21 Kasım 2020 Cumartesi

AŞK ACISI



AŞK ACISI

 

        "Hayattaki en güzel mutluluk sevildiğinden emin olmaktır."  Victor Hugo


Ben üç milyar, siz 4 milyar yaşında olduğumu söyleyin. Akdeniz’de Ören tatil beldesinin sahilinde, sığ olan hemen kıyının yanı başında yer alan, nar kırmızısı, bir insanın avucunu dolduracak büyüklükte bir çakıl taşıyım ben. Yaşım milyarlarca yıla yayılsa da yaşlı insanlar gibi saçlı sakallı veya cildi buruş buruş değilim. Çakıllar arasında Deniz diye çağrılırım. Anlayacağınız ben denizin ak olanında başka bir Deniz’im. Var olduğum andan itibaren kızıl rengimden bir şey kaybetmedim. Kendimi bildim bileli nar kırmızısıyım. Rengimi sevdim, benimsedim ve korudum. Sayısını bilemediğim bir o kadar yıldır da sevdiceğim, benden biraz daha küçük, yeşil bir çakıl taşı var. Gözleri yeşil. Endamı zümrüt zümrüt yeşil ve adı Yaprak.

Akdeniz’in berrak, gökyüzü mavisi sularında Yaprak'la her daim yan yanayız. Delişmen bir dalga çıkmayagörsün, sevdiceğimle nasıl da kucak kucağa geliyoruz. Birbirimizden uzağa düşeceğiz diye de ödümüz kopmuyor değil. Kısa süreliğine ayrı düşsek de çıkan başka deli dolu bir dalga ile yeniden bir araya geliyoruz. Bunlar anlık ayrılıklar olduğu halde, yüzlerce yıl ayrı kalmışız gibi her defasında büyük bir özlemle birbirimize soluk soluğa sokuluyoruz. Yaprak mı? Adı gibi ince, narin, nazik, cilveli, şuh ve de güzel mi güzel. Onun güzelliğinin üzerine güzellik tanımıyorum. Yaprak anlatılamaz ki. O, Tanrı'nın büyük cömertliği ile bana vermiş olduğu en paha biçilmez armağanı.

Bulunduğumuz devasa bir akvaryumu andıran Akdeniz'in tuzlu sularında, her an milyonlarca renk irili ufaklı balık ve deniz canlıları gösteri şölenine katılmışlar gibi dolanıp duruyorlar. Bizim kıyıya kadar da geldikleri oluyor. Sudaki bütün canlılar ikimizi birlikte yan yana kırmızı ve yeşil iki çakıl taşını görünce, bir an duraksıyorlar ve akabinde gizleyemedikleri şaşkınlıkları ile kulaç atmaya yeniden koyuluyorlar. Belli ki, bize hayranlıkla bakıyorlar. Bu da bizi fazlası ile mutlu etmeye yetiyor.

Bizimkisi iki çakıl taşının mavi sulardaki aşkı. Yan yana durduğumuz her anın tadını çıkarıyoruz. Denizdeki bütün canlılar hakkında konuştuğumuz gibi Akdeniz’in mavi sularına dalan ve maalesef pek çoğunun kendilerini bulunduğumuz gezegenin tek sahipleri olarak gören insanlar hakkında da konuşuyoruz. Onlar çıplak ayakları ile denizin tabanına dikkatli adımlar atarken onların nasıl insanlar olabilecekleri hakkında uzun uzadıya konuşuyoruz. Oysa içlerinde öylesine muhteşem kalpli insanlar var ki, konuşmaları, hatta mimikleri, yürüyüşleri, dimdik duruşları, hareketleri ve her halleri ile kendilerini hemen belli ediyorlar. Ve insanlar gıpta ile baktıkları bu kişilikler için "Adam gibi adam" tabirini kullanıyorlar. Elbette siz de biliyorsunuz, ukalalığımdan değil, inanın değil. Hani yeri gelmişken, sadece, çok sevdiğim bu tabiri kullanmak istedim. O kadar. Onların mevcudiyeti sayesinde, günümüzde alabildiğine hor muamele gören doğanın biraz daha iyiye gideceğini umut ediyoruz. İyi ki varlar. Sağlıklı ve mutlu yaşasınlar. Gamzeli yanaklarına Yaprak ile birlikte onlarca sıcacık buse kondurduğumuzu bilsinler.

Yaz ortası. Hava nasıl da sıcak. Daha dün öğle üzeri Yaprak ile sarmaş dolaş derin bir sohbet halindeydik. Suçsuz, masum, saf ve birbirinden güzel pek çok çocuk güle oynaya suda çırpınıp duruyorlardı. Çocukların yüzlerine tek tek sevgi ile bakan, tek tek saçlarını okşayan, kırmızı mayolu, oldukça uzun boylu ve bir o kadar da güzel sarışın bir kadın da sulara adım attı. Bu diyardan olmadığı her halinden belliydi. Gerçi uzaklardan çok gelen oluyordu ama bu kadın ayrıcalıklı gibiydi. Hüzünlüydü. Dikkatimi bir anda çekti. Tam bize doğru geliyordu ki, benim nar kırmızısı rengim dikkatini çekmiş olmalı, eğildi ve beni sevdiceğimin yanından usulca aldı. Evire çevire bana dikkatle bakmaya koyuldu.

İçime beni tir tir titreten bir korku düştü. Korkutulmuş bir kirpi gibi kendimi toparlamadan edemedim. Belki de benimle biraz oyalandıktan sonra denizden uzağa kumların arasına fırlatıverecekti. Kim olduğunu bilmediğim güzel kadının avucunda uzandığı şezlonguna gittik. Elinde beni sıkıca tutmaya devam ediyordu. Arada bir sırtımı usulca sıvazladığı da oluyordu. Ne yalan söyleyeyim duyduğum korkunun yanı sıra mayışmamak elde değildi. Güneşin etkisi ile bütün yüzeyim çok geçmeden kurudu. Kadın şezlongunun kenarına oturdu ve dikkatle beni incelemeye koyuldu. Belli ki yakışıklılığım kendisinde hatırı sayılır bir hayranlık uyandırmıştı. Sevdiceğim Yaprak’ın gözlerini andıran zümrüt gözleri ile yeşil yeşil baktı. Doğrusu benimle ne yapacağını çok merak ediyordum. Sonrasında bana bir anda usulca bir ses tonu ile kah coşkulu, kah neşeli ve kimi zaman da kederli anlatmaya koyuldu.

“Güzelim çakıl. Adını bilmiyorum. Kocaman bir yakut taşı gibisin. Öyle güzelsin ki, sana vurulmamak elde değil. Benim adım Tarja. Çok uzaklardan geliyorum. Bilmem duydun mu? Finlandiya’dan biraz olsun kendimle kalabilmek, kafamı dinlemek üzere geldim. Şansım yaver gitti. Yolum hemen seninle kesişti. Seni koca denizde onca çakıl arasından ayırt edebildim. Seni görünce içimden bir şeyler koptu. Yüreğim ısındı. Merak etme, seni bulduğum yere tekrar bırakacağım. Çünkü sen oraya aitsin. Seni mekanından uzaklaştırmaya hiç hakkım yok. Öyle sanıyorum ki, bulunduğun yerde çok mutlusun. Belki de hemen yanı başında sevdiğin başka bir çakıl taşı vardır.”

Söylediklerini duyunca içimdeki bütün korku yok oldu. Bu kadından zarar gelmezdi. Ben de adımı bağıra bağıra söyledim. Beni işitebildi mi? Bilemiyorum. Ama;

“Deniz… Denizz… Deniz.” diye en az üç dört kez bağırdım. Yaprak’ın adını da duyurmak istedim, ama beni duymuş olabileceğinden pek emin değilim. Adının Tarja olduğunu söyleyen Finlandiyalı kadın içini dökmeye devam etti. Anlaşılan çevresinde ya kendisini kimseler anlamıyordu veya dertleşeceği, güvenebileceği kimseciği yoktu. Bu şerefe ben nail olmuştum. Ne mutlu bana. Sohbet her ne kadar güzel ve de ben bu güzel kadının avuçlarında olsam da Yaprak’tan ayrı kalmak içime bir burukluk katmadı değil. Ancak biraz daha sabretmem gerekecek ve böylelikle uzaklardan gelen bu misafir kadın da bana anlatımı ile içindeki sıkıntılardan biraz olsun kurtulmuş olacaktı.

“Güzel çakıl. Ben bir zamanlar birilerini çok sevdim. Ona deliler gibi aşıktım. Olanca varlığımla onun varlığına kitlenmiştim. Adı Janne idi. O da beni seviyordu. Annem ve babamla da iyi anlaşıyordu. Beş yıldır birlikte ve her an bir aradaydık. Ancak günlerden bir gün, beni yıllardır en yakın arkadaşım Suvi ile aldattığını öğrenince, dünya başıma yıkıldı. Ne yapacağımı şaşırdım. Hayatımdaki renkler gitti, allak bullak oldu. Aylarca bütün dünyaya küstüm. Güneş gülüşümüz kara bir buluta dönüştü, üşüdü. Gönül harımı söndürdü. Ayaklar altında hunharca ezilmiş bir gülün hüznünü yüreğimde hissettirdi. Payıma kalan bir kucak dolusu hayal kırıklığı oldu. Ne yaparsam yapayım, beynimde dolanan çalılara engel olamıyorum. İnsanlara karşı olan güvenim tamamen sıfırlandı. Bana ihanet edenlerden biri sırılsıklam aşık olduğum sevdiğim ve diğeri de en yakın arkadaşımdı. Aldatılmak oldukça onur kırıcıydı. Güvenimin yok olması nedeni ile kimselerle bu konuyu konuşamadım. Aslında o bizden vazgeçti. Kısmette bu uzak diyarda, bu güzel sahilde senin bakışların altında içimi sana dökmek varmış. Hemen suyun kıyısında fazla olmayan derinlikte seni görünce içimin ılıdığını hissettim. Tuhaf bir duygu yoğunluğu ile seni alıp içimi sana dökmek geldi. Çok da iyi oldu. Bu yaz ortasında üşüyen yüreğimi ısıttın. Gökyüzümdeki karanlığı sildin. Beni insanlardan daha iyi anlayacağını seziyorum. En azından bana acıyan ve küçümseyen gözlerle bakmıyorsun. Benden duyduklarını da hemen bir başkasına da aktarmayacaksın. Anlattıklarım öyle sır sayılabilecek şeyler değil ve bana kulak verenlerden ketum olmalarını beklemem de gerekmiyor. Ama dediğim gibi dinleyenlerin kahreden bakışları, insanı zavallı durumuna sokmaya yetiyor. Zavallılığın kader olmaması gerektiği kanısındayım. Hep ben konuşuyorum. Keşke sen de bir şeyler söyleyebilsen. Ama kocaman kalbinle yanımda olduğunu ve beni çok iyi anladığını biliyorum. Bunu hissediyorum. Benimkisi kendimden bile uzaklaşmaktı. Ama insan kendisinden ne kadar kaçar? Bunu da iyi biliyorum. Bundan sonrasında kendimden yeni bir ben doğurabilir miyim? Bilemiyorum. Ancak kendimi aldatılmış ve yenik hissediyorum.”

Can kulağı ile dinlemeye devam ediyordum ve Finlandiyalı kadının yaşadığı aşk acısı benim içimi de dağladı. Taş ya da çakıl olmam duygusuz olmam demek değildi. Biz de bu evreni tamamlayan, kendimizce birer küçük detayız. Keşke elimden bir şeyler gelseydi de yardımcı olabilseydim. Onun kirpiklerinin zulasında biriken gözyaşlarını silebilseydim. Yapabildiğim tek şey onu dinlemek, üzüntüsünü paylaştığımı bilmesi için bedenimdeki olanca sıcaklığı onun yumuk ellerinin avuçlarına yaymaktı. Sıcaklığımla her defasında bir ürperti duyduğunu ve yüreğinin rahatladığını hissediyordum. Ama bir yandan da Yaprak gözümde tütüyordu. Kim bilir nasıl da kaygılanmıştı. Yabancı bir kadının avucunda güle oynaya kumlara uzandığımı ve derin bir sohbete daldığımız da gözünden kaçmamıştır. Milyonlarca yıldır beraberiz. Benim Tarja’nın arkadaşı Janne gibi bu denli çiğ davranmayacağım konusunda en küçük bir şüphesinin olmadığını biliyordum. Zaten birliktelik güven demek değil miydi?

“Güzel çakılım benim. Ben bir hafta daha burada kalacağım. Kimsem de yok. Bir başıma geldim. Üstelik de burada konuşulan dili bilmiyorum. Ben salt kafamı dinlemek ve de Finlandiya’dan, herkesten ve her şeyden biraz olsun uzaklaşmak için bu güzel yere geldim. Tesadüf bu ya senin gibi bir dost ile karşılaştım. İyi ki rastlamışım sana. Acılar içindeydim. Bana nasıl da iyi geldin. Nasıl desem? Sana rastlamadan önce, ışığı bilmeyen bir körden farksızdım. Sayende kendime geldim. Seni şimdi bulunduğun yere tekrar bırakacağım. Ama istesen Ören’de kaldığım sürece gelip seni bulunduğun yerden alır biraz sohbet ederiz. Sen de ister misin? Buna evet diyor musun?”

Elbette “evet” diyecektim. İçimin burukluğu devam ededururken, onun beklediği soruya cevap vermek için bedenimdeki ol ısıyı bir kez daha avuçlarına yaydım. Zümrüt gözlerinin içi orman gibi daha bir yeşillendi. Güzel çehresine kocaman bir gülümseme geldi. Daha da güzelleşti. Onu mutlu görmek beni de mutlu kıldı. Buna vesile olmak güzeldi.

Tarja sonraki günlerde de gelip beni bulunduğum sudan, Yaprak’ın yanı başından usulca aldı. Zaman zaman Yaprak’ın sanki kıskanırmış gibi olduğunu sezsem de “Çakılca” dilinde kendisine buna gerek olmadığını, maksadımın sadece bir canlıya yardım etmek ve bu zor gününde geçici de olsa yoldaşı olmaktı. Bir çakıl olarak bunu yapabiliyorsam ne mutlu bana. O da sağ olsun beni anladı.

Tarja' ya dilim dönseydi de Yaprak’ı da beraberinde almasını ve ikimizin birlikte onu dinlememizi söylerdim, görünen o ki bu mümkün değildi.

Bir hafta içinde saatler boyu sohbet ettik. Artık Janne’den ve uğradığı ihanetten söz etmiyordu. Duyguları felce uğramış olan bu güzel kadın, yeniden sağlıklı düşünebiliyordu. Bu olumsuzluğu bir elbise gibi üzerinden çıkarıp atmasını bildi. Derken ayrılık vakti geldi, çattı.  İşin iyi tarafı bütün sıkıntılarından bir çırpıda arınmıştı. Bunu görmek benim çok mutlu olmama yetti.

Son günde de içinde bulunduğu ruh halini olduğu gibi ortaya koydu. Yüzünde hüzünden eser kalmamıştı. Gülüyordu. Sonrasında da sıcacık bir öpücük verdi. Zümrüt gözlerinden düşen iki damla yaş sırtıma damladı. Oysa bir kaç saniye önce gülüyordu. Daha sonra beni yerime bıraktı. Sırtımda Tarja’nın rujlu dudağının izi çıktığından korkuya kapıldım. Allah’tan ruju ile benim rengimin kırmızılığı aynıydı. Korktuğum olmadı. Dudaklarının izinin olduğu tarafımı tesadüfen yere gelecek şekilde koydu. Yaprak da böylelikle o biçimli dudakların az da olsa olsa fark edilen  izini görmedi.  Zira Janne olmaya hiç de niyetim yoktu. Ama ne yalan söyleyeyim, laf aramızda içimde bir hoşluk da yok değildi.

Tarja sonraki yıllarda da geleceğine dair söz verdi. Artık uzaklarda, çok uzaklarda, dağların ve denizlerin ardında benim de bir dostum vardı. Tarja dostum, Yaprak ise Ören sahilinin boncuk mavisi sularında hayat arkadaşım olarak çok güzellerdi. Tabii ben de yakışıklıydım. Dünya güzellikleri yakalamak üzere dönmeye devam ediyordu.

Akşam menevişlemeden önce, masmavi gülümseyen gökyüzünün altında saman sarısı saçlarını rüzgarla savuran Romen Kızı Zarife de gülümsedi. Gökyüzü alabildiğine kuşlarla doldu. Zarife bütün zarifliği ve erkeklerin aklını başlarından alan güzelliği ile haşlanmış mısır satmak için kimseleri rahatsız etmeme gayreti içinde, çeşitli dillerde “Haşlanmış mısır… Haşlanmış mısırrrr…” diye gün boyu seslendi, yoruldu. Sahilde kısık bir radyo sesi. “Var olmanın dayanılmaz ağırlığının tadına doyamıyorum.” Mutluyum. Siz de çok mutlu olun!

 

 

Amsterdam, 21 Kasım 2020

 


9 Kasım 2020 Pazartesi

TEKTAŞ




TEKTAŞ

 

“Gözlerimden

Tut da

Ciğerlerime kadar

Kırgınım…”  Cemal Süreya

 

Komadan haftalar sonra uyanabildi. Başını hafifçe çevirmeye çalıştı. Fakat bütün çabasına rağmen bunda başarılı olamadı. Gözleri ile etrafını kolaçan etti. Kendisini kar beyazı çarşaflar içinde boylu boyunca uzanır halde bulduğu hastane odasında kimselerin olmadığını gördü. Kollarına ve vücudunun çeşitli yerlerine anlayamadığı kablolar ve hortumlar bağlıydı. Aynaya baksa uzaylı olduğu hissine kapılacaktı. Başından neler geçtiğine dair aklında hiçbir iz yoktu. Bu cevabını bilmediği devasa bir soruydu. Kendisinin bihaber olduğu bu durumu, olup biteni birilerinin baştan sona iyice anlatması gerekiyordu. Kaç gündür bu hastane odasındaydı? Neler olmuştu? Görünen o ki, başından çok da iyi şeyler geçmemişti.

Alabildiğine yorgundu. Kafasında sanki tonlarca ağırlık vardı. Bedenini kontrol etti. Uyuşturulmuş gibi hiçbir yerinin hareket etmediğini anladı. Yüreğini apansız bir korku kapladı. Konuşabiliyor muydu? Bilemiyordu. Hırıltı halinde bağırmaya çalıştı. Kimseler duymadı. Etrafına bakınsa da birer şelale misali omuzlarına düşen lüle saçlarını göremedi. Belki de kafasının altına toplamışlardı. Neredeydi ve kendisine ne olmuştu? Galiba bir hastane odasındaydı. Sürekli bunları sordu.

Hastane yatağında yatan yirmi yedi yaşındaki Gülay’dı. İlkbahar gecesinin bu ilerleyen saatlerinde ay bütün haşmeti ile dünyaya  gülümsüyordu. Odasının penceresinden yansıyıp el kol hareketleri ile bin bir türlü şaklabanlık içinde işmar ediyordu. Gülay gökyüzünde bir aynayı andıran aya cevaben de olsa gülemediği gibi kollarını dahi kaldıramıyordu.

Yeniden bağırmaya çalıştı. Nihayet sesini bir hemşireye duyurabildi. Haftalardır kıpırtısız yatan hastasının uyandığını gören hemşire, odasında Gülay’a sevinçle çarçabuk göz attıktan sonra hemen doktorları çağırdı. Uzun uzadıya yapılan tetkiklerin ardından hastanın geçirdiği bir beyin kanaması sonucunda altı haftalık bir komada kaldığını, kafası hariç bütün bedeninin felç olmasına rağmen bilincinin yerinde olduğu ve konuşabildiği teşhisini koydular.

Günün keskin ışıklarının odaya doluşması ile birlikte annesi ve babası da hasta yatağının baş ucunda soluğu büyük bir tedirginlik ve buruk bir sevinçle aldılar. Odasındaki yoğun trafik arasında nişanlısı Nevzat’ı gözleri arasa da onu göremedi. Baş ucunda gözyaşları içinde kızının bir şelale halinde omuzlarından aşağı düşen, ama ameliyat öncesi kesilen lüle saçlarını okşayamayan annesi Behiye Hanıma sakız beyazı dişlerini usulca aralayıp kekeledi.

“Aaannee… Nevvvzaat… Nevzat…” diyebildi.

“Nevzat bütün gece buradaydı benim güzel kızım. Çok yoruldu, biraz dinlenmesi için eve gönderdik. Baban şimdi arayıp çağırır. Senin uyandığını müjdeler kendisine.” Gülay “tamam, oldu” mahiyetinde annesine bütün sevecenliği ile gözlerini kırptı.

Annesi Behiye Hanım kızının kesilen saçlarını, ameliyat sonrası görevli hemşireden alıp bir poşete koydu. Poşeti de el çantasına yerleştirdi. Her ne zaman kızını hissetmek istese hemen eli çantasından içeri dalıyor, uzun dalgalı saçları okşuyor ve koklayıp kızının kokusunu içine çekiyordu. Bu ona iyi geldiğinden her daim bir eli de omuzunda asılı çantasındaydı. Zaman zaman çantasını diğer omuzuna alıyor ve kızının ipeksi gür saçlarını okşamada sağ ve sol eli ile ayrı ayrı okşuyordu.

Doktorlar hastanın dinlenmesi için anne ve babasını odadan çıkardı. Gülay’ın sağlığı ile ilgilenen doktorlar yeni tetkiklerin yapılması ve bundan sonrasında uygulanacak olan tedavinin belirlenmesi amacıyla toplandılar.

Hasta yatağında bir başına kalan Gülay da büyük bir şanssızlık eseri düştüğü bu oldukça ağır ve de altından kalkılamaz vahim durumunun değerlendirmesini yaptı. Büyük bir karamsarlığa kapıldı. Ve en önemlisi de uyandığında nişanlısı Nevzat görünürlerde yoktu. Uyandığında baş ucunda ve elini tutuyor olsaydı, içine düştüğü bu vahim duruma rağmen kendisini belki de bu denli bedbaht hissetmeyecekti. Olan olmuştu. Hayatındaki bütün renkleri birileri alıp götürmüş, geriye belli belirsiz siyah ve beyaz olduğu seçilen iki silik renk kalmıştı.

Nevzat, nişanlısı Gülay'ın beyin kanaması sonrasında birkaç kez gelip gitmiş ve bir daha da hastaneye uğramamıştı. Annesi Hayriye Hanım oğluna sürekli telkinlerde bulundu. Oğlunun nişanı bozması için elinden geleni ardına koymadı.

“Oğlum benim Gülay’dan artık sana yar olmaz. İyisi mi yol yakınken unut gitsin. Sana kız mı yok. Deyip aklını çeldi ve birkaç gün içinde de nişan yüzüğünü Gülay’ın babası ve annesine gönderdiler.  Behiye Hanım ve kocası Tahsin Bey bu durumu Gülay’a hemen söylemediler. Biricik kızları yaralıydı ve böylesine ağır bir durumu kaldıramazdı. Bunun için biraz zaman geçmesi gerekiyordu. Kızlarının şimdilik bedeninde hiçbir yeri tutmasa da Allahtan umut kesilmezdi ve bir mucize çıkagelirdi. Lakin o zamana kadar kendisini biraz toparlaması gerekiyordu ki, beyaz yalanlarla bu da biraz daha ertelenebilirdi.

Oysa Nevzat’ı nasıl da sevmişti, nasıl da yüreğini kanatlandıran bir sevdaydı onunkisi. Birazdan mutlaka çıkagelir, elini güvenle sıcacık tutar, gözlerinin içine durur, belki de anne ve babasından cesaret alıp dudaklarına küçük bir buse dahi kondurabilirdi. O an gözlerinin önüne geldi. Uyuşuk hissettiği bütün bedeninde tatlı bir hoşluk hissetti. Nevzat en kısa zamanda yanı başında olur ümidine sımsıkı sarıldı.

Öğrenciliklerinin son yılında tanışmışlar, üç yıllık arkadaşlığın ardından altı ay önce de aileler arasında nişanlanmışlardı. Sonbahara girmeden de evleneceklerdi. Aralarındaki sevginin saflığı, güzelliği, inceliği ve alabildiğine insaniliği gıpta edilecek cinstendi. Duyduğu sevginin bu denli güzel olması Gülay’ı adeta büyülüyordu. Kendisini pamuk bulutçuklar arasında kanat çırpan bir prenses, bir peri gibi hissediyordu. Kanat çırpmaları esnasında düşmemesi için sıkıca tuttuğu sihirli çubuğunu dünyaya hafifçe dokundursa, belki de bütün yeryüzü bir sevgi deryasına dönüşecekti. Sevginin kutsanıp insanlar tarafından baş tacı edildiği, çorak gönüllerde sevdanın gelip yerini bulduğu, güzelliğin, vicdanın, adaletin ve bütün insani değerlerin yüceltildiği, kısa çöpün uzun çöpten hakkını aldığı ve kuzunun da en nihayetinde kurttan hesap sorduğu bir dünya olacaktı. Gözlerinin önünde uçuşan peri bir anda dile geldi, yakınlaştı ve kulağına doğru fısıldadı.

“İyi ama neden o zaman çubuğunla dünyaya dokunmadın? Her şey güzel ve güllük gülistanlık olacaktı. Cennet dünyada olacaktı. Ama artık çok geç. Sen bundan sonrasında değil kanat çırpmak, kılını dahi kıpırdatamasın. Dünyaya dokunduracağın çubuğun da zaten kayboldu.”

Gülay’a perinin söylediklerini biraz zalimce geldi. Bir periden bu ses perdesinden bütün bunları işitmek hiç de hoş değildi. Anlaşılan periler konusunda büyük bir yanılgıya düşmüştü. Demek ki, böylesi periler de vardı. Oysa ne de güzel gülümsemişti, o an yanaklarındaki goncalar pıtır pıtır ak güllere dönüşmüştü. Gözlerinin önünde beliren peri zaten sonrasında da hatır bile istemeden çekip gitti. Belki o da iyi gününde değildi.

Anka kuşu değildi. Küllerinden yeniden doğabilir miydi? Kendisinden yeni bir Gülay doğar mıydı? Bütün bunlar şüpheliydi. Olur ya olması halinde, ayaklanır ayaklanmaz, hiç hissetmediği kollarında güç bulur bulmaz, söz dünyaya çubuğunu hafifçe dokunduracaktı.

Aklına Nevzat’ın tir tir titrer halde, büyük bir heyecanla gittikleri restoranda çatalını bıçağını bir yana bırakıp kırmızı kadife bir kutu içinde tektaşla, diz çöküp kendisine evlilik teklifinde bulunması anı geldi. Ne kadar da zevkliydi. Nasılda zarif ve göz kamaştıran bir yüzük almıştı. Nevzat’a bir çırpıda “evet” demesi ve yüzüğün parmağına takılış anı gözlerinin önünde bütün güzelliği ile belirdi. Parmağındaki tektaşın olup olmadığını kontrol etmek istedi, ama anlayamadı. Bedeninde en hafif bir kıpırtı yoktu. Hala bilinci yerinde olan bir ölüydü o.

Bir kitabın iki sayfası kadar kendisine yakın olan Nevzat, sonraki günlerde de uğrak vermedi. Sevdiği onu bir başına bıraktı. Ağrısını derinden duyduğu kalbi onulmaz derin bir yara aldı. Gururu büyük bir vitrin camı gibi kırıldı. Kendisini kızgın bir tavaya düşüp buharlaşan savunmasız bir su damlaması gibi hissetti. Dünyaya sırtını dönmek zorunda bırakılan, yükü sevda olan yüreğinin duvarına sırtını dayamaktan başka elinden bir şey gelmedi. Gülay terkedildiğini anlamakta gecikmedi.

Bundan sonrasında gönlündeki harı söndürmekte ne denli başarılı olurdu, bilemedi. Gözlerini hastane odasının tavanına dikti. Gözyaşları boncuklar, sular seller halinde aktı. Bilinmezlik dayanılır bir durum değildi. Umutsuzluk yüreğine bir sis halinde çöreklendi. Gökyüzünde bütün gece gülü gülüveren ayın doğmasına daha saatler vardı. Yirmi dört ayar hüznü ile ömrü bitmeden aşkı bitti! Hayat acımasızlığı ile burnunun dikine bildiğini okudu. Biçare kaldı. Daha yeni yeni filizlenirken parmağını dahi kıpırdatamaz hale geldi. Canından sevdiği nişanlısı kendisi ile vedalaşmaya dahi gelmedi. Her şeye rağmen, sağ olsun ve mutlu olsundu.

 

Amsterdam, 10 Kasım 20202

 

 

 

 

  

 

CHARLOTTE CAFE Annem, bildim bileli hasta, ömrü böyle geçti diyebilirim. Lakin bu kez hayli ilerlemiş olan yaşı ile artık uzatmaları oynuyo...