Resim: Hatip Konukçu
BOZKIRIN KIRGINLIĞI
Aşk ile üflenen renkli billur camların
kırılganlığında, alabildiğine hassas, tarihi dokusu hayli zengin, kalplerde
yaşayan şairin de kıyasladığı gibi “Havva Ana’nın daha dünkü çocuk sayıldığı” Anadolu
topraklarının yaşlı yüreğinden bi yol söz etmeye görün, akıllara ilk
gelen, bozkır olur. Öyle ki uçsuz-bucaksız, bir o kadar da yorucu, tekdüze git git
bitmezdir o. Art arda düzlük, dere ve tepedir. Gözlerinizi kırpıştırıp, olmadı,
asker selamına durur gibi elinizi kaşınız hizasında siper edip, gerekli
gölgeliği edinmenizle birlikte ve ardından daha da kolay görmenin getirisi ile
bir de derinlemesine bakmayı denediğinizde, gözlerinizi önüne serilen alabildiğine
tarım alanları, bir tutam buraya, bir tutam oraya, bir diğeri şuraya, öbekler
halinde ev ev serpiştirilmiş köyler ve kasabalardır İç Anadolu’da bozkır. Nuh`a
buralardan da salıncaklar, hamaklar ve beşikler verilmiştir ve bilinen o ki;
bozkırda da fukaralıktan bir hayli utanılır, hem de ele güne karşı çırıl çıplak.
Pek çok il, ilçe ve köy iri veya ufak olmalarına hiç
bakmaksızın bir halaya tutuşmuş gibidir.Ritmi yüksek muhteşem görünümlü halayın
başında sırası gelmişse, adil bir şekilde kimi zaman Ankara, kimi zaman Sivas
veya Konya’dır. Olmadı, Çankırı, Yozgat, Bala, Polatlı, Tepeköy, Küçük Camili,
Haymana’nın Bumsuz Köyü veya Kaman ilçesinin Hirfanlı Köyü’dür ışıltılı al mendili
şevkle sallayan.
Bir de upuzun, safir taşları ile bezeli maviş maviş
göz kamaştırarak ışıldayan, Kızılırmak adlı bir gerdanlığı vardır bozkırın.
Büyük bir coşku ile akan mavi sularında bol kılçıklı sazan ve kefal cinsi
balıkların dans ettiği, bozkırın uzaklara olan özlemini giderebilmesi için
kavalyesi İç Anadolu’yu koluna taktığı gibi Karadeniz ile buluşturur bu ırmak.
Baharın gelmesi ile birlikte, bütün düzlüklerde ve yükseltilerde gökkuşağının
olanca renklerinde binlerce çeşit kır çiçeği, renk yelpazesi güneşle buluşup,
yeryüzünü her defasında kalbinin atışları ile büyük bir heyecan duyan allı
pullu bir geline dönüştürür. Kır çiçeklerinden burcu burcu yayılan mis amber
kokuları ciğerlerinin derinliklerine çeken her canlı o an mest olur ve başı
döner. Ateş böcekleri raks edip çıkardıkları kıvılcımlar ile ışıklar saçarken,
cır cır böcekleri bestekarlarının kaleme aldığı bütün eserleri, kimi zaman koro
halinde, kimi zaman da sololar halinde, büyük bir titizlikle notalarını okuyup,
muhteşem konserlerini icra ederler. Bin bir renkli tüyleri ile keklikler bir
kuytudan diğer birine kendilerine has ötüşleri ve paytak yürüyüşleri ile
ilerlerler.
Bozkırın sürgün Kürdü olarak, komşu bir Türk köyünden yaşlıca
bir amca ile tesadüfen bir yerlerde karşılaştığınızda size sorduğu ilk soru;
“Yeğenim, demek Camili köyündensin. Sizin orada bizim
Şiho vardı. Ayşık’ın Şiho diyorlardı. Nasıl hayatta mı kendisi. Çok iyi bir
insandı doğrusu. Arkadaşımdı kendisi. Sizin oradan bizim köye gelin de aldık.
Dur bakalım yeğenim, neydi adı. Ha… Hatırladım. Hasko’nun Ruffo diyorlardı
babasına. Ama aslan gibi çalışkan, evini çekip çeviren, saygıda kusur etmeyen,
ailesi ve geçimi için dişi-tırnağı ile mücadele eden bir gelin. Sonra defineci
Hinto vardı. O da sizin oralı mı idi? Türkçesi çok kıttı. Ama misafirperver ve
çok da saf bir insandı. Evinin önünde yer altından çıkardığı, iri bir adamın
dahi içine girip saklanacağı büyüklükte bir küp vardı. Bir keresinde evine
yolumuz düşmüştü, Tanrı misafiri olduk. Sağ olsun bizi yere göğe
konduramamıştı. Demek sen de Malı Bevlerdensin. Babanın adı ne idi acaba,
belkim tanırım kendisini. Ayşık’ın Şiho’yu görürsen çok selamımı söyle. Kaman’a
yolu düşerse buyursun gelsin acı bir kahvemizi içsin. Yeğenim seni de beklerim.
Manifaturacı Talip diye sorarsan herkes tanır beni.”
Bozkırın dört bir yanında korku içinde zıplayan
benekli tavşanların, belki yiyecek bir tek havuçları yoktur, ama her ihtimalde
mutludurlar. Tilkiler her zamanki sinsilikleri ile tavuk kümeslerine durmadan
dadanırlar. Gecenin zifiri karanlığında Hüsso’nun kıllı kolları, çifte benli
şişko karısı dayı kızı Fato’nun beline dizginlenemeyen bir şehvetle sıkıca
dolanırken, tavuk ve horozların can havli ile çığlıkları yayılır köyün sessiz
derinliklerine. Hüsso apansız kollarını isteksizce geri çeker, ne oluyor diye
bir an için sırt üstü uzanır. Gelen seslere kulak kabartır. Loş karanlıkta
hızla alıp verdiği nefesini kontrol altına almaya çalışarak yan gözlerle göğsü
inip kalkan eşi Fato’ya bakar. Fato hışımla yatağında doğrulur.
“Lo sen ne duruyorsun? Git bir bak hele yine o uğursuz
tilki mi geldi, ne oldu?” deyip, hevesi kursağında kalan Hüsso’yu paralar.
Hüsso aklında “Aman be tilki, zamanı mıydı şimdi. Bir on dakika sonra gelseydin
ne olurdu sanki” deyip, sitemini yüreğinin atışları dahilinde sessizce dile
getirir. Aşk kokusunun dört bir yanına iyice sindiği odada, telaşla giydiği pantolonunun
kemerinin metal tokasından ve cebindeki bozuk paraların şıngırtıları yayılır.
Devasa genişlikteki bozkırda, o an hayat bulan sevişmelerden biri gün ağarırken,
mutlu son ile bitmez. Film kopar ve yarım kalır.
Kürtler müziklerini büyük bir gizlilik içinde sindire
sindire dinlerler. Türkçeyi mümkün olduğu kadar kusursuz öğrenmeye çalışsalar
da, dillerinin bir yerlerine söküp atamadıkları aksan, bir kene gibi yapışıp,
kalır. Söküp atamazlar. Radyolarında ve televizyonlarında büyük bir zevkle
dinledikleri, bozkırın ölümsüz ozanı Neşet Ertaş’ın türküleri, bozlaklar
yayılır. Türkülerde “yar tatlı dilli, güler yüzlüdür. Mezar arasında harman
olmaz. Mühür gözlü sakınılır, kıskanılır. Zahide’ye kurban olunduğu halde, O
sevdiğinin belini kırar,” acımasızdır. Ozan “aydos” diye yeri göğü inletir.
Hacı Taşan, Ali Ekber Çiçek, Çekiç Ali, Muharrem Ertaş, Aşık Veysel ve diğer
değerler zenginleştirir bu bozkır diyarı.
Türk ve Kürt köyleri yüzlerce yıldır, yan yana, komşu
ve kardeştirler. Bozkır sabahlarında Kürt köylerinde de radyo ve
televizyonlarda Yurttan Sesler korosu coşkulu türküler dillendirir. Kürt Hüsso
kendisini kaptırır, mırıldanmadan edemez. Muazzez Turing, Özay Gönlüm ve Bedia
Akartürk aynı güzellikte kabul görür. Bu köylerde de yare gitmek için “ibibiklerin
ötmesi, sütlerin kaymak tutması” beklenir. Birbirine sınır oluşturan aynı
toprakların mahsulü buğdaydan yufka ekmeklerini yaparlar. Zaman gelir aynı
bulgura kaşık sallanır, birbirlerine sundukları nar kırmızısı çaylar aynı
tarzda üflenerek yudumlanır. Teneffüs edilen hava farklı değildir. Türk veya
Kürt demeden aşık olunur, yaşanan onca aşk ve sevdanın akabinde, binlerce
evlilik yapılır, mutlu yuvalar kurulur. Yakın akraba olunmanın ardından, yüz
binlerce çocuk doğdu, doğuyor. Samanyolu, kuyruklu ve diğer sonsuz sayıdaki yıldızlar
aynı semalarını ıpışıl aydınlatıp, süsler. Lakin gelinen noktada Hüsso yine de
biraz kırgın gibidir. Bi yol olsun Aram Tigran, Ayşe Şan, Mehmet Arif Cizrawi
veya Şıvan Perver’in Kürtçe müziklerinin tek bir sözcüğü yükselmez, kardeşleri
olduğunu söyledikleri, yüzlerce yıldır bir arada yaşadıkları Türk köylerindeki
insanların dudaklarının arasından, radyo ve televizyonlarından. Tek kelime
Kürtçe kelime öğrenilmez. Bu dilde
“sevgi, aşk ve barış” sözcüğü nasıl söylenir diye hiç merak edilmez. Hiç kimse
bu yasaklı adeta lanetli bir hal alan dilde, pır pır atan yüreğinin sesine
kulak verip, “Seni seviyorum” diyemez. Arkadaşım, kardeşim, komşum dediği
insanların isimlerini dahi telaffuzda hayli zorlanırlar. Devlete olan malum
küskünlükleri bir tarafa, bir yanları sönük, kırgın, eksik ve duygulu yürekleri
hep buruktur hor görülen bu insanların. Bir anlam veremezler, onurları hoyratça
kırılır, boyunları bükülür her birinin. Kuyruklarının olup olmadığı her an
gündemdedir. Bu konu bir türlü açıklığa kavuşturulmamıştır. Komşuları Türk
köylerinin kafasının içinde dönüp dolaşan, varlığını her daim koruyan bir
sorudur bu durum.
Kaplumbağalar sırtlarında görünmez ağır bir yükü alıp,
başka bir istikamete doğru aheste aheste taşır gibidirler. Tarla fareleri
deliklerinden çıkıp, dim dik sağa ve sola selam dururlar. Kirpiler sivri
iğnelerini sevdiceğine batırmadan, incitmeden ve özenle sakınarak sevişirler.
Her kuş kendi dilinde özgürce ötüşür. Uğur böcekleri, bal arıları ve tırtıl
olmayı bir tarafa bırakan kelebekler ihtişamlı albenileri ile çiçek çiçek
dolanıp, nazla kanat çırparlar. Kurtlar
sürüler halinde avlarının peşinde dolanıp, çarşaf beyazı karlarda yürüyüp
izlerini belli ederler. Yaz mevsiminde, hasat öncesi buğday, çavdar ve arpa
başakları sahibinin yanık yüzünü gülümseterek, nazlı nazlı sallanırlar.
Gelincikler çıkacak olan en hafif bir rüzgardan korku ile sakınıp, kuytularda
toprağa kök salarak saklanırlar. Papatyalar boy boy sarı ve beyaz renklerinin
kombinasyonunu en güzel bu geniş topraklarda sergilerler. Yöre papatyaları ile
bakılan bütün fallar, her defasında “seviyor” ile sonlanır. Kışlar sert ayazlı,
kuru soğuk, yazlar oldukça sıcaktır, safir gerdanlıklı uçsuz-bucaksız bozkırda.
Amsterdam, 22 Mart 2016