle gelin geldi. Damat Orta
Anadolu’da Kızılırmak boyunu süsleyen bir sahil kasabası güzelliğindeki bu
güzelim beldeden “Hotteler” olarak bilinen sülaledendi. Özünde kimselerin
etlisine sütlüsüne karışmayan, herhangi birilerinin en uyuz tavuğuna dahi
kış demeyen, kendi halinde, sevilen sayılan, kişilik sahibi Mehmet adında bir adamdı.
Çiçekleri burunlarında
yeni evli mutlu çiftin, bu evlilikten boy boy oğulları ve kızları oldu. Araya
yılların hızla girmesi ile hepsi büyüdüler, evlendiler ve iş güç sahibi
oldular.
Zexe’nin allı pullu gelin
geldiği Kesikköprü Ankara’ya yüz on kilometre uzaklıktaydı. Belde yine kendi
adı ile anılan Kesikköprü Baraj Gölünün hemen yanı başında yer aldığı için Orta
Anadolu bozkırında ayrıcalığı ile bir sayfiye kasabası görünümündeydi. Belde hayat katan su ile her geçen gün ile birlikte daha bir zümrüt yeşiline bürünüyordu. Çevre il ve ilçelerden
insanlar yorgunluklarını atmak üzere, özellikle de hafta sonları, safir bir gerdanlığı andıran baraj gölü sahiline ve ırmak boylarına gelip burada soluğu alıyorlardı. Ziraat sulu yapılır hale gelirken, yükselen iç dinamikle insanların
ekonomik durumları da her geçen gün, daha iyiye doğru seyrediyordu. Onlarca
yıldır alışılmış olan iki yılda bir ekilen buğday ve arpanın yerini, çok daha
verimli, aynı zamanda çeşitliliğe sahip iki - üç çeşit hasat alınır hale gelmişti.
Bu büyük bir ilerlemeydi ve insanlara daha rahat nefes aldırıp yüzlerini
yeterince güldürüyordu.
Zexe şansı yaver giden,
Ankara’da bir bankada memur olarak iş bulan, gözbebeği delikanlı oğlu Zeki ile
ne kadar gurur duysa azdı. Sonuçta verdiği emekler boşa gitmemiş ve oğlu
başkent Ankara'da bir bankada memur olmuştu. Bundan sonra koskoca devletin
deste deste paralarını bir bir o sayacaktı. Oğlu Zeki’ye Ankara’da aldıkları
apartman dairesi bir güzel dayandı döşendi. Onun bir an evvel işe başlaması gerekiyordu.
Çok şükür işler yolunda gitti ve memur oğlu büyük bir azimle işe başladı.
Kesikköprü’ye Ankara’dan
oğluna dair kulağına oldukça iyi haberler gelse de Zexe oğlunu çok merak eder
olmuştu. Acaba ne yapıyordu, elbiselerini kim yıkayıp ütülüyordu? Ne yiyor ve
ne içiyordu? Evinin temizliğini kim yapıyordu? Bunların hepsi annelik
hormonunun dürtüleri ile kafasında birer sıkıntılı soru haline geliyordu. Yok…
Yok. Bu böyle olmayacaktı. En iyisi kocası Hacı Mehmet’ten izin alıp oğlunu
yerinde görmek ve o istese de istemese de bir müddet yanında kalmaktı. Tek
sıkıntısı Türkçeyi çok da iyi bilmemesiydi. Ne olacaktı sanki, evinde oturur,
oğluna hizmet eder, onun işten gelmesini bekler ve çok da gerekmedikçe dışarı
çıkmazdı. Böylece dışarıda kimse ile haşır neşir olmaz ve çok iyi bilmediği bu
dilden dolayı zor durumlara düşmezdi.
Kocası Hacı Mehmet’ten de
vize tez zamanda çıktı, onaylandı, resmi pullar yapıştırıldı ve mühürlendi.
Ankara’ya giderken yufka ekmekten de hatırı sayılır bir oranda götürmeliydi ki,
memur oğlu daha az harcama ile maaşından biraz tasarruf edebilsindi.
Sabah erkenden kalktı,
kızları ile kuşluk vaktinde işbaşı yapıp yığınla hamur kardılar. Akşama doğru
yorgunluktan bitap düşmüş olsalar da iki ay yetecek kadar adam boyu ekmek
yapmışlardı. Oğlu da buna çok sevineceği için emeğine değmişti. Yorgunluk
önemli değildi. Geldiği gibi geçererdi. Ertesi günü Pazar olduğu için oğlu da
evde olacaktı. Ankara dolmuşuna sabah şafak sökerken yüklediği ekmekleri üst
kısma sıkıca bağladı. Dolmuşta ki yerini aldı. Artık Ankara yolcusuydu. Hızla
dönen tekerlekler geçen her dakikada onu başkente yaklaştırıyor ve vuslatın eli
kulağına varmaya başlıyordu.
İki buçuk saatlik, bir
kısmı şose ve Ankara’ya yaklaştıkça asfalta dönen yol bitmiş ve hedefine
varmıştı. Konya yolunda Ankara’ya doğru ilerleyen dolmuş şoförü Zexe’nin Emek
Mahallesinde ineceğini bildiği için Zexe’ye seslendi.
“Zexe Teyze kusura bakma
bu kadar yolcu ile mahalle arasına giremem, yolcuların da acelesi var. O
nedenle seni burada yol üstünde indireceğim.” Zexe hırsından küplere binse de
şoför Aslan “Nuh dedi ama peygamber demedi.” Konya yolunda inen Zexe’yi büyükçe
bir ekmek yığını ile oradan geçmekte olan bir taksici tarafından kısa sürede fark
edildi. Bu yağlı müşteriyi kaçırılmamalıydı. Ani bir frenle Zexe’nin yanında
durdu. Önce ekmekleri arabasına güzelce yükledi ve müşterisini de arka koltuğa
oturttu. Şoför arkaya dönüp;
“Teyzeciğim gideceğimiz
adres neresi, söyler misiniz?” Zexe bu kadarını elbette ki anlıyordu, ama
konuştuğu İstanbul Türkçesi değilse de Kürtçe aksanı ile derdini anlatmaya
çalıştı.
“Kurban bankacı Zeki’nin
evine.” Şoför şaşkınlıkla yeniden arkaya doğru döndü.
“İyi de teyzeciğim
bankacı Zeki kim?”
“Sen nasıl şoför, sen
bankacı Zeki, benim oğlum tanımıyorsun mu? Gendisi bankacı, evinin önünde bir
sürü çakıl var. Sen nasıl bilmez. Lo bu nasıl iştir? Sen pereyi biliyor,
bankacı Zeki'yi bilmiyor. De get lo!”
Taksici illallah edip,
her önüne gelene sora sora tesadüfen bankacı oğlunu tanıyan mahalle bakkalının
tarifi ile önünde bir sürü çakıl olan evi buldu. Zexe de taksici de birer derin
nefes aldılar. Bundan sonrasında Zexe artık Ankaralıydı.
Oğlunun evine iyice
yerleşti. Sildi süpürdü. Sihirli kadın elleri evi bir güzel düzene soktu. Evin
bütün işlerini yaptı. Her gün akşam yemeğini de hazırlayıp kurduğu sofranın bir
kıyıcığında işinden gelecek oğlunu dört gözle bekledi. Geçen zamanla birlikte
kendince bir düzen tutturduğu gibi artık komşuları ile de karşılıklı büyük bir
gülümseme ile selamlaşıp, hal hatır soruyordu.
Gün öğle sonrası olmak üzereydi.
Yine yemek yapması gerekiyordu ama evde tuz olmadığını görünce bir çırpıda bir
sokak alttaki mahalle bakkalından alıp gelmesi gerekiyordu. Eşarbını sıkıca
bağladı, oğlundan sıkı tembihli olduğu için anahtarını içeride unutmaması
lazımdı. İlk önce şıngırtılı sesler çıkaran anahtarlarını küçük kır çiçekli
fistanın cebine koydu. Bakkaldan birkaç gıda maddesi alıp yeniden evinin yoluna
koyuldu.
Tam apartman kapısının
önüne gelmişti ki, çantasına baktığında tuz almak için gittiği bakkaldan bunu
unutmuş olduğunu gördü. Bakkal dükkânı uzakta kalmıştı, bir daha gidemezdi.
Bugünlük alt kattaki komşusundan bir avuç tuz alabilirdi. Kapıyı çaldı. Bir
müddet bekledi ama kapıyı açan olmadı. Oysa daha biraz önce bakkala giderken
komşusunu balkonda çamaşır sererken görmüştü. Bir daha bir daha çaldı ama kapı
aralanmadı. Cebinden anahtarını çıkardı ve bir merdiven daha çıkıp zorunlu
olarak evine yöneldi. Anahtarı kapı kilidine koymaya çalıştıysa da olmadı. Kapı
hiç beklemediği bir anda üst komşusu tarafından açıldı. Komşusu Filiz Hanım
büyük bir şaşkınlıkla Zexe Teyzeyi görünce şaşırdı.
“Teyzeciğim ne oldu?
Evinin kapısını mı şaşırdın?”
“Yok komşu. Aşağıdaki
komşudan tuz alim dedim, ema o da evde yoktu.”
“İyi ama teyzeciğim
sanıyorum sen komşunun evi diye kendi kapını çalmışsın. Bekle sana biraz tuz
getireyim.” Zexe büyük bir mahcubiyetle evine doğru yorgun argın merdivenleri
indi. Akşam yemeği için kollarını sıvadı, Zeki’nin gelmesine az kalmıştı.
Olup bitenden oğluna
hiçbir açıklamada bulunmadı. Fakat oğlu yan binadaki komşuları Sultan hanımın
kocasının vefat ettiğini, bu nedenle annesinden taziye ziyaretine gitmesini
istedi.
Ertesi gün Zexe güzelce
giyindi. Mahalle bakkalından âdettendir diye bir paket çay ve bir kilo da şeker
aldı. Taziye için Sultan Hanımın kapısını çaldı. Kapıyı Sultan Hanımın akrabası
akça pakça tenli Şükriye Hanım açtı. Oturma salonu kadınlı erkekli pek çok
taziyeye gelenlerle doluydu. Zexe’yi o an ölen adamın ardından dua okuyan cami
hocası Rükneddin Efendinin yakınında bir yere oturttular.
Rükneddin Hoca bir yandan
Cuma hutbesi okur gibi uzun uzadıya vaaz verirken, bir yandan da iç içe geçen
zigon sehpaları çıkarıp haşmetli kalçalarını sallayan Şükriye Hanım’a da alttan
alttan bakmayı ihmal etmiyordu. Yıllardır bir kadının eline eli değmemişti.
Duaya bir lahza ara verip içsesi ile;
“Aman ya rabbim bu ne
terakki, bu ne haşmet? Sen günah yazma. Hurilerimi yediden altıya indirme, ne olur!” demekten kendisini alıkoyamadı.
Sonrasında tez elden ürkmüş bir kirpi misali toparlanıp vaazını kaldığı yerden sürdürdü. Zexe de hoca
efendiyi çok anlamazsa da can kulağı ile dinlemeye koyuldu.
“Yüce Rabbimiz, yedi kat
yer altında yedi tabakadan oluşan cehennemi yaratmıştır ki, bunların her biri
birbirinden altındadır. Her katın arası en az beş yüz yıllık mesafededir.
Cehennemin yedi tane kapısı mevcuttur.
Her katın içinde tamı
tamına ateşten yetmiş bin oldukça yüksek dağ vardır. Her dağda ateş alevlerinin
yükseldiği yetmiş bin vadi vardır. Her bir vadide ateşten yetmiş bin kale
vardır. Her kalede ateşten yetmiş bin ev vardır. Her ev içinde ipler,
sandıklar, tokmaklar, topuzlar, zincirler, zehirli akrepler, köpekler, yılanlar,
kaynar ve irinli sular, zehir ve zakkum emsali sayamayacağınız kadar bin türlü
azap vardır.
Cehennemde aynı zamanda
kara yüzlü, gök gözlü zebani melekleri vardır ki, cümlesi sağırdır ve onlarda
merhamet duygusu yaratılmamıştır. Öyle çoktur ki, bunun hattı hesabı yoktur.
Hak Teâlâ, zebanilere bir büyük ve heybetli melek vekil etmiştir ki, ona Mâlik
derler. Yedi cehennemin hâkimi ve baş kapıcısı odur. Cehennemin katlarının
isimlerini telaffuz edecek olursak, sırasıyla aynen şöyledir. Birinci kat Cehennem,
ikinci Sair, üçüncü Sakar, dördüncü Cahim, beşinci Hutame, altıncı Leza ve
yedinci katın adı da Haviye’dır.” Hoca Şükriye Hanımdan gözlerini kaçırmakta
zorlansa da sözü hala bitmemişti. Bu arada anlatılardan pek bir şey anlamayan
Zexe, ancak daha önceleri yine böylesi bir vaaz esnasında, cehennemde olduğu
söylenen bir dereden bahsedilmiş ve o aklında yer etmişti. Hiç beklenmedik bir
anda içini kemiren merakını gidermek üzere söze girdi.
“Xoce Efendi, bir de
Velvel Deresi varmış sen ondan bahsetmedi. O nerde?” Hoca bir iki yutkundu
sonrasında bu adı geçen dereden bihaber olmakla, her ne kadar Şükriye Hanımın
yanında baltayı taşa vurmuş olsa da söze girdi.
“Valla… Hanım Teyze
Velvel Deresi diye bir yer bilmiyorum. Ama eve gittiğim zaman sizin için
araştırırım. Herhangi bir bulguya rastlarsam haberdar ederim. Olmaz mı?
Şimdilik böyle anlaşalım. Söz sizi bu konuda haberdar edeceğim. Müsterih olun.”
Zexe omuzlarını silkti ve kısaca;
“Olsın.” dedi. Hoca
taziyeye gelen bütün insanların kalplerine korku salmıştı. Cehennemin birbirine
beş yüz yıl uzaklıktaki katları, büyüklükleri, katran kazanları, topuzlar,
zincirler, ipler, yılanlar, zehirli akrepler, vicdanı olmayan zebaniler, Sırat
Köprüsü ve yetmedi şimdide bunlara bir de hiç duyulmayan Velvel Deresi eklenmişti.
Taziye evinden ayrılan
herkes kendi kendisine yol boyu “Velvel… Velvel…” diye mırıldanıyordu. Rükneddin
Hoca baş ve işaret parmakları ile sıvazladığı badem bıyıklarının altından boşluğa gülümsüyor, gözlerinin önünde zigon sehpaları yerleştirmesi esnasında salınan Şükriye Hanımın ihtişamlı “terrakileri” gidip geliyordu. Velvel Deresi varsın olmasındı. O sonraki işti.
Bu konu uygun bir zamanda elbette araştırılırdı. Şimdi öncelik daha “haşmetli” ve de
ivedilik gerektiren ince konulardaydı.
Amsterdam, 10 Mayıs 2020
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder