GURK… GURK
Temmuz ayının o sıcak
günü. Öyle ki, safran sarısı yapış yapış, yakıcı bir sıcak. Gök; okyanuslar
derinliğinde, geniş ve cam mavisi. Yer yer sonradan tahta bir merdivene
çıkılarak göğe iliştirilmiş gibi duran bulutlar, serilen kar beyazı çarşafları
andırsa da, yoğun değiller. Güneş bütün şekersi hali ile tombik yanaklarından
bal ve şerbetler akıta akıta gülümsüyor. Kova dolusu sütten
fırlamışçasına, beyazlığa bürülü bir
güvercin havalanıyor. Karar değiştirmiş olmalı ki, maviş gökyüzünden kopa gelen
Ak Güvercin, yeryüzüne doğru apansız pike bir dalış yaptı. Sözüm ona kendince;
“Umurum değil.” sıcağın sarılığı dercesine aşağılara daldı. Ak kanatları bir anda
alabildiğine safran sarısına bulandı. Birden ağırlaştı, açlık ve yorgunluktan
bitap düştü. Ankara'dan Kaman'a doğru giden köy yolunun yanı başındaki, Kör
Zewe’nin evinin çatısına kondu, Safran Güvercin. Etrafına bakınıverdi iyice.
Düşündü. Heyhat... para etmemişti kanatlarının aklığı. Getirememişti insanlığa zaten;
ekmek su kadar gerekli barışı. Belki… Belki safranlığı getirirdi. O an ışık
ışık gözlerini usulca kıstı. Baktı uzun uzun uzaklara, pek bir hareketliliğin
gözlenmediği Camili Köyü’nden içeri derinlere. Boşluğa gülümsedi adeta.
Hasat
zamanı da olsa şaşırtıcı bir dinginlik hakimdi. Getirisi yoktu artık hasadın.
Pür telaş değildi, o yüzden köylüler. Kamyonlar ve biçerdöverler evlerin
önlerinde. Yeşil, sarı ve bordo boyalı evlerin aralarında dolanan kasketli
adamlar ve gölgede oynayan birkaç çocuk vardı. Az sayıda öbek öbek zerdali, iğde
ve dut ağaçları ilişti parlak gözlerine.
“Gurk… Gurk…” dedi önce.
Kör Zewe, ad değiştiren Safran Güvercin içsin ve yesin diye, bir tas su ve bir
avuç darı koydu balkonun bir kıyıcığına. Ardından, gören tek gözüyle
hayranlıkla misafirinin kanatlarına baktı. Çok güzeldi doğrusu. Görülmemişti,
hiç böylesi. Misafir gagasını yere ‘tak tak’ vurdu. İndiriverdi darıları
iştahla bir bir boş kursağına. Doydu. Bir ‘ooh…’ çekti. Sonrasında, daldırdı
nazlı gagacığını küçük emaya tasa. Yudum yudum ıslattı gırtlağından içerisini.
Kaldırıp başını her defasında, baktı boncuk mavisi göğe. Haylazlığı tuttu,
kendisini alıkoyamadı, kanadıyla işmar etti, göz kırptı Tanrı’ya.
Burnunun dibinde bir
karınca bitiverdi aniden. Kursağı darı dolu Safran Güvercine doğru seğirtti
başını.
“Merhaba sana loo… Güvercin kardeş. Hoş gelmişsen, sefaları
başım gözüm üstüne getirmişsen, ahan da buralara. Nasılsen kurban. İyi misen?
Bilirem sen buralı değilsen. Sen Türkçe de bilmirsen. Bir hefte öncesine kadar
ben de bilmezdim Türkçe. Övünmek gibi olmasın yani. Ama şimdi her derdimi
anletırım. Çok şükür. Artık minnet etmem ona-buna. Kendim anletırım, döndüğünce
dilim, neyse ahvalim.” Bu sırada üzerlerinden mavi kanatlı bir kelebek uçuştu.
Sırtı siyah benekli bir uğur böceği yanı başlarına kondu. Derin sohbete merakla
kulak misafiri oldu. Biraz sonra da, 'kabak tadında' bulmuş olacak ki, havalanıverdi
yan taraftaki salkım söğüdün binlerce dalından gözüne kestirdiği birisine
kondu.
“Gurk… Guurk… Gurk. “ diye
kelam etti, Safran Güvercin.
“Dedim ya bilmezsin canım
benim. Kör Zewe Ebem öğretti, bana da bu dili, hem de bir hafta gibi bir
zamanda. Gelecek hafta da Kürtçe dersimiz var, kısmetse. Kalıcıysan buralarda
buyur sen de gel. Her dil bir karıncaysa, senin durumunde de bir güvercin degil
mi? Kanatlarının rengi böyle olan, senin gibi bir güvercin hiç görmemişem ömrü
hayatımda. Ama çok da hoş bir renk. Eee… Loo…
Biraz da sen anlatsan.”
“Gurk… Guurk… Gurk.”
“Anlamışım. Gurk gurk da
gurk… Gurk. Varsın olsun loo. Senin canın sağ olsun. Sohbetine de doyum olmuyor
hani. Ha, unutmadan sorayım. Loo… Barış ne zaman? Eli varmaz mı, sağır
kulağına. Yeter değil mi artık. Çok üzülüyor Kör Zewe Ebem. Döver dizlerini al
kanları akıtılınca insanların. Her ölümle birlikte ağlarız insanlar için.
Yalnız insanlar için değil. Sırtında binlerce iğne ile dolanan kirpinin bir
dikenin incinmesine, dalı kırılan zerdali ağacına, ayağı topallayan karıncaya,
ateşin üzerine dökülen suya dahi acır benim Kör Zewe Ebem. Ee… De hadi loo,
anlat sen de biraz.”
“Gurk… Guurk… Gurk.”
Utandı Safran Güvercin.
“Anladım. Sen de
acıyorsun. Gönlün razı değil. Barış yanlısısın loo… Bilmir miyem sanırsın. Sen
çok yaşa, sen var ol emi! Seviyem ben vallah seni.”
“Gurk… Guurk… Gurk.”
“Her şeyin… Vallahi de
billahi de her şeyin bir canı var. Yani paralamam kimseleri ve hiçbir şeyi.
‘Canı cehenneme' demem asla. Tam tersine ‘Canı uğurlar olsun cennete derim, her
şeyin ve herkesin.”
“Gurk… Guurk… Gurk.”
“İyi, ‘güzel ve doğru’
olan insanların ataları ne der bilir misin?”
“Guuurk…”
“Balam, taşa dokunacaksan
elin sıcak mı diye yüreğinin üstüne koy, taşın da canı var.”
“Gurk… Guurk… Gurk.”
“Gurk gurk ya, gurk gurk.
Dedim ya lo… sana canı var aha bu toprağın, taşın, ağacın, böceğin ve doğada
bulunan her bir şeyin. Bunu sakın unutmayasın. Unutursan yemin billah küserim.
Kirvem, sen de gel Kürtçe kursuna olmaz mı? Tam gelecek hafta. Ben
tanıştığımıza memnun olmuşum. Şu karşıdaki taşın altı bizim yuvamız. Bize de
bekleriz, düşerse yolun günlerden bir gün. Çok konuştum, vallah başın ağrıttım
senin. Kusura kalma. Hadi kal sağlıcakla. Alayım izninle bir tane darıcığımı.
Varayım, bakayım benim çocuklar ne ederler? Karanlık bastırmadan gideyim. Kocam
da hasretle gözler yolumu, ben ince belli, edalı, işveli, narin karıcığının.
Kendine iyi bak! Selamlarımı söyle bütün tanıdıklarına.”
“Gurk… Guuuuurrkkkk…
Gurk… Gurk.” etti, ardından mutluca havalandı Safran Güvercin. Göğün
derinliklerinde, alaca karanlığın serinliği ile birlikte pul pul döküldü
safranları yeryüzüne. Bir anda sarımtırak oldu evler, toprak, taş, bağ ve
bahçeler. Yeniden özüne döndü, oldu eski Ak Güvercin. Meçhul bir yöne doğru,
çırptı ak kanatlarını.
Cami minaresinden akşam
ezanının yanık sesi yükseldi. Namaza gitmek için acele etmedi kimse. Kör Zewe
basma kumaştan sofra bezini özenle yere serdi. Karşılıklı iki yün minderi
koydu. Sofrasını donattı. Ayranlar köpük köpüktü. Onulmaz bir yalnızlık, yine
yek başlarınaydılar. Kör Zewe geçse artık şu dizlerimin ağrısı diye düşündü,
akabinde. Heyder karısının yüzünde acıyı hissetti. İçi de burkulsa, karnı açtı.
Ne garip! Bugün kimsecikler buyur etmemişti diyarlarına, Ak Güvercin’den başka.
Kör Zewe Halil İbrahim
sofrasına buyur etti, uzun boylu kocasını. Hüznü devam ediyordu Heyder'in. Kirpiklerini yere düşürdü. Derin ezik bir
hazla oturdu, yer sofrasına. Dalarken kaşıklar tarhana çorbasına, dört koldan,
beklenmeyen bir hızla göz kamaştıran kırpık yıldızlar doluştu Camili Köyü’nün
gökyüzüne. Uzaklarda bir köpek uzun uzun havladı, ses köyü dolandı, sonrasında
kesildi. Ürperti veren bir sessizlik belirdi. Ama tarhana çorbası nefisti.
Amsterdam, 6 Nisan 2018