26 Ekim 2012 Cuma

MORİ



         

MORİ

         Kanatlarını art arda bir kaç kez çırpıp, evin oturma odasını daha iyi görebileceǧi aylardır bozuk olan sokak lambasına tepesine kondu. Külah şeklindeki kaygan düzeyde aniden kayacak gibi olsa da, sivri tırnaklı minik pençeleri ile ustalık gösterip tutundu. Yer yer kömür karası ve gri tüyleri, yaşlanmaya yüz tutmuş görünümü ile kanatları daha bir sarkık gözüküyordu. Sürekli aynı sokak lambasının üzerine konup, gözetlediǧi altmışlı yaşlardaki adam tarafından Kürtçede boncuk anlamına gelen  “Mori” adını almıştı. O minik bir serçeydi. Şimdiye deǧin pek çok serçe yavrusu, Mori’nin yuvasına bıraktıǧı ve eşi Muro ile nöbetleşe kuluçkaya yattıkları yumurtaları çatlatıp güneşe göz kırptılar. Şimdi her birinin nerelerde olduklarını bilmiyor, bulunduǧu coǧrafyanın uçsuz bucaksız semalarında kanat çırpıp, doǧanın dengesine kendilerince katkıda bulunuyorlar. Mori, çok sık olmamakla birlikte, elektrik- telefon direklerine, aǧaçların dallarına, pencerelerin diplerine, evlerin çatılarına ve konabilecekleri her yerde yavrularını görüyor, mutluluktan bildiǧi bütün şarkıları coşkuyla cıvıldıyordu. Zamanları varsa, yanlarına gidip, kondukları yerde yavruları ile konuşup, hasretlik gideriyordu.
         Kırçıl saçları, kırpık-küçük kahve rengi gözleri, pos bıyıkları, kırışıklıkların yanık yüzüne kısa bir zaman içinde art arda hücum ettiǧi, tatlı çehresinde kendine has tatlı gülümsemesi eksik olmayan Asım Bey ile Mori'nin kadim bir dostluǧu vardı. Her gün karşılıklı olarak, Mori cıvıltılar ile duygularını aktarırken, Asım Bey hal ve hareketlerini ön plana çıkararak, bizzat konuşarak, sıkıntılarını anlatıyordu. Mori de diǧer serçelere benzediǧi halde, Asım Bey O’nu kanat çırpışından, cıvıltısından ve kuyruǧundaki kömür karası tüylerinden tanıyordu. Aralarında öylesine büyük bir dostluk vardı ki, Mori’yi bin tane serçenin arasından dahi ayırt edebilirdi. Çünkü O kendisinin Mori’siydi.
         Asım Bey ile olan dostluǧu beş yılı geçiyordu. O beş yıl önce İstanbul’da her şeyden elini ayaǧını çekip, memleketi Diyarbakır’ın  Silvan ilçesine taşındı. İlçede mesleǧinden dolayı avukat Asım olarak tanınıyordu. Bin dokuz yüz yetmiş dört yılında İstanbul Hukuk Fakültesi’nden mezun olduktan sonra üç yıla yakın hemşehrilerinin de çalıştıǧı büyük  bir avukatlık bürosunda stajyer avukat olarak çalıştı. İstanbul’da ve ülkenin dört bir tarafında büyük bir hareketlilik vardı. Birlikte çalıştıǧı avukat arkadaşları her gün bu hareketliliǧin daha çok içinde yer alıyor, bilinç seviyelerini artırmak gayesi ile boş zamanlarında deliler gibi okuyorlar, notlar çıkarıyorlar, bir deǧil onlarca kitabı hatim ediyor ve bütün bu donanımları ile en iyi analizin hangi çizgide yer bulduǧunu hararetli bir şekilde tartışıyorlardı.  Toplum olarak çaǧa çok geç kalmışlardı. O nedenle pek çok şeyin deǧişmesi gerekiyordu. Ülkelerinin baǧımsız, insanlarının eşit, tek bir ferdin dahi ezilmediǧi, emeǧe saygının, eǧitimde fırsat eşitliǧinin ve yüce insan onurunun en yükseklerde tutulduǧu bir düzen ideali ile, halk örgütlenmeye çalışıyordu. Her geçen gün daha çok öǧrenci, işçi, köylü ve her kesimden kitleler akın akın bu örgütlenmelerin içinde yerlerini aktif olarak alıyorlardı. Asım da çok geçmeden, zaten yıllardır yüreǧinde taşıdıǧı bu insani deǧerlere daha çok yakınlık duyup, olması gereken yerde oldu.
İstanbul Sarıyer’deki küçük odasının bir duvarına; daǧlardan ovalara seslenen Ahmet Arif’in, kapıdan yana olan duvarına da şehirlerden seslenen ulu derya Nazım hikmet’in şiirli posterlerini altın yaldızlı birer çerçeveye koyup, astı. Şiirlerde “bir orman gibi kardeşçe yaşanıyor” ve “görüşmecilerinin yeşil soǧan getirdiǧi adamın; aç ve susuz da kalsa, sevdası terk etmiyordu.”
     Bu dünya şehrinde sayısız anısı vardı. İstanbul’da tanıklık etmediǧi, yaşamadıǧı olay yok gibiydi. Beş yıldır bütün hayatını Mori’ye anlatıyordu. Mori  de O’nu deyim yerinde ise can kulaǧı ile dinleyip, ara sıra cıvıldıyor, adeta bu Kızıl diye anılan dostunu onaylıyordu. İşte  Mori yine cıvıldayıp, lamba direǧinden önce Avukat Asım’ın kendisi için balkonuna yaptıǧı tahta yuvasına, oradan da açık olan balkon kapısından uçarak gelip, dostunun omuzuna kondu. Avukat Asım ile kendisinin Silvan’a taşındıǧı ilk gününde tanıştı. Burası Silvan’ın Konak Mahallesinde, Dr. İsmail Beşikçi caddesi’nde babadan kalma küçük bir evdi. Mahallenin çocuklarından bekçi Murat’ın alabulus traşlı, sekiz yaşındaki oǧlu Baran’ın attıǧı bir taş ile kanadı kırılmış ve o gün evine taşınan Avukat Asım’ın balkonuna canını zor kurtarıp, sıǧınmıştı. Avukat Asım çok da fazla olmayan ve büyük çoǧunluǧu kitap olan eşyalarını daha yeni taşımıştı ki , balkona çıkıp mahalleyi gözden geçirmek isterken, yaralı Mori’yi gördü. Can havli ile kıvranan bu zavallı canlıyı büyük bir şefkat ile avucuna alıp, yarasına baktı. Yavrucak uçamıyordu. Belli ki çok acı çekiyordu.
        “Anlaşıldı, sen de yalnızsın benim gibi üstelik de yaralı. Senin yaran bedeninde, benimse yıllardır yüreǧimde. Bakalım ne yapacaǧız. Evine hoş geldin. Daha ilk günden yalnızlıǧımı paylaşmak istiyorsun. Madem böyle, dediǧin gibi olsun.”  Serçenin yarasını tedavi etmek için malzeme bulup getirirken, küçük dostu olduǧu yerde acılar içinde dönüp, cıvıldıyordu. Avukat Asım kıvranan serçeyi tekrar eline aldı, önce yarasına merhem sürdü, daha sonra silgili bir kurşun kalemi ortadan ikiye bölüp, kanadını ince bir bez parçası ile sardı.
        “Dur bakalım dostum... dur... dur... Biraz sabret. Ne diyeceǧim; artık can yoldaşı olduǧumuza göre, sana bir isim de bulmak gerekir.
Bilmiyorsundur, benim adim Asım. Bakalım sana nasıl bir isim bulacaǧız.“
     Yıllardır İstanbul’daydı. Artık buralı sayılırdı. Tesadüfen katıldıǧı siyasi toplantılarda, hayatın kendisine  verdiǧi en büyük ödül olarak gördüǧü Bahar adında, çok güzel Gürcü bir bayanla tanıştı. İlk görüşte yüreǧine söz geçiremedi. Bukleli altın sarısı saçları, büyük açık yeşili gözleri, sivri çenesi, dünyanın en güzel gülümsemeli genç bayanın hayalı gözlerinin önünden gitmek nedir bilmedi. Kısa sayılabilecek bir zaman içinde bu arkadaşlıklarını ilerletip, çok mutlu giden evlilikle noktalamışlardı. Birbirlerine olan aşkları bütün arkadaşlarının dilinde destan olduǧu gibi bütün tanıdıkları onları olabilecek en güzel bir birliktelik olarak gösteriyorlardı.
     Bahar bir çocuklarının olmasında bütün istemiyle diretse de, Asım bunun çok erken olduǧunu, biraz özgür kalmalarını, hiç deǧilse iki yıl gibi bir süre beklemelerini rica etti. Sonunda Bahar’ı bu önüne geçilmez arzusunu ertelemeye ikna etti. İş sonrası birbirlerine hasret, günü iple çekip, ya evlerinde veya bir yerlere gitmek için dışarıda buluşuyorlardı. Mutlulukları büyük, aǧızlarının tadı yerindeydi. Yıllar mücadele ile geçerken, en nihayetinde çocuk yapmaya karar verdiler. Bir süre sonra da bu dilekleri oldu. Eşi Bahar hamileydi. Var olan mutluluklarını, yoǧun bir sevinç süsledi.
     “Onurlu bir kavgamız vardı Mori. Her biri ayrı dünyalar olan; ırkı, dini, dili ve rengini ayırmadan sevdiǧimiz insanlık için.Bak şimdi yıllar sonra çok , sevdiǧim İstanbul’dan o kadar zaman uzaklardayım. Evet, buralar doğduǧum büyüdüǧüm topraklar. Ama ben köklerimi İstanbullarda saldım. Derinleri kucaklayan, sevgi ve mutluluk kökleriydi bunlar. Yeryüzünün en mutlu insanıydım. Beni anlayan, seven, hiç bir insanın veremiyeceǧi deǧeri veren Bahar’im vardı. Köklerimi kestiler, çürüttüler, kezzap döktüler, yok ettiler onları. Şimdi yabancılaştıǧım kendi topraǧımda, ayakta duramayan cılız, tekrar yeşerip yeşermeyeceǧi belli olmayan, Kızıl diye adlandırılan meyve vermeyen kuru bir aǧaca döndüm. Bir tek sen varsın artık. Beni anlayan, dinleyen, her daim aǧlamaklı yüreǧime, minnacık kalbini getirip yapıştıran sen varsın Mori.“
        Erken saatte uyandılar. Güneş İstanbul'un o kendisine özgü puslu karanlıǧını zoraki aralamıştı.
        “Canım kahvaltı hazır, gel artık. Yumurtalar soǧumasın“ diye sevgi dolu seslendi Asım.
     “Tamam canım, hemen geliyorum. Yumurtalara isot attın mı, peki?“
     “Atmaz olur muyum. İsotsuz yumurta yenir mi?  Hem de bolca.“
Hafta içinde kahvaltıların hazırlanması Bahar’a aitti. Ama hafta sonları bu görevi Asım üstleniyordu. Bugün de Pazar olduǧu için, erkenden kalkıp, tavşan kanı bir çay demledi, yanında da masaya köy tereyaǧında yumurta, peynir, zeytin, iri doǧranmış domates ve salatalık koydu. Acele etmeliydiler. Bugün onlar için önemli bir gündü. Devletin ilericilere, yurtseverlere ve bütün demokratlara dayattıǧı şiddete karşı, aynı zamanda hak ve özgürlükler için büyük bir miting düzenlemişlerdi.
     Karşılıklı oturarak iştahla yaptıkları kahvaltının ardından, masayı toplayıp, dışarı çıktılar. Hiç te soǧuk olarak nitelendirilip, şikayetçi olunacak bir gün deǧildi. Pastırma yazı olarak adlandırılan bir sonbahar günüydü. Tabiat ana sokakları alabildiğine, yıǧınlar halinde istem dışı yerlere düşmek zorunda kalan sarı ve kırmızının bütün tonlarının karışımı, irili ufaklı yapraklarla süslemişti. Eşinin elinin sıcaklıǧını yüreǧinin derinliklerinde duyarak yürüyen Asım miting heyecanı içindeydi. Yapraklara gözleri kayarken, bir yandan da yüreǧindeki ürpertinin yanı başına sonbaharın kaçınılmaz hüznü gelip, yerini zoraki bir misafir gibi alıyor, karmaşık duygularla boǧuşuyordu.
     Serçe Mori, Avukat Asım ile olan günlük sohbetine biraz ara verip, geldiǧi balkon kapısından kanatlarını çırparak, soluǧu balkonun altında aldı. Yaǧmur durmuştu. Yolda oluşan yaǧmur birikintilerinden birinin başına geldi. Göletin başında durup, minik gagası ile aldiǧi su damlacıklarını, kanatlarını hafif açıp, kuyruǧunu yelpaze haline getirip, cıvıldamalar eşliǧinde, kafasını çevirerek sırtına doǧru atıyordu. Asım yüreğindeki hüznü, yorgunluǧu ve umutsuzluǧu bir kez daha mori ile paylaşmış olmanın getirdiǧi rahatlıkla, adeta duş alan Mori’ye gülümseyerek uzun uzun baktı.
     “Canım keşke sen gelmeseydin. Kaç defa söyledim ama bir kez daha söylüyorum. İnat etme. Vazgeç şu Gürcü inadından. Benim Kürt inadım seninkinin yanında havada kalıyor. Kürtlerin adı çıkmış. Canları çıksaydı demeyeceǧim, zaten olan olmuş. Bak yorulacaksın. Bir de oldukça kalabalık olacak. İnsanlar düzene karşı avazı çıktıǧı kadar baǧırıp çaǧıracaklar. Sonra bebeǧimizi de düşünmemiz gerekir.”
     “Merak etme sen, ben hep senin yanında kalırım. Gelmesem, o heyecanı yaşamasam, kendimi affetmem. İnsanlıǧa karşı mahcup olurum. Sonra bebeǧimiz halinden oldukça memnun. Gelmezsem aklım sende kalacak. Yer bitiririm kendi kendimi.
Belki de dünyanın en küçük protestocusu, bizim minik yavrumuz olacak.”
        “Tamam canım sen bilirsin. Ne diyeceǧim. Geçen gün sana kız olursa, adını Mori koyalım demiştim. Hala, bu konuda bir şey söylemedin. Mori adını beğenmedin mi yoksa?”
        “Sen söylersin de ben beǧenmez miyim. Hem güzel bir isim, çok beǧendim. Tamam kızımız olursa adı Mori. Ama erkek olursa adını ben koyacaǧım. Aklımda henüz bir isim yok ama yakında güzel bir isim bulurum. Belki üç isimli olur. Kürtçe, Türkçe ve Gürcüce.”
     “Yok daha neler oldu olacak, Çince, Japonca, Arapça... hatta Fransızca.”
        “O kadar da demedik yani. He neydi kızımızın adı?”
     “Mori. Yani boncuk.“
Buluşma yerine gelmişlerdi, Şehrin dört bir tarafından kitleler halinde, insanlar akın ediyordu. Çarpan kalplerini duyarak, kalabalıkta kayboldular.
     Mori doǧal ortamda yaptıǧı duştan sonra fazla vakit kaybetmeden, balkonda kendisini seyre dalan Avukat Asım’ın omuzuna kondu. Avukat Asım omuzundaki yüreǧi büyük, minik dostunun gagasına üst üste küçük öpücükler verip, birlikte yeniden oturma odasına geldiler. Dışarıda yaǧmur sularında hoplayıp, zıplayan çocukların çıǧlık çıǧlıǧa sesleri geliyordu. Binaların çatılarının ardında batan güneşin kızıllıǧı, Asım’ın yorgun yüzüne yansıyıp, küçük kahve rengi gözlerindeki buǧuyu, minik yakut taşlarına dönüştürüyordu. Murathan Mungan'ın dizelerini anımsadı. Sanki O'nu anlatmak için yazılmış dizelerdi bunlar.
        "Kimsenin konuşmadıǧı bir dil gibiyim. Kimsenin inanmadıǧı bir deli. Yazarının bile okumadıǧı bir kitap. Hiç çalmayan bir şarkı, hiç vatandaşı olmayan bir ülke. Hiç sorulmayan bir soru gibiyim... Kalabalıklar içinde varım ama yok gibiyim..."
     Miting alanı beklenenden daha çok göstericiye ev sahipliǧi yapıyordu. Bu yoǧunluk katılımcıların umudunu artırıp, yüzlerini güldürürken, coşkularını da artırıyordu.
Her tarafta üniformalı ve bir o kadar da sivil polis tetikte bekliyordu. Alanı dolduranlar, bir ellerinde yürekleri, diǧer ellerini yumruk haline getirip olabildiǧince gökyüzüne doǧru kaldırarak, daha güzel ve insanca bir yaşamdan yana olmayı istemler halinde haykırıyorlardı. Kalabalıkta ezilmemek elde deǧildi. Asım eşini sürekli kolluyor ve bir yandan da birbirlerine gülümseyip, onlar da olabildiǧince seslerini yükseltiyorlardı. Mitingde görevli olanlar, sürekli etrafı kolaçan edip, polislerle zaman zaman tartışıyorlardı. Ansızın üst üste bir kaç silah sesi kalabalıǧın haykırışlarını yardı. Bahar’ın  havada sıkılı yumruǧu yanına düştü. Asım var gücü ile baǧırıp, eşine korku ile sarıldı. Bahar’ın göǧsünden akan kanlar, beyaz gömleǧinden sızıp, Asım’ın kalbine aktı. Yüksek bir binanın yangın merdivenlerinden inen, yüzünü gizlediǧi beresi ve elinde uzun namlulu silahı ile hızla koşan biri, polislerin bakışları arasında gözlerden kayboldu.
        Avukat Asım balkona geldi. Hayatı, adeta cam kırıkları uzerinde, çıplak ayaklarla yürür gibi geçiyordu. Balkon demirlerinden tutunarak, oynayan çocukları seyre daldı. Akşam güneşinin yansıması ile kızıllaşan yaǧmur göletlerinde oynayan çocukların üstlerine başlarına, ansızın kanlar sıçrıyor hissine kapıldı. Oysa dalgalanan, sıçrayan, sabreden, hoşgörü ile çocukların tekrar gelip, oynamasını bekleyen yaǧmur göletleri, deǧişmeksizin, su olarak kaldılar. Balkondaki adam panik içinde;
     “Yavrum... yavrum” diye baǧırdı. Yüreǧinin yarası bir kez daha kanamalı tazelendi, O' nun yokluǧunun aǧusu damla damla içine aktı. Ansızın duvarlarını sımsıkı  örüp, bir midye gibi içine kapanıverdi. Çocuklar oyunlarını yarıda bırakıp, anlamsız gözlerle balkondaki tedirgin, bitkin ve hüzünlü adama baktılar. Aǧzından başka söz çıkmadı. Sus pus oldu. Sessizlik konuştu. Bedeni; kavun acısına benzeyen onulmaz bir tatsızlıkla, kanamalı yüreǧine dar geldi. Hıçkırıklarla, otuz yıl sonra bir kez daha başını eǧerken, hemen yanı başında yer alan Mori, dostunun ensesine sessizce öpücükler kondurup, teselli etti.


Amsterdam, 24 Ekim 2012

















17 Ekim 2012 Çarşamba

IT IS A PENCIL



 IT IS A PENCIL

          Mürekkep yalandığı söylense de, böyle bir eyleme ne yazık ki tanık olamadığımız okullarda; öğretmenlerimiz (laf aramızda ingilizce öğretmenleri eğer bayansa, farklı ve güzel de oluyorlardı, her ne hikmetse) "It is a pencil- It is a book- I am Mr. Brown" demesini, çok şükür öğretmişlerdi. Bizler de bütün bu yoǧun ve karmaşık bilgi hazinesini hafızalarımıza kazımıştık. Gelinen aşamada, edindiğimiz derin tecrübe odur ki; bu üç ulvi mübarek cümleyi bir çırpıda, hiç dil sürçmesine mahal vermeden, peş peşe sıralayabilmeniz halinde, Londra’nın ortasından yılan kıvrımları ile geçen, Times nehrinin bir kıyısından diǧer yakasına sorunsuz geçebilirsiniz. Bu arada bilinen İngiliz kibarlığı ve nezaketine bir nebze de olsa katkıda bulunup, entegre de olmak gibi bir emelinizin varlıǧı nüks etmişse,  "hello" demeyi de unutmamanız gerekmektedir. Saǧolsunlar, o zamanlar "güzel, şimdilerde yaşlı olan- ömürleri uzun olsun- Allah, minnet borcumuzun olduğu bütün ingilizce öğretmenlerimizden de razı olsun. "Ana ve babalar kadar kutsallıkları şarkılara tema olan siz öǧretmenler, bizlere; dünyanın hiç bir yerinde “milli” olmayan, fakat bütün ülkelerin bu nedenle hasetinden çatır çatır çatladıǧı, oysa ülkemizde; ingilizce, matematik, fizik, biyoloji ve diǧer bütün dersleri, ultra "milli" olan Türk eğitim sisteminin, o mağrur ve  “çıt kırıldım”  çatısı altında, bizlere bu kadar bilgiyi aktarmasaydınız, ne yapardık?  Elbette perperişan olurduk, bu İngiliz ellerinde.
          Bizim küçük olduǧumuz yaşlarda; İç Anadolu'da bulunan Kürt kökenli çocukların, bu uçsuz bucaksız bozkırda, iki büyük korkusu vardı. Birincisi köylerimize ansızın baskın yapıp, evlerde bulunan silahların aramasını yapan jandarmalardı. Çocukluǧumuz bu korkunun travmaları ile geçti. Jandarma denilen silahlı, külahlı, haki renkli tek tip elbiseli, yakalarında bazı işaretlerin bulunduǧu; acımasız, genelde kendilerinden biraz daha yaşlıca ve üniformaları daha yeni olan bir kişinin pervasız komutları ile hareket eden, yanık, esmer, soǧuk suratlı ve dik bakışlı; köylere çil yavruları gibi bir anda yayılan büyük gruplar halindeki askerlerdi. Bakıldıǧında, çil yavruları deǧil de, dinasorlar gibi evlerimize yayılan askerlerin,  arama yaptıǧı, o zamanlar internet veya mobil telefonlar olmamasına raǧmen, yine de kara haber çok kısa bir sürede yayılırdı. Babalarımızın ne için taşıdıkları belli olmayan silahlarını annelerimiz alıp, bir yerlerinde sakladıkları  zaman, biraz olsun rahatlardık. Silahın artık bulunmayacaǧını, babalarımızın yakalanıp, hapislere atılmayacaǧı korkusunu, bir köşede hasta numarası yapıp, yerinden kıpırdamadan, üstünün erkeklerden oluşan jandarmalar tarafından aranmayacaǧı garantisinin bulunduǧu annelerimize bakışlarımızı korku ile yöneltirdik. Annelerimizin, adeta su terazisi ile kalem gibi dizip, bir varlık göstergesi olan; misafirler için ayaklı, uzun ve tahtadan yapılmış, sedir türü yükseltilerin üzerine, büyük bir özenle katlayıp, koydukları bütün yataklar yeşil kurbağalar tarafından indirilir, etraf didik didik edilirdi. Evler bir harabeye döner, yumurtalarının üzerinde kuluçkaya yatan annelerimiz, suçlu gözlerle olup bitene ve jandarmalara bakar, hastalık numarası ile daǧılan evinin üzüntüsünden inler ve çaresizce oldukları yerde kıpırdamazlardı. Jandarmaların köyden ayrılmaları ile birlikte, annelerimiz üzerlerine kuluçkaya yattıkları halde çoǧalmayan silahları tekrar babalarımıza, kendilerine minnet duyulması gerektiǧinin bakışları ile verirdi. Böylece ailenin namusunun, bir kez daha onlar tarafından korunduǧu, o çatı altında yer alan herkes tarafından idrak edilirdi.
          İkinci korku ise milli eǧitim adı altında, kürtçe konuşup konuşmadığımızın takibatını yapan, eǧitim adına küçücük bedenlerimizi falakaya yatıran, üşümekten donmak üzere olan parmaklarımızı bir araya getirip, üzerine uzun cetvel ve sopalarla var güçleri ile vuran öǧretmenlerdi. Bu iki korku babalarımızdan ve annelerimizden duyduǧumuz korkuların çok ötesindeydi. Öğretmenlerin korkusunun da, o minnacık bedenlerimizde, pır pır atan yüreklerimizdeki tahribatı, en az jandarmaların sebep oldduǧu kadar  büyüktü.

          Şimdilerde zorunlu, dayatma derslerin müfredata eklendiǧi, anlamını bilemediǧim 4+4+4 ile daha çişlerini dahi tutmakta zorlanan minik yavruların perişan edildiǧi, yeni bir sisteme geçildiǧini görüyoruz. Bizim o zamanlar bütün hücrelerimizde alabildiǧine hissettiǧimiz korkular, günümüzde daha da küçük yaşlarda milli eǧitim bünyesinde, kalıplara dökülen şimdiki öǧrencilerin duyduǧu, o hasar veren nahoş his daha azdır. Yan yana toplanan onca dört sayısı ile var olan eǧitimin, daha bir dört dörtlük milli kılınması mıdır amaç?
          Doğrusu "Hep abalıya vurmanın" da alemi yok elbette. Gururla söyleyecek olursak, bizim 78’ler olarak anılan kuşaǧımız; çok milli olan eǧitim sistemimizden , “it is a pencil” ve ingilizcenin diǧer iki temel taşı cümlesini azimle koparabildi. Haksızlık mı etmiş oluyoruz dersiniz? Bizim de kabahatımız büyük olsa gerek, bu konuda bizler de "ak kaşık“ deǧiliz, kanaatini de taşımıyor deǧilim. Milli Eğitimimizin o coşkun ve mürekkep mavisi deryasından, ancak elimizdeki kıçı kırık, delikli maşrapamızın alabildiği kadarını alabildik. "Oxfort vardı." Ama gittiğimiz halde, biz milli ilim ve irfandan yeterince istifade edemedik, belkide! O halde; "Vermeyince mabud neylesin mahmut." da denebilir. Bu gezi yazısı ile maksadım Londra’yı, dilim döndüǧünce biraz olsun anlatmaktı. Sanırım aktarmaya çalıştıklarımın, bu dünya şehri ile pek ilgisi olmadı, farklı bir tarafa yöneldi.
Ama , unutmadan söyleyim, LONDRA GÜZEL. Julius Sezar'ın dediği gibi; WENI – WIDI  WICI!   Geldim – gördüm – yendim. Sezar'ın olabilir, ama bizim kimi, ne için yenme gibi bir derdimiz yok.


Aydın Yılmaz

Amsterdam, 14 Ekim 2012





CHARLOTTE CAFE Annem, bildim bileli hasta, ömrü böyle geçti diyebilirim. Lakin bu kez hayli ilerlemiş olan yaşı ile artık uzatmaları oynuyo...