22 Haziran 2018 Cuma

PİNTİ CELAL



 PİNTİ CELAL

Şikâyet etmesini gerektirecek en hafif bir pürüz yoktu. Tam tersine vaziyet alabildiğine berkemaldi. Dolayısı ile işleri yolunda gidiyordu. Amsterdam kentinde üç yıl kadar önce açtığı tekstil atölyesi gün geçtikçe daha çok büyüyor ve daha fazla para getirir hale geliyordu. Büyük giyim mağazaları kendileri ile çalışmak için adeta yarış halindeydiler. Bu gelişmelere birebir tanıklık ederken, tıpkı karikatürlerde de çizildiği gibi dolar işaretleri, namı diyar Pinti Celal’in gözlerinde çok belirgin bir halde gözlemleniyordu. Mutluluğundan ol bedeni gözlerine eşlik edip her tarafı gülüyordu. Daha çok kazanma ve biriktirme hırsı da bir yandan içini kemirmiyor değildi. Ama bu da elbette olacak ve görünen o ki, ereğine tez zamanda kavuşacaktı.
Var olan sermayesine ha gayret deyip, biraz daha katabilmek için canını dişine takıyordu. Masraf olur diye araba almadığı gibi, yine tasarruf amaçlı işine gidip gelirken toplu taşıma araçlarını dahi kullanmayı düşünmüyordu. Bir kendisi vardı, varsın onu da bacakları oradan oraya taşısındı. Yoksa başka ne işe yarayacaklardı. Cimriliği öyle ki, gözlemlenmesi halinde insan havsalasını anında durduracak kadar hastalıklı bir boyuta gelmişti. Bu amansız hastalık bir ahtapot misali Pinti Celal’i hareketsiz bırakıp tamamı ile esareti altına aldı.
Devasa büyüklükteki biriktirme küpünün bir an evvel dolması gerekiyordu. Bunu yapmadan, haliyle yeni küplere geçemezdi. Serveti her geçen gün başını alıp gitmesine rağmen, o bundan kimselere zırnık koklatmadığı gibi, varlığını kendisi de en asgari düzeyde kullanıyordu. Rast geldiği herkese parasızlıktan yakınıyor, iki yakasını bir araya getirmekte oldukça zorlandığını bıkıp usanmadan anlatıyor, fırçası her daim karamsar tablolara imza atıyordu. Masrafa girecek diye memleketinde bir başına bıraktığı hasta annesini bayramda dahi aramıyordu. Yemiyor, içmiyor, giymiyor, yanında çalışan gündelikçi işçilerden dahi çok daha fakir bir yaşantı sürüyordu. La Fontaine’in bir deyimi tam da burada devreye giriyordu. “Parasından en az yararlanan cimrinin kendisidir.”
Yıllarca gece gündüz insanüstü bir azim ve güç ile çalıştı. Lakin ülkede yaşanan ekonomik kriz ve ucuz işgücünden dolayı aynı giyim mağazalarının gelişmekte olan ülkelere yönelmesi ile Pinti Celal de, pek çok işveren gibi bu denli yükselişe geçen işyerinin kapısına kilit vurmak zorunda kaldı. Ama birikimi onu on beş ömrü de olsa hiç çalışmadan krallar gibi yaşatabilirdi. Çünkü küpler tıka basa doluydu. Fakat kral gibi yaşamak isteyen yoktu. Küplerden bir akçenin dahi eksilmesini istemiyordu. Bunu göz önünde bulundurduğundan yaşı gelip geçtiği halde evlenip çoluk çocuğa dahi karışmadı. Işığından hiçbir şey kaybetmeyeceği halde, başka bir mumu titrek alevi ile yakmadı. Kasvetli loş karanlığı yeğledi. Yek başına kalakaldı.
Cimrilik hastalığı arkadaşları arasında sürekli alay konusuydu. Onu tanıyanların hepsi bu olumsuz yönünden dolayı; ona karşı neredeyse nefret edercesine bir yaklaşım içindeydiler. Ama hiç de umursamıyordu. Pinti Celal’i sürekli alaya alan ve Türkiye’de bulunan Süleyman adlı yakın arkadaşı sürekli yaptığı gibi bir kez daha kendisine bir oyun oynadı. Türkiye’de ortak arkadaşları olan Fikri, Süleyman’ı misafir olarak evinde ağırlıyordu. İki kafadar uzun uzadıya Pinti Celal’in kulaklarını çınlattılar. Uzun sohbetlerinin ardından Süleyman oynayacakları oyunu Fikri’ye anlatmaya koyuldu.
         “Bak Fikri, sen Amsterdam’a gittiğin zaman, ilk işin Pinti Celal’i bulmak olsun. Onu görür görmez hemen kendisini bir kenara çek ve anlatacaklarının olduğunu söyle. Tatil için Antalya’ya gittiğini ve burada üç yüz dönümlük bir alana kurulmuş, yedi yüz odalı beş yıldızlı bir tatil köyünde kaldığını abartarak anlatacaksın. Ve sonrasında bu tatil köyü kimin biliyor musun? İnanmayacaksın ama bu muhteşem yer Süleyman’ın ve bir görseydin bizi krallar gibi nasıl da ağırladı, anlatamam. Yediğimiz önümüzde yemediğimiz ardımızdaydı. Çok ama çok mutlu oldum. İnsanın böyle hem varlıklı, hem de iyi bir arkadaşının, dostunun olması ne kadar güzel. Bu kadar parayı nereden bulmuş bilemiyorum ama hayli şanslı bir arkadaş. Allah kendisine ‘yürü ya kulum’ demiş. O da almış ve son hızla yürüyor. Allah daha çok versin. Etrafında geleni gideni eksik olmuyor. Senin yerinde olsam ben de Süleyman’a bir alo der ve bavulumu topladığım gibi Antalya’ya giderim. Süleyman senin de iyi arkadaşın. Seni de krallar gibi karşılayacaktır. Hem sen de biraz dinlenir kendine gelirsin.”
Devresi gün Fikri Amsterdam’a dönmek üzere yola koyuldu. Gelişinin hemen ardından Pinti Celal’i arayıp, bir kafede buluşmak üzere sözleşti. Kahvelerinde kendisinden olacağını belirterek arkadaşını rahatlattı. Bu durumda öyle veya böyle, Pinti Celal gelmemezlik etmeyecekti.
Anlaştıkları saatte ve yerde buluştular. Hal hatır ile ilgili soruların cevapları alındıktan sonra, ince belli genç garsonun masalarına koyduğu kahve fincanlarına uzandılar. Pinti Celal alttan alttan garson kızı süzmeden de edemedi. Gözleri öylesine maviydi ki, sanki gökyüzü içlerine bağdaş kurup oturmuştu. Öylesine derin bir mavilik vardı. Son bir kez daha baktı. Genç kız çoktan başka müşterilerin yanı başında bitivermişti. Fakat Pinti Celal’i yutkunduran hal ve hareketleri de Fikri’nin gözünden kaçmadı.
Kahvelerin tadına diyecek yoktu. Çok az duyulur caz müziğinin ritmik bir parçasını uğultu halinde gelen derin sohbetlerin sesleri bastırıyordu. Fikri’nin sabırsızlıkla beklediği an nihayet geldi. Arkadaşı Süleyman ile konuştuklarını daha da abartılı bir şekilde Pinti Cemal aktardı. Üstelik Rus bayanların da tatil köyünde çokça olduğunun da altını çizerek anlatımına katarak, durumu daha cazip hale getirdi. Yüzü renkten renge girdi. Süleyman’ın bir anda bu denli zengin olmasına şaşakaldı. Hemen Fikri’ye bir dakika geliyorum deyip kafeden çıktı. Fikri onun hemen Süleyman’ı telefon ile arayacağını biliyordu.
“Alo… Süleyman’ım, canım kardeşim. Nasılsın? Görüşemiyoruz be gözüm. Bu kardeşini hiç arayıp sorduğun yok. Umarım iyisindir. İyi haberlerini alıyorum. Biraz önce Fikri ile beraberdik. Senin tatil köyünden bahsetti. Öve öve bitiremedi.”
Buluşma öncesi Fikri hangi saatte buluşacaklarını Süleyman’a bildirdiğinden o sabırsızlıkla telefon etmesini bekliyordu. Süleyman avını kurduğu tuzağa düşürmüştü. Şimdi yapacağı konuşmayı mümkün olduğu kadar uzatıp, onun sabırsızlıkla beklediği tatil köyü konusunu öteleyip telefon masrafı oluyor diye onu huzursuz kılmaktı.
“İyiyim kardeşim. Sen de iyi misin bana diyorsun ama senin de hiç arayıp sorduğun yok. Sen gelip gidenlerle olsun, sanki paralıymış gibi selam dahi göndermiyorsun.”
Konuşmanın uzayacağını fark edip bunu geçiştirmek istese de Süleyman buna müsaade etmedi. Her defasında yeni bir soru ve konu ile telefon görüşmesini uzattıkça uzatıyordu. Pinti Celal yerinde duramıyor, sadede gelmek için kıvranıp duruyordu. Sonunda Süleyman’ın konuşmasını kesip can alıcı sorusunu patlattı.
“Yahu kardeşim nereden buldun sen o kadar parayı? Nasıl oldu da Allah sana bu denli yolunu açtı?”
Süleyman ağına avını düşürmüştü. Onunla artık kedinin fare ile oynadığı gibi tadını çıkara çıkara oynayabilirdi.
“Celalim, ramazan ayında hiç Taksim meydanına gittin mi? Gittiysen eğer kurulan iftar çadırlarının önündeki yemek kuyruklarını mutlaka görmüşsündür. Diyelim üç bin kişilik bir kuyruk ama bu en sondakilere yemek sırası gelip gelmeyeceği belli değildir. Gelse dahi bu kadar kalabalığa ancak birer kepçe yemek düşer. Ama ben ne yapıyorum biliyor musun? Ben Allah’tan dilekte bulunurken, dua ederken ona Kürtçe yalvarıyorum. Türkçe dua eden milyonlarca insan var. Ama Kürtçe öyle değil. Kürtlerin dahi çok büyük bir bölümü Türkçe dua ediyor. Oysa Kürtçe dua eden insan sayısı öylesine az ki, dolayısı ile Taksim meydanında dağıtılan iftar yemeği gibi, size bir kepçe ya düşüyor ya da düşmüyor. Benim avantajım Kürtçe biliyor olmam. Ben senin yerinde olsam bir an evvel Kürtçe öğrenir ve Allah’a olan yakarışlarımı bu az kullanılan dilde yaparım. Böylelikle senin de tabağına bir bile olacağı meçhul olan kepçe yerine, tabağın dolup taşar. Kürtçe öğrenmek için tez elden kolları sıvamaktan başka çıkar yolun yok senin. Hadi sağlıcakla kal. Kendine iyi bak. İyi haberlerini bekliyorum, canım kardeşim benim. Öptüm.”
Pinti Celal’in kafası durmuş, adeta afallamıştı. Yarım saat sonra kendisini Kürtçe öğrenmek arzusu ile yakın arkadaşı Remo’nun kapı zilini alacaklı gibi çalar buldu. Nefes nefese buyur edildiği arkadaşının evinden içeri daldı. Pinti Celal telaşlı, Remo ise kaygılıydı. Akşam olmak üzere olduğu için Tanrı’nın eli ışığı söndürmek üzere güneşin düğmesine uzandı. Köpüklü kahveleri bu kez sunan pos bıyıklı kaba saba Remo idi.

Amsterdam, 22 Haziran 2018




18 Haziran 2018 Pazartesi

BİTLİS 10 KİLOMETRE








BİTLİS 10 KİLOMETRE

Bitlis! Adını Makedonyalı Büyük İskender’in bir komutanı olan Bedlis’ten alan, pek çok medeniyetin beşiği muhteşem bir şehir. Atalarım kuşaklar boyu bu büyülü topraklarda eşsiz bir ağız tadıyla, kardeşçe, barış ve huzur içinde mutlu bir yaşam sürmüşler. Benim bütün çocukluğum ışıltılı bir su damlası güzelliğindeki anneannem Lusıntak’ın Bitlis şehrindeki yaşantılarına dair bitmek tükenmek bilmeyen masalımsı anıları dinlemekle geçti. Onun o muhteşem büyülü anlatımıyla; yüzlerce yıl ezan sesleri kilise çanlarına büyük bir ahenkle katılıp hoş bir seda halinde, bu kadim toprakların semalarında sevgililer gibi buluşuyorlarmış. Bin bir rengi ile var olan kültürlerin; Türk, Kürt, Ermeni, Arap ve diğer kimliklerin şemsiyesi altında buluştuğu, kaynaştığı, göz kamaştırdığı harikulade bir mozaik. Alabildiğine geniş bir hoşgörünün, güzelliğin, tevazünün, insana dair üst değerlerin yer bulduğu, sapasağlam ayakta durduğu bir birliktelik.
Oysa ben sürgündeki uzak diyarlarda doğdum. Bu güzelliğe bir saniye olsun tanıklık etmedim. Yine de çok uzun bir zamanımı bu topraklarda geçirmişim gibi bir duyguyla yıllardır buraların özlemi içindeyim. Merak edip görmek, tatmak, dokunmak ve duymak istediğim o kadar çok şey var ki, saymakla bitmez. Bu diyarda uçuşan kuşların gagalarının rengi, kanatları, ağaçların dalları, verdikleri lezzetli meyveleri, çağlayan dereleri, gürül gürül akan ırmakları, göğünün mavisi, çiçeklerin renkleri, yaydıkları mis kokular, çimleri, otları, dağları, tepeleri, insanların giyimleri, birbirlerinin gözlerinin içine duruşları, konuşmaları, yemeleri, içmeleri, sevdaları, hal ve hareketleri, dahası aklınıza gelebilecek her şeyi merak eder olmuştum. Ben onlara ne denli yakın veya uzaktım? Toprak beni adeta çağırıyordu. Buradaki baba evinde yaşlılığımı geçirip bu görmediğim, dokunmadığım, öpemediğim halde vurgunu olduğum topraklara gömülmek ve karışıp kaybolmak istiyordum. Bundan daha da büyük bir emelim yoktu. Hissiyatı büyük özlem yoğunluğumda, anneannemin anlatımlarının elbette payı çok büyük. Rüyalarımda her daim buralardaydım. Bitlis’te doğmamış olsam da annem, babam ve bütün atalarım burada dünyaya merhaba demişler ve kalplerinin büyük bir mutlulukla attığı bu toprakları yurtları haline getirmişler. Kalbim “bum bum” hep buralarda atıyor. Yaşıma başıma bakmadan, kolumdan tuttuğu gibi, söylemesi abes; dünyaca ünlü bir yazar olduğum halde, yine de albenisini anlatmakta hayli zorlandığım bu güzelim baba diyarına beni koştura koştura getirdi.
20. yüzyıla kadar bu topraklarda yaşayan atalarım, gelinen bu zaman biriminde gidişatın eskisi gibi seyretmediğini fark ederler. Fötr şapkasının hemen altından bir şelale misali inen aksakallarını, titreyen ellerinin tedirginliği ile sıvazlayan büyükbabam Minas, anneannem Lusıntak’a çocukları alıp Amerika’ya göç etmelerini sağlık verir. Adım adım yaklaşmakta olan tehlikeyi gören ve kısa zamanda toparlanan ailenin bireyleri uzun bir yolculuğun ardından Kaliforniya Eyaletine bağlı Frosna kasabasına yerleşirler. Ben 1908 yılında Fronsa’da dünyaya geldim. Ailemin Amerika’ya yerleşimi sırasında kendilerine çok yardımcı olan William adlı bir doktorun adını vermişler bana. Dolayısı ile adım Willim Soroyan. Bana koca bıyıklı Ermeni Yazar diyenler de var. Yazmak benim için yaşamakla eş anlamlı. Yazmadan yaşayamam, aksi öldüm demektir. Kitaplarımla birçok ödül aldım. En önemlisi Pulitzer ve sinemaya uyarlanan kitabımla Oskar ödülleri oldu. Bitlis’i konu alan pek çok çalışmam da oldu. Anneannemin bu yöreye ait olan dillerden Türkçe, Kürtçe ve Ermenice için güzel belirlemeleri vardı. Türkçe müzik, Kürtçe kalbin, yani aşkın ve Ermenice ise acının dilidir derdi. Bu iki dil yatağını bulup bir şarap ırmağı misali akadururken, oysa Ermenice ölümü, acıyı tatmış bir dil olarak yatağında acı ve nefret yükü ile akar.
1964 yılında ilk kez rüyalarımın şehri Bitlis’e geldim. Burada dostlarım Yaşar Kemal, Ara Güler, Bedros Zoryan ve hemşehrim Fikret Otyam bana eşlik ettiler. Ev sahipliğinin güzelliği ile yüreğim kafesinden fırlayacak gibiydi. Korku ile ürperen bir tavşan misali kalbim mutluluktan, gördüğüm yakınlıktan tir tir titriyordu. En güzeli de kendi insanlarımın arasındaydım.
Atalarımın izlerine rastlamak için dağ tepe demeden dolandım durdum.  Gördüğüm her insana, hayvana, ağaca, toprağa “ahpariğim - kıymetli ağabeyim, büyüğüm, sevgilim” diye sarıldım, hasretlik giderdim. Şaşkınlık içinde oradan oraya saklambaç oynayan çocuklar misali koşturdum. Görenler telaşıma bir anlam veremediler. Ama öylesine mutluydum ki, inanamazsınız. Ardından büyük bir burukluk yaşadım. Anneannemin bir masal gibi anlattığı insanlarımdan eser yoktu. Tek bir Ermeni’nin izine rastlayamadım. Kimsecikler yoktu. Kuşlar misali kanat çırpıp uzaklaşmışlardı. Anlatılan büyük çanlı kiliseler, kesme taşlı evler hatta ve hatta mezarlıkların yerinde yeller esiyordu. Allahtan babamın evi olduğunu tahmin ettiğim yıkık duvarların izine rastladığımda, dizlerimin üzerine çöküp elime gelen taşı toprağı yüzüme götürerek gözyaşlarımla buluşturdum. Ağladım… Ağladım. İçimdeki zehri attım. Bitlis'in meşhur deyiminde ifade edildiği gibi mi oldu acaba? "Ayağıma yer edem, gör sana ne edem." Kim bilir, belki de öyledir. Hiçbir öfkem, kinim yoktu. İnsanlar çok güzeldi ve ben onları çok seviyordum.
Tek bir Ermeni, kilisesi veya mezarlığı yoktu. “Bitlis’te beş minare, beri gel oğlan beri gel.” Gel dediniz, ben de geldim. Lakin hiçbir şey kalmamış ki. Ermeniler yok olmuş, mezarlıklar ve kiliseler ise yerle bir edilmişlerdi. Beni bu yerle bir edilişi göstermeye mi çağırdınız?
Hüzün devasaydı. Yine de bakmayın siz bana, ne olur. Pek çok hayal kırıklığı yaşasam da rüyalarımın maviliği Van Gölü’nün suyunu kana kana içtim. Ne kadar da inanılmaz bir güzellikte. Çok kısa bir zaman sonra sanki bütün hayatım buralarda geçmiş ve bundan öncesi de yoktu fikri, bir anda olanca ağırlığı ile üzerime çöreklendi. Dağlar, tepeler, dereler, çiçekler, kuşlar ve bir bütün halinde tasavvur ettiğimden çok daha güzeldi. Anneannemin sık sık anlattığı Sapkor çeşmesinin suyundan içtim, saatlerce burada dolandım durdum. Yine anneannemin sözünü ettiği kıpkırmızı gülyaz (kiraz) ve sulu şılorlardan (erik) doyasıya yedim. Atalarımın izlerini sürdüm. Çeşme hala eskisi gibi kaynağından döne dolaşa getirdiği su ile akmaya devam ediyordu. Alttan, üstten yandan, sağdan ve soldan defalarca baktım. Her taşını bir bir beynimin kıvrımlı kanallarına kazıdım. Çeşmenin etrafında çocuklar gibi koştum. Beni görenler şaşakaldılar. Her taşı bir bir sevgili misali bağrıma bastırarak kucakladım, toprağı tekrar tekrar öptüm. İnsanlarıma sarıldım. Mutlu, huzur dolu ve gönlüm krallığını yaşıyordu. İçimde kinin ve öfkenin kırıntısı dahi yoktu. Her zamanki gibi kalbim her şeye ve herkese karşı olan sevgimle dolup taşıyordu. Yüreğimin tatlı yükü ağırdı. İnsan olarak kalabilmeyi becerdim.
“Toprağından dönmemecesine ayrıldı babam
efsanelerin beslediği o gökyüzünden uzak
ölüp gitti ama ardında beni, küçük hayaletini
bıraktı yas tutsun diye; soğuk, sislere gömülü,
yağmurların yıkadığı o gölün, tüm ölümlü acıların,
toplandığı o havuzun kıyısında ağıtını yakıp ağlasın diye.”
Bitlis’i gördüğüm zaman, insanlara şöyle seslendim:
“Şurada biraz oturup Bitlis’te olduğumu anlamak istiyorum. Bu benim için çok önemlidir. Bir Bitlisliden, Bitlislilere selam… Bir Amerikalıyım ama bir Bitlisli olduğumu hiçbir zaman unutmadım. Şayet bir söz söylemek gerekirse şöyle diyeceğim; Namuslu ve iyi kalpli Bitlisliler… Burada olabilmemin ne kadar mucizevi bir şey olduğunu tarif etmem imkânsızdır. Benim Bitlis’e yetişmem bir mucizedir, inanın… Hayatım boyunca buralar hakkında konuşmalar duydum. Buraya gelmeyi hep arzu ederdim. Nihayet ulaştım… Tek bir endişem vardı, acaba Bitlis, düşündüğüm gibi değil mi? Şu an nasıl memnunum, anlatamam. Endişelerim gitti. Evime geldiğimi farz ediyorum. Hemşerilerim ve bütün dostlarım burada. Beni bu kadar içten, sevgiyle karşıladığınız için teşekkür edecek kelime bulamıyorum… Artık yerime oturacağım, bana izin verin.”
Artık iyiden iyiye yaşlandım. Kendi ölümümü görüp tanıklık edemeyeceğim için bilemeyeceğim. Nerede ve nasıl ölürüm. Memleketlim şair Orhan Veli’nin bir şiirinde dile getirdiği gibi, benim bu dünyadan elimi ve eteğimi topraklarıma doyamadığım ömrümün sonlanışını da “edebiyat tarihçileri-meraklıları araştırsın.” Olmaz mı? Ahpariglerim, araştırmak için kollarınızı sıvadınız mı? Yes man. OK! Thank you. See you later.


Amsterdam, 17 Haziran 2018


2 Haziran 2018 Cumartesi

TÜYLER





TÜYLER



"EĞER
..........................................................................
Belirsizliğe yelken açardı iri ela gözler zamanla, 
Öylesine delice bakmasalardı eğer. 

Çabuk unutulurdu ıslak bir öpücüğün yakıcı tadı belki de 
Kalp, göğüs kafesine o kadar yüklenmeseydi eğer. 

Yerini başka şeyler alabilirdi uzun gece sohbetlerinin, 
Son sigara yudum yudum paylaşılmasaydı eğer. 

Düşlere bile kar yağmazdı hiçbir zaman, 
Meydan savaşlarında korkular, aşkı ağır yaralamasaydı eğer.


C. Yücel"



Meltem Hanım uzun zamandır vakit ayırıp ağız tadıyla bir film izleyememişti. Çok istediği halde yoğunluktan bu isteğini bunca süre ihmal etmiş olmanın huzursuzluğu ile kıvranadururken, en nihayetinde beklediği o anı yakaladı. Salon masasındaki muma bir kızıl alev iliştirerek başladı işe. Kadehini “rengi fena kırmızı şarabın” buketini loş ışıklı oturma odasına buram buram saçarak doldurdu. Eşi Melih Bey iş toplantısından dolayı eve geç vakit gelecekti. Bir kase mısırı "patır patır" patlatıp koltuğuna kuruldu.
Patrick Shanley’nin yönetmenlğini yaptığı “Şüphe” adlı filmin baş oyuncularından gizemli yüzüne hayran olduğu Marly Streep ve aynı zamanda Philip Seymour Hoffman yer almaktaydı. Bugüne değin Marly Streep'in pek çok filmini seyretmişti. Her filmin ayrı bir tadı vardı. Benim Afrikam, Jullia & Jullia, Saatler, Hayat savunmaya değer, Yasak ilişki, Sophi’nin seçimi, Tersyüz ve diğerleri. Marly Streep bu filmde de sanatının ustalığını hakkıyla ortaya koyuyordu. Hayran kalmamak elde değildi.
Film kareleri Meltem Hanımın boncuk mavisi gözlerinin önünde hızla art arda ilerleyedururken, sahnelerin birinde; yaşlı bir rahip kilisesinde ayin veriyordu. Balık istifi dolu kilisede, düzgün giyimli insanlar can kulağı ile rahibi dinliyorlardı. Rahip ilginç temalı ayininde bir o kadar ilginç olan bir hikâye anlatıyordu. Hikâyenin konusu insanların yüreklerini adeta cam kırıkları ile doldurup yaralayan, yok yere karalayan yersiz dedikodularla ilgiliydi.
Yaşlı rahip Pazar ayininde ibretlik hikâyesinin anlatımını aynen şöyle sürdürüyor.
‘Kadının biri aslında çok da iyi tanımadığı bir kadın hakkında olmadık dedikodular yapmış. Fakat dedikodu yaptığı günün gecesinde kâbus gibi bir rüya görür. Başının tam üstünde bir el görür. Bu kocaman el dedikodu yapan kadını gösteriyormuş. Kadın gördüğü rüyanın etkisi ile büyük bir suçluluk duygusuna kapılmış.
Uyanır uyanmaz günah çıkartmak üzere evinin yakınındaki kilisede soluğu almış. Kilisenin yaşlı rahibine gördüğü rüyayı bir bir anlatmış. Yaşlı Rahibe medet umarcasına sormuş.
"Söyleyin ne olur, dedikodu yapmak günah mı? Beni gösteren o kocaman el, acaba Tanrı’nın eli miydi? Özür dilemem gerekiyor mu? Günah işledim mi?"
Yaşlı rahip usulca kadına dönmüş.
"Cahil kadın. Sen ne yaptığının farkında değil misin? Bir insanı yok yere nasıl böyle karalayabilirsin? İnsanlar onun hakkında yersiz yere neler düşünür ve bu insan bütün bu olup bitenden nasıl etkilenir göremiyor musun? Bu yaptığından bana kalırsa çok utanmalısın."
Kadın rahibe üzüntülü gözlerle bakıp, affedilmesini dilemiş. Lakin rahip aman dilememiş.
"Bu iş o kadar da basit değil. Senden istediğim önce evine gitmendir. Evinde bulunan yastıklardan birini al ve evinin çatı katına çık. Bir bıçak yardımı ile yastığı kes ve sonrasında da tekrar bana gel."
Kadın denileni aynen yapmış. Büyük bir şaşkınlıkla soluğu yaşlı rahibin yanında almış.
Rahip;
"Dediklerimi aynen yaptın mı?" diye sormuş.
"Evet, aynen dediğiniz gibi yaptım."
"Peki, ne oldu? Ne gördün?"
"Şey… Sadece tüyler."
"Hımm… Tüyler..." diye alaylı yinelemiş rahip.
"Gözünün alabildiğine her yere tüyler uçuştu." diye konuşmasını sürdürmüş günahkâr kadın.
Rahip;
"Şimdi tekrar eve gitmeni ve esen rüzgârla birlikte uçuşan bütün tüyleri, senden tek tek toplamanı istiyorum."
"Ama benden imkânı olmayan bir şey istiyorsunuz. Rüzgâr savurduğu gibi bütün tüyleri alıp dünyanın dört bir yanına götürdü. Hepsi kayboldu."
Rahip bunun üzerine kadına yeniden dönüp;
"İşte tam da demek istediğim bu. Dedikodu da aynen bu uçuşan tüyler gibidir."
Rahibin hikâyesi burada son buldu. Ardından Marly Streep bütün gizemli güzelliği ile film karelerinde yer alarak devam etti.
Meltem Hanım filmin sonunda, Marly Streep’e ve Oscar koleksiyoncusu bu muhteşem kadının oyunculuğuna bir kez daha hayran kaldı. Çok etkilenmiş olacak ki, o gece garip bir rüya gördü. Rüyasında büyük bir asansörün jet hızıyla İstanbul’da bir gökdelenin kırkıncı katının çatı bölümüne çıktı. En hafif bir yükseltide canını alacakmış gibi, adeta bir yumruk olup boğazını tıkayan yükseklik fobisinden, her nasıl olduysa eser yoktu. Korkusuzluğuna en çok da kendisi şaşakaldı. Bu kocaman bir ilkti.
Rüyasında sırtında kocaman bir torba vardı, Meltem Hanım'ın. İstediği yüksekliğe geldiği zaman torbanın ağzını usulca açtı. Torba milyonlarca küçük kâğıt kırpıntıları ile tıka basa doluydu. Kâğıtların üzerinde sağlık, huzur, barış, sevgi, şefkat, kardeşlik, insanlık, vicdan, adalet, hukuk, güzellik, hoşgörü, eşitlik ve insanlığın her geçen daha çok ardında bıraktığı değerler binlerce kez büyük harflerle yazılıydı. Torbanın içindekileri usulca binadan aşağı doğru savurdu. İnsan olmanın gerekliliklerinin yazıldığı kâğıtlar, rahibin sözünü ettiği tüyler misali bütün dünyanın en ücra köşelerine doğru birer kuş olup uçuştular.
Sabah güneşinin bakir ışıkları ile uykusu hafifledi. Burnuna kahve kokuları geliyordu. Elinde kahve fincanı ile bekleyen eşi Melih Bey, uykusunda gülümsemelerle mutluluk saçan Meltem Hanımın uyanmasını sabırsızlıkla bekliyordu. Melih Beyin tatlı öpücüğünü hazzı yerini acımtırak kahveye bıraktı. Arka fonda klasik müziğin sihirli melodileri bu huzur dolu birlikteliğini bütünlüyordu!



Amsterdam, 02 Haziran 2018






CHARLOTTE CAFE Annem, bildim bileli hasta, ömrü böyle geçti diyebilirim. Lakin bu kez hayli ilerlemiş olan yaşı ile artık uzatmaları oynuyo...