31 Ağustos 2010 Salı

Kıçı Kırık Karınca

KIÇI KIRIK KARINCA


Köyün ortasında; tek katlı yüzeyi çamurla sıvanmış, iki oda, ufacık bir salon ve mutfaktan oluşan küçük bir ev. Aylardan hasat ayı Temmuz olduğundan; güneş sabahın erken saatlerinde ışınlarını biraz dikçe yeryüzüne ve aynı yeryüzünde yer alan bu küçük eve cömertçe yayıp, insanların gözlerini kamaştırıyordu. Bu arada öğleye doğru ise, ortalığı sıcaktan kasıp kavurma planları yapan güneş, yoğun bir çaba içinde pür telaş fokurdayıp; yaratacağı cehennem sıcağı için ön hazırlıklarını yapıyordu. Bu küçük evin giriş kapısının önünde bulunan, bir metreyi geçmeyen ve aynı zamanda merdiven görevi gören; beton iki basamak zamanla çatlayıp, birbirinden iyice ayrılmıştı. Yine aynı evin köşesinde, yağmura karşı killi toprakla örtülü olan damda yer alan çortandan (oluk), kazara da olsa altı ayda bir yağan yağmur sularının yere akmasıyla, hafiften çukur halini alan yerin; hemen yanı başında yuva yapan karıncalar, Ana Kraliçe’lerinin emir ve komutasında şafağın sökmesi ile uyanıp, sıralar halinde dizilerek, sabah içtimasına katılmışlardı. Karınca kolonisinde yapılan görev bölümü ve dağılımının hemen sonrasında, tüm işçi karıncalar verilen emirleri bir an evvel yerine getirmek üzere, dört bir yana dağılmışlardı. Murıya Qunxar (Kıçı Kırık Karınca) da, bu içtimada yer alan binlerce karıncadan biriydi. İki ay kadar önce, mevsimler güzeli baharın gelmesi ile birlikte, o da diğer tüm arkadaşları gibi, güle oynaya yuvasından çıkıp, günlük yaşantısına adım atacaktı ki, henüz beş altı santim yol almışken, ansızın uzaklardan hızla gelen bir taşın altında kalakaldı. Kendisi şans eseri yaralı olarak kurtulurken; altı tane karınca yoldaşı da, bu görünmez kazada şehit düşmüşlerdi. Olay aynen şöyle vuku bulmuştu. O sırada evin alt tarafında bulunan toprak yoldan geçerek, köyün içlerine doğru yavaş adımlarla yürüyen, köy bekçisi Ehmedi Efe’yi gören bu küçük evin köpeği Duman, sabah güneşinin altında keyfince uzanıp, esneye esneye ağzının etrafında kalan sabah kahvaltısında yediği yal kalıntılarını diliyle yalıyor, kafasını iki de bir arkaya doğru çevirip, kocaman gözleri ile sırtında ve kuyruğunda bulunan beneklere bakıyordu. Bu bakışların ardından yakışıklı olduğuna kanaat getirerek, mutlulukla gözlerini hafiften kısıp, tekrar ileri doğru bakıyordu. Yine aynı hareketi tekrarlayıp, önüne bakacaktı ki, vaziyetin etrafta berkemal olup olmadığını anlamak için, bakışlarını evin alt tarafında geçmekte olan toprak yola doğru uzattığında, birilerinin geçmekte olduğunu görünce, hemen ayağa kalkıp, kimdir necidir demeden saldırıya geçti. Ehmedi Efe her ihtimale karşı, böylesi durumlarda kendisini korumak için elinde bulundurduğu taşlardan birisini sağ eline alarak, kolunu kaldırıp, hızla Duman’a doğru fırlattı. Ehmedi Efe köyün bekçisiydi; ama gözlerinde biraz sorun vardı. Çok iyi ve net göremediğinden, iyi nişan alamadı ve attığı taş Duman’ı ıskalayıp, çortanın altına, karıncaların yuvasının yakınına düşünce, Murıya Qunxar bu taşın altında kalarak, yaralanmıştı. Murıya Qunxar ana kraliçe tarafından çalışkanlığı ve dürüstlüğünden dolayı çok seviliyordu. Kara haber kendisine telsiz vasıtası ile bürosuna iletildiğinde, kış hazırlıkları ile ilgili kendisine verilen brifingi yarıda kesip, brifingi veren karıncalardan bir kriz masası oluşturarak, yaralılarla ve şehitlerle bizzat kendilerinin ilgilenmesini emredip, her saat başı gelişmelerden kendisini haberdar etmelerini istedi. Kolonide meydana gelen kazaya maruz kalan karıncalar arasında o zamana kadar adı Murıya Nav Zirav (İnce belli karınca) olan Murıya Qunxar’ın da olduğunu duyan ana kraliçe, hemen Kelebek firmasından, kelebek bir helikopteri kiralayıp, komşu köy Tepe Köyü’nde bulunan tam teşekküllü Tepeköy Karınca Rehabitülasyon ve Tedavi Hastahanesi’ne gönderip, yoğun bir bakımla uzman operatör hekim karıncalara ameliyat ettirip, tedavisi için her türlü olanağı sunduysa da, onun kısmen sakat kalmasının önüne geçemedi. Sağ ayağında kalan sakatlıktan dolayı arkadaşları onu alaya alarak, yeni bir isim taktıklarından, bundan sonraki yaşamını Murıya Qunxar olarak idame etmek zorunda kalacaktı. Ana kraliçe her ne kadar Qunxar Murı’nın emekli olması için direttiyse de, o bunu kabul etmedi, böyle olması halinde daha çok sıkıntı yaşayacağını göz önünde bulundurarak, bunun kendisi için erken ölüm anlamına geleceğini tahmin ettiğinden; bu teklifi elinin tersiyle geri çevirdi
Murıya Qunxar sabah içtimasının hemen ardından, yola koyulup, sakat belinin tüm engelline rağmen kıçını sağlı sollu sallayarak uzun bir yolculuktan sonra beton basamakların yanına geldi. Basamakların birinde ellisine merdiven dayayan, kafasında buruşuk bir şapkası olan, zayıf, hafif traşlı, uzun kaşlı ve küçük griye çalan gözleriyle bir adam oturuyordu. Bu adamın adı Hesen’i Melekeydi. Karısı Maşide sabah kahvaltısını hazırlarken ve gidip gelirken yerlere bir sürü ekmek kırıntısını dökmüştü. Bu kırıntılardan bir kaç tanesinin çatlamış olan beton basamaklardan birinin arasına düştüğünü gören Murıya Qunxar soluğu hemen bu basamak çatlağının içinde aldı. Bulduğu büyükçe bir yufka ekmek kırıntısına kanca şeklindeki ağzını anında kenetledi. Hızla geri manevrayla, sağ ve sol dikiz aynalarına bakarak ekmekle birlikte harekete geçti. Tüm bu olup biteni kafasını eğip, büyük bir hazla izleyen Hesen, bir ara durdu ve daha bir dikkatle baktı. Murıya Qunxar dar bir yerden geçerken ekmek gelip, basamaktaki iki çatlağın arasına sıkıştı. Muriya Qunxar tüm çabalamalarına rağmen bu büyük ganimeti çatlakların arasından kurtarıp, götüremedi. Bunun üzerine Hesen eline aldığı bir çöp parçası ile ekmeği bu aradan çıkarıp, düzlüğe koydu. Murıya Qunxar’ın keyfine diyecek yoktu, bildiği bütün duaları peş peşe sıralayarak, Hesen’e teşekkür ederken, kendisine ne denli minnettar olduğunu dile getirdi. Hesen’se bu arada merdivenin ikinci basamağının bir kenarına oturmuş, derin derin düşünüyordu. Karadenizde herhangi bir gemisi olmadığından, onu gemisi olanlara bırakıp, o da herkes gibi evinin önüne şöyle vites koluna bağladığı nazar boncuğu ile parıl parıl parlayan bir traktörü olsun istiyordu. Köyde hemen hemen her evin önünde böylesi bir traktör vardı. İki ay önce Ehmediüya olduğunu anlayıp, kaderine ve olmayan çok kısıtlı olanaklarına isyan ediyordu. Murıya Qunxar ganimetini alıp, epeyce yol katederek, evinin yolunu tutmuştu. Hesen’in aklından tek çarenin yurt dışına gitmek olduğu gün geçtikçe daha bir berraklaşmış ve bu nedenle gerekli tüm girişimlerde bulunmuştu. Gün gelmiş dayanmış ve yarın sabah erkenden kalkıp, köy dolmuşuna binip Ankara’ya gidecekti. Burada daha önce sözleşmiş olduğu arkadaşları ile buluşacak ve oradan hareket edeceklerdi. Kendisi gibi iki arkadaşı daha çareyi yurt dışına gitmekte bulmuşlardı. Onlarla, Ankara’da hergele Meydanında buluşup, yurt dışına çıkmak için birlikte hareket edeceklerdi. Bu nedenle günü oldukça tedirgin geçiyordu. Murıya Qunxar’ı seyrededururken bir an da olsa, tüm bu tedirgin edici düşüncelerinden sıyrılmıştı. Akşamı zor etti. Akşam yemeğinde karısı Maşide ve çocukları ile birlikte oturup, aceleyle bir şeyler atıştırdı. Yemeğe çalıştığı bulgur pilavı boğazından zor geçiyor, adeta boğazında düğümleniyordu. Yer sofrasının yanı başında olan testiyi alıp, üst üste bakır tası iki kez doldurarak, birer içimde midesine indirdi. Pasaportu ve diğer tüm gerekli evraklarını hazırlamış ve kısmet olursa sabahın erken saatlerinde kendisini ailesinden ayrı koyacak olan yolculuğa çıkacaktı. Yemekten sonra ağabeyi Hüssi Melek’e , çocukları ve bir iki komşusu gelip, kendisine iyi yolculuklar dileyip, helalleştiler. Ağabeyi ve komşuları ile vedalaşması bir hayli hazin olmuştu. Bu vedalaşmanın bir de devamı vardı ki oda karısı ve çocukları ile olacaktı. Onlardan nasıl kopacak, onların hasretliğine nasıl dayanacaktı tasavvur bile edemiyordu. Bugüne değin sadece bir kaç kez en fazla bir veya iki günlüğüne onlardan işi gereği ayrı kalmış, bu iki günün sonunu zor getirmişti. Buğulu gözleriyle önce karısı Maşide’ye daha sonra daha yaşları çok büyük olmayan iki oğluna ve kızına baktı. Çocukları olup bitenden bihaberdiler. Maşide’nin de sofrada yedikleri aynı şekilde boğazında düğümleniyordu. Sıska, bir dal gibi zayıf olan karısı Maşide, kendisinin de gitmesi ile kederden daha bir zayıflayıp, kuruyacaktı. Daha şimdiden kara ve solgun gözlerini tek bir noktaya dikmişti. Hesen’in kendisine baktığını görünce, oturduğu yerden biraz doğrulup, o da kocasına hüzünle dolup taşan gözlerini ona yöneltti. “Kader işte” dercesine daha fazla dayanamayarak bakışlarını tekrardan kaçırarak, aynı noktaya dikti.
Birlikteliklerinin son gecesi olan gece sabahın ışınlarını alıp getirmek için epeyce yol almıştı. İlerleyen zamanı göz önünde bulundurup, hiç değilse bir iki saat olsun uyuyalım diye, oldukları yere yorgunluktan kıvrılıp yatan çocuklarını teker teker kucaklayıp, yataklarına götürdüler. Hesen kızını kucağına aldığı zaman göz yaşlarına tüm direnmesine rağmen hakim olamadı, bir güzel ağladı. Karısı Maşide de elbette ondan geri kalmadı. Aradan iki saat gibi bir zaman geçmemişti ki, Ankara dolmuşu şafak sökmeden köyün içinde tur atıp, klakson çalarak Ankara ve Balâ yolcularını toplamaya başlamıştı. Nihayet beklenen saat gelip çatmıştı. Yol için hazırladığı küçük çanta kapının yanında duruyordu. Çocuklarını uyandırmak istemedi. Yataklarına gidip, biraz yanlarında uzanıp, onları teker teker kokladı. Çocuklarının kokusunu ciğerlerine çekip, adeta bir köşeye depolayıp, daha sonra özlem duyduğunda koklamak üzere saklayacakmış gibi yaptı. En nihayetinde dolmuş kapıya gelip, dayandı. Dolmuşu içindeki yolcularla daha fazla bekletmemeliydi. Hayat arkadaşını, bu güç koşullarla donanmış dünyayı, var olan sorunları ile birlikte omuzlamaya çalıştığı karısı Maşide’yi uzun uzun kucakladıktan sonra, çantasını alıp, hızlı adımlarla dolmuşa doğru yürüdü. Maşide çinko bir kovaya doldurduğu suyu arkasından döküp:
“Reya te tım û tım ji hew bi. Qet kewir ne ber tekere te. Hızır Aleyhi Selam bi tera bı be. – Yolun her daim açık olsun. Hiçbir engel önüne çıkmasın. Hızır Aleyhi Selam seninle olsun.” diye kendi kendisine mırıldandı.
Maşide sanki ayaklarına kum torbaları bağlanmış gibi zor attığı kısa adımlarla evinden içeri girip, kapısını örterken, Hesen de dolmuşta bulunan köylüleri ile selamlaşıp, hal hatır soruyordu. Köylülerden gecenin köründe üst üste, Hesen’in içinde bulunduğu durumu ise hiç göz önüne getirmeksizin, meraklı sorular yağıyordu.
“Ee Hesen bıra, me bist tu dehere Avrupe? Bı xer Xwude izin da sa tu dehere kijan dewleti? Kesi te lı wa dernana heyi? Tu bi kewa deheri?Tü de here nav gavura? Hewalı te ji henni? Hewale te kini?Hun çen hewalın? Tu bi teyyare deheri? – Hasan kardeş, duyduk ki sen Avrupa’ya gidiyorsun? Hayırlısıyla, Allah izin verirse hangi ülkeye gidiyorsun? Oralarda kimin kimsen var mı?
Kiminle gidiyorsun? Arkadaşların da var mı?Arkadaşların kimler? Kaç arkadaşsınız? Uçakla mi gideceksin?”
Hesen bu saate üzerine üzerine gelen bunun gibi onlarca sorudan doğrusu pek hoşlanmamıştı. Yine de abes olmasın diye elinden geldiğince sorulanları çok üzgün de olsa yanıtlamaya çalıştı. Ama yine de o kendi derdindeydi ve ateş düştüğü yeri yakıyordu. Tüm sevdiklerini nasılda geride bırakmıştı.
Dönen her tekerleğin yaptığı tur, onu bu güzelliklerden her saniye acımasızca daha da uzaklara götürüyordu. Olan olmuştu, kader kısmet deyip tüm bu güçlüklere boyun eğmek gerekecekti. Metanetli olmanın haricinde hiç bir çıkar yol yoktu. Mesele haysiyet meselesine dönüşmüştü, “ya herro, yada merro” dan daha öte yol yoktu! İki buçuk saatlik bir yolculuğun ardından, sabahın ilk ışınları ile Ankara’ya girdiler. Karşıda Dikmen ve etrafına yayılmış olan diğer gece kondu mahalleleri, şehirleşme anlayışının verilerinden çok uzak kalacak şekilde alabildiğine geniş bir alana her türlü planlamanın uzağına düşerek yayılmışlardı. Balgat ve Emek Mahallesi’ni geçtikten sonra Beşevler’e yakın bulunan Yeni garajlarda indi. Biraz yaya yürüyerek Ankara Garı’nın önünde Ulus semtine giden dolmuşlardan birine bindi. Dolmuş balık istifiydi. Genç ve sarışın bir bayan Hesene’e dürterek, uzattığı parayı verip, çok kibarca:
“Beyefendi şuradan bir tane -opera yanı- uzatır mısınız?” diye rica edince, Hesen’de parayı şoföre uzattı.
Yolcuların yarısı saçlarını sarı, kırmızı ve kestane rengine boyatmış, ucuz parfümlü, burunları Kaf Dağı’nda olan, masalarının ardında örgü örerek hazineden geçinen bayanlardan oluşuyordu. Erkekler çoğunlukla takım elbise giymişlerdi. Onlarda sık sık kafalarını yukarı doğru kaldırıp, herhangi bir falsoluk söz konusu olmadığı halde kırmızı, pembe, sarı, yeşil ve siyah renkli kravatlarını tipik caka satan mimiklerle düzeltip, duruyorlardı. Dolmuş Gençlik Parkı’nın önünde durunca, Hesen güçlükle de olsa minibüsten indi ve Hergele Meydanı’na doğru yürüyerek, diğer iki arkadaşı ile buluşacağı tanıdıklarının eskici dükkanına doğru yol aldı. Karnı acıkmaya başlamıştı. Adım başı çocuk yaşlardaki simitçiler; simitlerinin tazeliğini ve çıtır çıtırlığını tiz sesleri ile bağıra çağıra yarıştırıyorlardı. Yaşam koşullarının güçlüğünü, hiç bir açıklama, anlatım ve tasarım; bu kanayan yaraya, sokaklarda oluşan bu manzaralardan daha detaylı bir izah getiremezdi. Gençten, yüzü ergenlik sivilceleri ile dolu bir simitçiye yanaşıp, bir adet simit istedi. Simitçi güler yüzle Tan Gazetesi’nden kesilmiş bir parça kağıda simidi sarıp, Hesen’e verdi. Hesen simidi gazete kağıdından çıkarıp, hemen ağzına götürerek büyükçe bir lokmayı ağzında çiğnemeye başladığında, ağzına hemen çok güzel bir tat yayılırken, buluşacakları dükkana da yaklaştığından, diğer parçayı da hızla ağzına attı. Kapıdan içeri girdiğinde diğer iki arkadaşı oturmuş, dükkan sahibi Dere Kışla’lı Mısto ile sohbet ediyorlardı. Yudumlamakta oldukları çayları bir kenara koyup, ayağa kalkarak Hesen’e buyur ettiler. Selam verip, içerdekilerle tokalaşırken, kendisine gösterilen sandalyeye ilişti.
Misto da bu arada çırağına göz işareti ile bir çay daha alıp, gelmesini buyurdu.
Hesen, Kayner Köyünden arkadaşları Millo ve Şemo ile birlikte Ulus’ta dolaşıp, akşama kadar beklediler. Akşam karanlığında İzmir’e gitmek üzere garajlarda, Hattuşaş Turizm otobüslerinden birine binip, sabaha karşı uzunca bir yolculuğun ardından İzmir’e geldiler.
Şemo cebinden gidecekleri limanın adresini buldu ve hemen bir taksiyle yola çıktılar. Yirmi dakikalık bir yolculuğun ardından, Karşıyaka taraflarında büyükçe bir geminin yanında durdular.
Geminin kaptanı ile varılan anlaşmada, her biri kaptana bin beş yüz Alman Markı verecek, kaptan da onları gemi tayfası olarak gösterip, Fransa’ya kadar götürecekti. Kaptan üç kafadarı çağırıp, geminin hangar kısmına gönderdi. Tüm tayfalar ve gemi personeli hummalı bir çalışma temposu içindeydiler. Yeni tayfalar da, gösterilen işi yapıp, yardımcı olmaya çalışıyor, onlar da becerileri kabilinde işlerin bir ucundan tutmaya çalışıyorlardı. Söylenildiğine göre bu akşam yola çıkacaklardı. Yolculuğun yaklaşık yirmi gün kadar süreceği tahmin ediliyordu. Akşama kadar yükleri kaldırıp indirmekten bir hayli yorulmuşlardı. Karanlık yavaş yavaş güne hakim olurken, bellerini tutarak küçük bir masaya ilişerek, karınlarını pek lüks olmayan fakir bir sofrada doyurdular. Derken bir saat kadar sonra dışarıda personelin bağrışmalarını ve gemi motorlarının çalışmasıyla yolculuğun başladığı sinyalini aldılar. Gemi uzun uzun boğuk sesler çıkararak, hareket etmeye başladı. Hesen’in kalbi daha bir değişik atmaya başlamıştı. Bir taraftan da oturduğu yerden, hayal dünyasına derince dalarken, köydeki evinin kapısının önünde bir traktörün ışıldadığını görür gibi oluyordu. Biraz sıkıntı çekecekti ama sonuçta hayallerine kavuşacaktı. Ertesi gün akşama doğru, Girit Adası yakınlarına gelip, alınan müsaadelerden sonra Hereklion limana demir attılar. Gemi personelinin hepsi dışarı çıkamıyordu. Sadece görevli olanlar, kimliklerini göstererek, adaya çıkabiliyorlardı. Hesen, Millo ve Şemo’nun limanlara yanaştıkları zaman, ortalıkta gezinmemeleri gerekiyordu, bu kendilerine sıkı sıkı tembih edilmişti. Herklion limanına yanaştıklarında hemen acele ile hangara inip, geminin küçük yuvarlak pencerelerindeki perdeyi aralayıp; geldikleri yere, limana, gidip gelen insanlara saatlerce sırayla gizli gizli baktılar. Bu Yunanlılar, Türklere çok benziyorlaydı. Kulaklarını kabartıp pür dikkat dinlediklerinde karşıda bulunan liman tavernasında çalınan müziklerin melodileri kulaklarını tırmalarken, limanın gürültüleri arasından süzülüp gelen bu melodiler, kendilerine çok yabancı gelmiyordu.
Hatta yer yer yükselen şarkılardan, yanılmıyorlarsa “Kara biberim, biberim aslan şekereim, şekerim” gibi nakaratları rahatlıkla duyabiliyorlardı.
Gecenin geç saatlerinde göz kapaklarının kapanmasına engel olamayan üç kafadar, kendilerini yorgun argın minderlerinin üzerine zor attılar.
Bundan sonraki rotaları, Malta, Sicilya, Napoli, Roma, Vatikan, San Remo, Monaco ve Marsilya olacaktı. Tüm bu limanlarda sırasıyla bir veya iki gün demirleyip, yük indirip bindirdiler ve son limanları olan Marsilya’ya gelene kadar pek çok güzelliğe onlar ancak hangarın küçük yuvarlak penceresinin
perde aralığından sabırsızlanarak, biri diğerini zaman zaman iteleyip kakalıyarakta olsa, yine de sırasıyla uzaktan şahit olabiliyorlardı.
Malta Adası’nın kendine has güzelliğini, Sicilya’daki mafya babalarını, Napoli’nin meşhur pizzalarını, bütün yolların geçtiği Roma’nın Mona Lisa’sını, Collesol’u, arenalarını, azgın boğaları ve daha pek çok güzelliği, Vatikan’da karanlık adamlarımız tarafından öldürülmek istenen Papa II. Jan Paul’u, Vatikan Meydanı’nı, San Remo şehrinin şarkı yarışmalarını, muhteşem salonlarını, Monaco’da kumarhaneleri ve sayılmayacak kadar olan doğal güzellikleri göremediler.
Lakin görselerdi de örneğin Roma, Romus ile Romulus kardeşlerin Roma’sı değildi. Şiir okyanusu Nazım’ın da dile getirdiği ve Habeşistan’lı meçhul bir şairin anlatımı olan, bilinen dizelerdeki Mussolini zamanının Roma’sı hiç te değildi:
“TARANTA – BABU’YA MEKTUP
Fakat ne hikmettir ki Taranta-Babu,
Büsbütün tersine burda!
Bir öyle şaşılası
Dünya ki burası,
Bollukla ölüyor,
Kıtlıkla yaşıyor.
Varoşlarda hasta, aç kurtlar gibi,
İnsanlar dolaşıyor.
Ambarlar kitli,
Ambarlar buğday dolu.
Tezgahlar,
İpekli kumaşla dokunabilir,
Topraktan güneşe kadar giden yolu.
İnsanlar yalınayak,
İnsanlar çıplak...
Bir öyle şaşılası dünya ki burası,
Balıklar kahve içerken,
Çocuklar süt bulamıyorlar.
İnsanlar sözle besleniyorlar,
Domuzlar patatesle...
Nazım Hikmet”
Marsilya’da kaptan haber gönderip yolculuklanın burada son bulduğunu bildirdi. Kaptan günün kararması ile dışarı sızmaları gerektiğinden hazırlıklarını yapmalarını istiyordu. Bu haberi alır almaz, kader birliği yapan üç arkadaşta da belli bir tedirginlik başladı. Dil bilmiyorlardı, sadece Şemo daha önce bir buçuk yıl Almanya’da kaldığı için çat pat biraz almanca biliyordu. Tüm güvenceleri Şemo’nun kırk kelimeyi geçmeyen almancasıydı. Gecenin bastırması ile birlikte Hesen, Millo ve Şemo kuytuluk bir yerde uygun bir anı yakalayıp, küçük çantalarını dsa beraberlerinde alarak liman kalabalığında kayboldular. Her şey planlıkları gibi yürümüş, Allah’tan hiç bir aksilik çıkmamıştı. Dikkatleri fazla üzerlerine çekmeden Marsilya sokaklarına daldılar. Her taraf apaydınlık ve muhteşem bir güzellikteydi. Pek çok yabancının, özellikle de arapların sokaklarda cirit attıklarını görünce daha bir rahatlayıp, kendilerine geldiler. Onlarda gelmişler, görmüşler ama fethedip edemeyecekleri henüz belli değildi. Ünlü Roma kralı Sezar’ın Zela savaşının ardından söylediği gibi “Veni, Vidi” diyebilirlerdi, “vici” (geldim, gördüm, fethettim) ise bundan sonraki şanslarının yaver gitmesine kalmıştı.
Fransa’nın şaraplari ile ünlü, güneyde Rhone bölgesinde olan ve Fransa’nın en büyük limanına sahip olan bu şehir, gece ışıl ışıl yanan ışıkları, sürekli hareket halinde olan kalabalığı ile kendilerini şoke edip, uzun bir müddet afallamalarına neden olmuştu. Aman Allah’ım bu ne büyüleyici güzellikti.
Şemo’nun yarım yamalak almancasının yardımı ile dar bir sokakta ucuz bir otel bulup, orada gecelediler. Bundan sonrası artık “sabah ola, hayrolaydı”. Hayırla başlayan sabah: tren ve insanların koşuşturma sesleri arasında, güneşi de beraberine alarak, sımsıcak ışınları ile kapıya dayanmıştı. Şemo’nun anladığı kadar en geç saat onda oteli terk etmeleri gerekiyordu.
Acele ile kalktılar, çarçabuk duş aldılar ve acemi adımlarla kalabalık Marsilya sokaklarına daldılar. Çok geçmeden iş aramaya başlamalıydılar; çünkü ceplerindeki para, neredeyse suyunu çekmek üzereydi.
Yine almanca bilen Şemo önde, Hesen ve Millo arkada yürüyerek; gözlerine kestirdikleri bir büfeden içeri girdiler. Büfenin sahibi bir Cezayir’liydi. Yillarca önce gelip, buraya yerleşmişti. Üç garibanın içeri girdiğini görünce onlara, müslüman olduklarından emin olduğu için, “Selamünaleyküm” diye seslenince, bizimkiler kendilerini ani bir rahatlamanın içinde buldular. Onlarda hep birlikte ağız dolusu ve sevinçle “Aleykümselam” dediler. Dile yatkınlığı olan Şemo kendilerini göstererek:
“Turco, Turco...” deyip, kendilerinin Türk olduğunu ima etmek istedi. Cezayırlı’da:
“Algiria, Algiria...” deyip, kendisinin Cezayır’li olduğunu ima etmek istediyse de, bırak Hesen’i, Millo’yu, çok dilli olan Şemo dahi ne demek istediğini anlamadı. Şemo el kol işaretleriyle almanca kelimelerle iş aradıklarını ifade etmeye çalışınca, Cezayir’li de hemen karşılarında tabelasında orman resimlerinin bulunduğu bir iş yerini gösterip, oraya gitmelerini fransızca anlattı. Ama bu defa Cezayir’linin ne demen istediğini anlamışlardı. Çünkü işin için iş vardı. Daha sonra elleri ile işaret ederek, vitrinde bulunan peynirli ekmekleri gösterip, birer tane aldılar. Şemo ileri düzeydeki dil bilgisi ile:
“Helal... helal...” diye üsteleyince, Cezayir’li de:
Qui... Qui... Mösyo helal- Evet... Evet Beyefendi helal” diye yedikleri ile herhangi bir günaha girmeyeceklerini onadı. Büfenin bir köşesinde üst tarafında Marsilya’nın bir resminin asılı olduğu, yuvarlak bir masaya ilişip, karınlarını doyurdular. Ardından acele ile kalkıp, Cezayir’linin gösterdiği büroya doğru yürüdüler. Büronun önünde bir müddet kapı zilini aradıktan sonra, zili çalıp, beklemeye koyuldular. Orta yaşlarda hafif uzun burunlu kırk kırk beş yaşları arasında, gözlüklü, sarışın bir bayan kapıyı araladığında, Şemo hemen atılıp, iş aradıklarını söylemeye çalıştı. Yan odada olup biteni dinleyen patron, merak edip kapıya geldi ve bayana kendilerini içeri almasını söyledi. Masasının arkasına geçip, ayrı ayrı Hesen, Millo ve Şemo’yu uzun uzun gözden geçirdi. Sonunda uzun uzun fransızca bizimkilerin hiç anlamadığı bir şeyler söyleyip, tek parmağını göstererek kendisine bir kişinin lazım olduğunu söyledi. Şemo’nun biraz almanca bildiğini görünce, fransızcayı bir tarafa bırakıp, almanca meramını anlatmaya çalıştı. Sonunda Hesen’i gösterip, diğerlerinin gidebileceğini söyledi. Böylelikle Hesen işe alınmıştı. Hesen’in yalnız kalması gerektiğini anlayan Şemo ve Millo şansın Hesenden yana güldüğünü anlayıp, Hesen’le vedalaştıktan sonra büroyu terk ettiler. Onlarda şanslarını başka bir mekanda deneyeceklerdi.
Hesen’in arkadaşlarının gittiğini gören büyük kafasının kelini bir perukla kamufle etmeye çalışan patron, masasının yan tarafındaki aynada peruğunu biraz düzelttikten sonra, kalın üst dudağının üzerinde ince bir çizgi gibi duran bıyığını çekiştirip, yerinden doğruldu. Hesen’e yanaşıp, kendisini gösterdikten sonra üst üste fransızca:
“Ben Daniël... Da..ni...ël...” diye heceleyerek adını söyleyip, Hesen’in de adını söylemesini ve böylelikle tanışmalarını istedi. Hesen çok geçmeden olayı kavrayınca, o da onun gibi üst üste heceleyerek:
“Hesen... He.. sen...” diye kendisini takdim edip, ardından tokalaştılar. Daniël bir iki saat masasındaki evrakları ile haşir neşir olurken, Hesen de yan odada gözlüklü bayanın yanındaki masaya oturup, hiç bir şey demeden sessizce oturup, önüne sürülen limonatasını yavaş yavaş yudumluyordu. Aradan üç saate yakın bir zaman geçmişti ki, Daniël odasından çıkıp, Hesen’i de çağırdı. Hızla dışarıda bulunan Dodge marka büyük pikabına binip, çalıştırdı. Hesen aracın dışında ne yapacağını bilmeden hareketsiz duruyordu. Onun bu halini gören Daniël araçtan inip, Hesen’in elindeki çantayı aldı ve basket atar gibi çantayı arabanın açık arka tarafına attı. Aracın kapısını açtıktan sonra Hesen’e eliyle binmesini işaret etti. Hesen arabaya biner binmez; araba hızla yerinden hareket etti. Aralarında herhangi bir diyalog olmadan kırk kilometre kadar Marsilya’nın doğusuna doğru yol aldılar ve ana yoldan sapıp, patika halindeki bir orman yoluna saptılar. Etraf alabildiğine ağaçlıktı. Ağaçlardan başka hiç bir şey gözükmüyordu. Yeşilin tüm tonları ile ağaçlar arabanın hareket halinde olmasından dolayı, adeta birbirlerini kovalar gibiydiler. Yarım saat kadar orman içinde mesafe aldıktan sonra, orman içinde küçük bir kulübenin yer aldığı kısmen boş bir alana gelmişlerdi. Araç burdaa durdu ve araçtan indiklerinde, merakla etrafına bakınan Hesen, çevrede altı yedi kişinin daha çalışmakta olduğunu gördü. Daniël, Hesen’e kulübeyi gösterip, bu kulübenin kendisinin olduğunu, kulübede bulunan yatağı gösterip, burada yatacağını ve orada bulunan tüm eşyaları kullanabileceğini anlatmaya çalışırken, Hesen’in anlattıklarını anlayıp anlamadığından emin olmadığından, yarıda kesip, elini cebine attı. Cebinden avans olarak biraz para çıkarıp, Hesen’e uzattı. Hesen parayı aldığında, bir hoş olurken evinin önündeki traktörün hayali gözünde yeniden canlandı. Daniël on dakika kadar daha oyalandıktan sonra tekrar arabasına binip oradan uzaklaştı. Orman işçileri durup dinlenmeden kuruyan ağaçları devasa hızarlarla kesip, ağacı devirecekleri zaman da birbirlerine avazları çıktığı kadar aralarında bağrışıyorlardı. Hesen’e gelince o da, olup biteni değerlendirmeye çalışıyor, çeşitli yorumlar yapıyordu. Daniël’in giderken kendisine bıraktığı çantanın içine baktı. Çantada bir tane komando pantolonu, haki bir kazak, yarım bir bot ve uzunca bir ipe bağlanmış bir düdük vardı. Elbiseleri bir tarafa bırakıp düdüğü ağzına götürüp denemek istedi. Düdükten kendisinin beklemediği yükseklikte bir ses çıkınca, kendisi de oldukça şaşırmıştı. Etrafta bulunan işçiler ise ellerindeki işi bırakıp, şaşkın gözlerle Hesen’e baktılar. Şaşkınlıkları geçen işçiler hep birden ellerini sallayıp:
“O ooo Turco....” demekten kendilerini alamadılar. Hesen düdüğü ipiyle boynuna astı. Bir daha da olur olmaz üflememeye karar verdi.
Akşam olmak üzereyken işçiler tek tek işlerini bırakıp, kulübenin yanına gelerek arka tarafta bekleyen minibüse doluştular. Minibüs hareket ederken Hesen koşup, el hareketleri ile kendisinin ne olacağını sormaya çalıştı. Minibüsün şoförü Hesen’i işaret ederek:
“Turco sen burada kalacaksın” derken hep bir ağızdan yüksek sesle kahkahalar atarak, ordan hızla uzaklaştılar. Hesen kendi kendisine görevinin bekçilik olduğunu nihayet anlayınca, patronunun bıraktığı pantolonu ve kazağı giyerken, hala boynunda asılı olan düdüğü de kazağının üzerine çıkarttı.
Karanlık basmak üzereydi. Allah’tan kulübesinde elektrik vardı. Kırk watlık ampulün asılı olduğu lambayı yaktı. Mutfakvari köşede duran buzdolabına göz atarken, içinde bir şeyler olup olmadığını yokladı. Dolapta hatırı sayılır derecede yiyecek, peynir çeşitleri, yoğurtlar ve daha pek çok şey vardı. Masanın üstündeki sepette de bir hayli meyve yer alıyordu. Bu durumda görünen o ki, kendisine karada ölüm yoktu. Bir tabağa bir kaç peynir çeşidi, küçük bir kaseye de biraz yoğurt koyduktan sonra, müthiş şekilde acıkmış olan karnını bir güzel doyurdu. Yemekten sonra yer yatağına uzanırken, çantasından çocuklarının, karısının ve diğer bir kaç yakınının fotoğraflarını çıkartıp, hepsine tek tek hasretle baktı. Oldukça yorgun düşmüştü. Elbiselerini çıkartıp, yatağına uzandı. Etrafta durmaksızın devam edegelen bir cırcır böceği gürültüsü vardı. Ara sıra bu koroya baykuş sesine benzer kuş sesleri de katılıyordu. Fakat bu gürültüler onun derin bir uykuya dalmasına engel olamadı. Sabah saatler sekizi gösterirken, gerine gerine yatağından kalktı; ben burada ne arıyorum der gibi etrafına bakındı. Orman işçileri çoktan çalışmaya koyulmuşlardı. Etrafta kalkıp inen balta sesleri, hızar sesleri ve kulağına uğultu gibi gelen fransızca konuşma sesleri geliyordu. Kapıdan, göz ucuyla dışarıya baktı. Daha sonra dönüp, kahvaltı yapmak üzere küçük buzdolabına yöneldi.
İşini öğrenmişti. Aradan yaklaşık on gün kadar bir zaman geçmişti. Lakin günlerden hangi gündü, takvimler hangi tarihi gösteriyordu, dünyanın hangi ülkesi barbarlığının önüne geçemeyerek hangi ülkeye saldırmıştı; hepsinden, her şeyden ve herkesten habersizdi. İkinci haftasında patronu bir öğle üzeri yine aynı büyük arabasına binip, onu ziyarete gelmişti. Beraberinde epeyce erzak ve eski bir de radyo getirmişti. Çalışmaya gelen işçilerle de zaten sürekli ekmek gönderiyordu. Büyükçe iki kasaya koyduğu yiyecekleri kucaklayıp, Hesen’in kulübesine getirdi. Hesen’e hal hatır sorar gibi yaparken; omuzunu sıvazlayıp, bir yandan da diğer elini pantolonunun cebine atıp, Hesen’e bir miktar para uzattı. Hesen fransız parası hakkında hiç bir bilgisi yoktu, bu para ne kadardı, bunun değeri neydi, bununla ne alınabilirdi, emeğini karşılıyor muydu, karşılamıyor muydu, bu gibi konularda hiç bir fikri yoktu.
Derken Marsilya ormanlarında yapayalnız bir başına olan Hesen, olup bitenin karşısında biçare bir şekilde boyun bükerken haftalar ayları, aylar yılları kovalıyordu. Kimseler yoktu, konuşmaya konuşmaya gerek Türkçeyi gerekse de Kürtçeyi unutmuş gibiydi. Bunca zaman kimseyle tek kelime konuşamamış ve ormandan bir adım olsun uzaklaşmamıştı. Her iki haftada bir erzak ve biraz parayla gelen Daniël’e bakıp, çok şey anlatmak istiyor ama nasıl anlatacağını bilemediğinden her seferinde vazgeçerken, araya aylar yıllar giriyordu. İnsanlıktan adeta çıkmıştı, bu nasıl katlanılamaz bir dertti. Bu durum daha ne kadar sürecekti, bilemiyordu. Artık canına tak etmişti. Patronuna el kol hareketleri ile şehre gitmek istediğini, telefon etmek istediğini anlatmaya çalışırken, Daniël her defasında peruğunu düzeltirken, otur oturduğun yerde Turco diyordu. Her defasında eli kolu kırık, boynu bükük, kaderine razı gelmek zorunda kalıyordu.
Bir sabah kalktığında, etrafta başka bir aracın dolaşmakta olduğunu görünce, düdüğünü uzun uzun öttürüp, aracı durdurdu. Duran araca beklemesini eliyle işaret ederek, koşar adımlarla kulübesine gitti. Yastığının içine sakladığı bugüne değin biriktirdiği bir tomar parayı ve çantasına bir kaç elbisesini koyduktan sonra, hızla kendisini bekleyen araca doğru nefesi kabararak koşup, araca bindi. Araç hareket ederken, şoför nereye gitmek istediğini sorar gibi hareketler yapadururken, Hesen:
“Marsilya... Marsilya” diye yüksek bir sesle bağırdı. Şoför Hesen’in neden bu kadar bağırdığına şaşarak gaz pedalında bekleyen ayağını bastırırken, ormanın içinde ortalığa büyük bir toz bulutu yükseldi. Araba hızla hareket ederken, Hesen de, artık memleketine dönmesi gerektiğini, özlemle bağrının yanmakta olduğunu bir daha hatırlayıp, tez elden buralardan gitmekten başka çaresinin olmadığına karar kıldı. Yalnızlık ve hasretlik canına tak etmiş, daha fazla dayanacak gücü ve takati kalmamıştı.
Aradan iki gün gibi bir süre geçmişti ki, Hesen elinde büyük kırmızı bir valizle Ankara Esenboğa Hava Alanı’na inen uçağın merdivenlerinden aşağı inerken şaşkın bakışlarla etrafına bakıyor, toprağa bastığı ilk adımdan sonra valizini kenara koyup, gittiği her ülkede yere kapanan Papa II. Jan Paul gibi yere kapanıp, yeri öptü. Tüm yolcular Hesen’e hayretler içinde bakarken, hala vatana millete bu kadar aşık olan insanların soyunu tükenmediğine kanaat getirip, bu ülkenin batmayacağına kalıplarını bir kez daha basıp, oradan uzaklaştılar.
Aynı gün öğleden sonra köy dolmuşunda çok önemli bir şeref konuğu vardı ki, bu yolcu Hesen’den başkası değildi. İşin garibi giderken olduğu gibi bu
defada Hesen yine soru yağmuruna tutuluyordu. Onu görenler gözlerine inanamayıp, birbirlerine dönüp:
“Elo... Lo vaya Hesen’e me nını? - Yahu bu bizim Hesen değil mi?” diye sormaktan kendini alakoyamıyorlardı.
“Ee... Hesen de beji, heya nika tü yi lı ku dere bu? Ev çar sale mest mezinı ji te da qet heber tüne bu. Te çır kır? Tu yi rindi? – Ee.. Hesen söyle bakalım şimdiye kadar nerelerdeydin? Koskoca dört senedir senden hiç bir haber yoktu. Nasılsın? İyi misin?”
Konuşma esnasında Hesen dört sene gibi bir süreyi duyunca afallamıştı. Demek gideli dört yıl gibi bir süre geçmişti. Kendisinin bundan hiç haberi yoktu. Dolmuş Balâ’ya doğru giden rampayı zorlanarak tırmanırken, bir an için sorulara cevap yetiştirmeye çalışan Hesen: Daniël’in kendisini bulamayınca acaba ne yaptığını, etrafa nasıl koşturup, kendisini aradığını gözlerinin önünden geçiredururken, aniden bir traktör gelip, bu hayallerin ortasında yer alıca, diğer hayal filminin kareleri kendiliğinden tuzla buz olup, dağılıverdi.
Bir hafta sonra kapısının önünde dikelen Hesen gururla traktörüne bir müddet baktıktan sonra, cebinden nazar boncuğunu çıkartıp, özenle vites koluna bağladı. Traktörünü bir güzel okşarken, avucunda bir şeylerin kıpırdadığını hissetti. Hızla elini çevirip baktığında; can havliyle bir karıncanın depreştiğini gördü. Karıncayı traktörün tekerleğinin üzerine koyarken, onun yaralandığını fark etti. Zavallı karınca ne yazık ki artık yürüyemiyordu. Heyhat bir karıncacık daha “qunxar” olmuştu. Tabii bu karınca pek dua edeceğe benzemiyordu; çünkü dört yıl önce Ehmedi Efe’nin katliamından sonra şimdi de Hesen bir karıncanın yaralanmasına neden oluyordu. Ambulansın gelip, gelmeyeceği hakkında da hiç bir fikri yokken, sağ elini traktörünün üstüne koyup, mest olmuş bir halde, bakışları ile gurur içinde köyünü taradı. Mutluydu. Çok mutluydu... İçinden bir dilek tuttu ve tebessüm dolu baktı. Dileğini tekrar tekrar kalbinden geçirdi:
“Allah güzelliklerden yana olan dünya insanlığının her ferdine, gönlünce versin! Rüyası gerçekleşsin.”



Amsterdam, 23 Ağustos 2006 

MISTO

MISTO

Trans olmuş bir şekilde yatsı namazını kılıyordu. Namazda oturduğu yerde selam vermek üzere Tanrı’nın huzurunda eğik olan başını; otuz derece daha aşağı indirdi ve eğim derecesini bozmadan doksan derece sağına dönüp, “Esselamün Alleyküm ve Rahmettullah” deyip, yüz seksen derecelik bir yan dönüşle, yine selam verip kafasını sola çevirdi. Namazı bitmek üzereydi. Fakat gelen gürültüler, namaz esnasında yoğunlaşmasını artık etkileyecek kadar fazlalaşmıştı. Çatı katındaki güvercinler soğuktan birbirlerine sokularak, garip sesler çıkarıyorlar ve namazda kendisini oldukça rahatsız ediyorlardı. Acele ile fatiha suresini okuyup, sabah namazından sonra yeni kırptığı sakalını sıvazlayıp, beş minareli Bitlis Camisinin işlendiği kırmızı ipek seccadesini topladı. Aslında güvercinlerden çok, bir haftalığına kendisini ziyarete gelen ve yan odada uyumakta olan torunu Kürt Haydar’a daha çok köpürüyordu. Kürt Haydar kırk kilometre ileride bir Türk köyünde evli olan kızının oğluydu. Annesinin Kürt kökenli olmasından dolayı gerek bu Türk köyünde, gerekse de Camili Köyünde Kürt Haydar olarak adlandırılıyordu. Kürt Haydar yusyuvarlak olan kafasını yorganın altına koymuş derin bir uykuya dalmıştı. Henüz on beş yaşındaydı. Dedesi köpürse de kendisini çok seviyordu. Bu gelişinde Kürt Haydar’ı alıp Kaman’a götürmüş ve kendisine on altı inç büyüklüğünde bir bisiklet almıştı. Tüm gün durup dinlenmeden onca soğuğa rağmen, kan ter içinde kala kala bisikletine binip, iyiden iyi bitap düşmüştü. Değil güvercinlerin sesi, dedesinin bağırıp çağırmasını dahi duyacak halde değildi. Dedesi hışımla bastonunu alıp, odaya daldı. Bastonun ucuyla Kürt Haydar’ı sürekli dürtüp, durdu. Oysa Kürt Haydar o sırada rüyasında bisikleti ile Reşo’yu Heci Palo’nun evinin bulunduğu yerden başlayıp, tepeden aşağı hızla uçarcasına süzülerek iniyordu. Tam Şamli’nın evin yanına gelmişti ki, ani bir kayma sonucu olanca hızıyla yere çakıldı. Bu dehşetli düşüşle birlikte sağ tarafındaki kaburgalarında müthiş bir ağrı hissetti. Ağrılar içinde rüyasında inleyip uyandığında, karanlıkta dedesinin yanı başında bastonunu sağ tarafındaki kaburgalarının üzerine habire bastırmakta olduğunu görünce şaşırıp kaldı ve yatağından hemen doğruldu. Neler olduğunu anlamakta zorlandı. Duyduğu ağrı bastondan mı, yoksa düşmesinden dolayı mıydı?
Hayırdır dede bir şey mi oldu. Uykuda seni duymadım.”
Yaşlı adam daha bir hiddetlenerek:
“Kalk lan oradan. Ne şeytana uyup, ölü gibi yatıyorsun. Çabuk al şu bastonu, şu çatı katına çık ve şu Allah´ın belası güvercinleri sustur. Bunlardan bana hiç rahat yok. Hadii.. Hadiii.. Elini çabuk tut.”
Kürt Haydar bastonu kapar kapmaz, tahta merdivenin her basamağına bastıkça artan bir korkuyla, kulakları sağır edercesine uğuldayan rüzgarın da getirmiş olduğu ürperti ile bir hayli dar olan çatı katına daldı. Bastonu yere vura vura güvercinlere gözdağı verdi. Güvercinler her biri bir tarafa uçuşup, korku içerisinde suspus başlarına gelecekleri beklemeye koyuldular. Kürt Haydar bastonla her vurduğunda toz bulutları yumak yumak aşağılara inip, evin içine doluşuyordu. Bunu gören ihtiyar, daha da celallenerek, adı Kürt Haydar olduğu halde kürtçeyi pek iyi konuşamayan torununa yine türkçe avazı çıktığı kadar bağırdı.
“İn oradan lan, istemez çabuk in aşağıya. İstemez, mahvettin evi. Her tarafı toz duman ettin, batırdın.”
Kürt Haydar artcıl bir korkuyla yeniden sarsılıp, titreyerek yere indi.
Çoğu insan gibi, dedesi de ihtiyarlaştıkça daha da huysuzlaşıp çekilmez hale geliyordu. Bu ihtiyarın adı Mısto’ydu. İç Anadolu bozkırında bulunan tüm çevre köy ve ilçelerde Mısto dendiği zaman akan sular dururdu. Geniş bilgisi ile alim olarak bilinen, saygın biriydi. Kırlaşmış kalın kaşlarını şafakla birlikte her uyandığında; parmakları ile düzeltir, kahverengi gözlerini pekte uzun olmayan ve düzenli olarak kesmekte olduğu ak sakalarını daha iyi görmek için aynada gezdirirdi. Her defasında da ilerleyen yaşına rağmen, “yaş yetmiş te olası, kendisinde işin bitmemiş” olduğuna kanaat getirip, memnun bir şekilde duvarda asılı bulunan kalın çerçevesi yaldıza boyalı aynasının önünden memnun bir şekilde ayrılıp, abdest almak üzere ıbrığını aramaya koyulurdu.
Karısı hakkın rahmetine kavuşalı yıllar oluyordu. Toprağı bol olsun, mekanı cennet olsun diyerek, kendisi ile olan birlikteliği iyi kötü tüm yaşantılarının film kareleri silik bir şekilde gözlerinin önünden durmadan geçerdi. Yıllardır yalnız yaşıyordu. Yörede hatırı sayılır bir insandı. O nedenle başka köylerden pek çok insan sökün edip kendisini ziyarete geliyordu. Sorun sadece “işin bitmemiş”olmasında değildi. Onca misafirin ağırlanması, evinin temizlenmesi, yaşlı bedenine hizmet edecek birilerinin olması da şarttı. Hani doğrusunu söylemek gerekirse yanlızlık ta çekilir cinsten değildi. Koca evin içinde tek canlı kendisinin olması da artık iyiden iyiye canına tak etmişti. Devran böyle devam etmemeliydi. Artık bir yerlerden onun tarafından da bir yel esmeli ve o da harmanını şöyle gönlünce durdurak bilmeden, savurmalıydı.
Büyük oğlu Dede’ye defalarca dert yanıp, kendisini evlendirmesini istemişti. Dede önceleri buna karşı çıksa da sonuçta dayanamayıp, o da razı olmak zorunda kalmıştı. Fakat kimin kapısını çalıp, kimi yaşlı babasına isteyecekti. İşte sorun buydu, herro ya da merro değildi. Çevrelerini ve komşu köyleri, akrabaları ile bir araya gelip, detaylı bir şekilde kolaçan ettikleri halde uygun bir aday gözlerinin önünde belirmedi. Araştırmalarına; Zonguldak’ta kömür madenini ilk bulup ortaya çıkaran meşhur Uzun Memet gibi bir gayretle ve derinleştirerek devam ettiler. Sonuçta bu sorunun çözümünün uzaklarda olduğunu gördüler. Rivayete göre Adapazarı’nda paranın ucunun biraz gösterilmesi halinde, uygun bir bayanın bulunmasının çok güç olmadığıydı. Ne zaman, kimler ve nasıl gidileceği konusunda planlarını yaptılar ve bunu Mısto’ya açıkladılar. Mısto kulaklarına inanmakta zorlandı. Mutluluktan, sevinçten adeta uçtu. Hemen misafir yataklarının bulunduğu odaya gidip, kalın yün döşeklerinin arasına sakladığı kesesini çıkarıp, bir tomar para aldıktan sonra, usulca gelip, elindekini oğlu Dede’nin yan cebine indirdi. Dede’nin kulağına eğilip:
“Ji bo pera me tirsi. Çı kas ji wera lazımsa, eze hal bıkım. - Para yönünden bir korkun olmasın. Size ne kadar gerekliyse ben hallederim.”
Ertesi gün erkenden “xwuzginçiler – görücüler” Adapazarı’nın yolunu tuttular. Uzun ve bir hayli yorucu olan yolculuğun ardından, Adapazarı’nda kendilerini bu işlerin çöpçatanlığını yapan Gürcü Rüstem’in evinde buldular. Akşam olmak üzereydi ve ortalığı sis kaplamıştı. Gürcü Rüstem gazete kağıdına sardığı üç tane somun ekmeği, üşenip paltosunu giymediğinden, titreye titreye bakkal dükkanından evine geliyordu ki, yabancı iki erkekle bir kadının gecekondusunun önünde telaşlı bir şekilde arandıklarını gördü. Merakla yanaşıp:
“Hayırlı akşamlar ağalar, buyurun birilerini mi aramıştınız?”
Dede devreye girip:
“Hayırlı akşamlar efendim, biz Gürcü Rüstem’i aramıştık.”
“Gürcü Rüstem benim, buyurun içeri geçin.” deyip ardından da kapıyı hızla yumruklamaya başladı:
“Gız Fadime çabuk kapıyı aç. Misafirlerimiz varrr.”
Kapının açılması ile içeriden sıcak bir hava kütlesi dalga dalga uçuşarak gelip, misafirlerin soğuktan kıpkırmızı olan suratlarında buluştu. Dede maruzatlarını kısaca anlatıp, kendilerini kimin gönderdiğini ve gönderen kişinin bolca olan selamlarını iletti. Gürcü Rüstem el parmaklarını birbirine kenetleyip, karısına bakarken, Dede’ye dönerek söze girdi.
“Ağalar bu işler artık çok zorlaştı. Kimse kızını uzaklara vermiyor. Cenabı Hak’tan ise umut kesilmez. Bu akşam iyice bir düşüneyim. Bir hal çaresine bakacağız, gayrı. Eeh çok sevdiğim bir arkadaşımın elçilerisiniz, elimizden geleni elbette yapacağız.”
Gürcü Rüstem tüm bunları söylerken aslında birilerini de aklından geçirmiyor değildi. Parayı biraz yağlıca koparmak için işi yokuşa sürmek gerekiyordu. Sabah ola hayrolaydı. O zaman planını açıklayacaktı.
Gürcü Rüstem iki sokak ilerideki bakkala, gelen misafirler için de iki somun ekmek almak üzere, bu defa paltosunu omuzuna atıp giderken, karısı Fadime de yaptığı yemeğe biraz dırdırlanarak bir pirinç pilavı eklemek üzere, kırklık bir ampulün zar zor aydınlattığı loş mutfağına yöneldi. Fadime’nin salondan çıkmasıyla xwuzginçiler birbirlerinin yüzüne umutları kırılmış olarak baktılar. Ortaya çıkan olumsuz havayı dağıtmak için Dede başını iki yana hafiften sallayarak:
“Xwudeyi mezine – Allah büyüktür” deyip biraz olsun moral vermeye çalıştı.
Sabah gün ışımadan kalkıp, abdest alıp namaz kilan xwuzginçiler, mutfaktan gelen buhardan evin kadını Fadime’nin kendilerine kahvaltı hazırlamakta olduğunu anladılar. Kısa bir süre sonra kahvaltı yapmak üzere açık yeşil badanalı salonun köşesinde bulunan uzun formika masaya geçtiler. Dede sandalyeye oturur oturmaz sendeleyip düşer gibi oldu. Gürcü Rüstem çok atik bir şekilde kalktı ve Dede’nin kırık olan sandalyeye oturduğunu gördü. Hemen sandalyesini değiştirdi ve Dede’den özür diledi. Oturma salonunda çınlayan çay kaşıklarının sesi dinince, Gürcü Rüstem günün açılış konuşmasını yapmak için söze başladı..
“İyi uyudunuz mu ağalar? Rahat ettiniz mi? Dün oldukça yorgundunuz. Biraz dinlenebildiniz mi bari? Kusurumuz ve eksiğimiz olduysa, bizi hoş görün!”
Xwuzginçilerin sözcüsü Dede:
“İyi uyuduk, rahat ettik. Allah sizden ve hemşire hanımdan razı olsun. Hemşire hanım bizim için bir sürü zahmet etti. Aslında sizleri hiç beklenmedik bir anda rahatsız ettik. Asıl siz bizim kusurumuza bakmayın.”
Bu karşılıklı hoş görü ve minnettarlık açıklamalarının ardından, Gürcü Rüstem planını ortaya koymanın zamanının geldiğini fark ederek, ikinci defa söze girdi.
“Ağam ismini bağışlar mısın? Dün çok yorgundunuz ve yeni gelmiştiniz o nedenle isminizi dahi soramadım.”
Dede bunu üzerine adının altını kalınca çizercesine, bastırarak:
“Dede… Efendim.”dedi.
“İsminle bin yaşa. Dede Ağam sabaha kadar sizin bu mesele üzerinde düşünmekten gözümü kırpmadım. Düşündüm taşındım, en uygun benim ablamı buldum. Ablamın adı
Şükriye’dir. İki yıl önce kocası trafik kazasında sizlere ömür rahmetlik oldu. Şimdi kendisi duldur. Yanlız iki tane de kızı var. Biri sekiz biri de dokuz yaşındadır. Bir de ufak bir maruzat daha var. Ablamın kocası vergi dairesinde memurdu. Mekanı Cennet olsun iyi adamdı, aynı zamanda tahsilliydi kendisi. Taş çatlasın ellisindeydi. Dede efendi damat adayı sizin babanız olduğuna göre herhalde kendisi aşağı yukarı yetmiş yaşında vardır. Ablam kocası öldükten sonra, evleneceği kişinin de rahmetli kocası gibi genç, kravatlı ve aynı zamanda sürekli takım elbise giyen birisi olması gerektiğini söylüyor. O yüzden ablamı bu işe ikna etmek zor olacak ama yine de elimizden geleni yapacağız. Bu size parasal olarak biraz tuzluya mal olacak, bunu da bilesiniz.”
Dede kafasını sallayıp derin derin düşünürken:
“Rüstem Efendi, evet babam yetmişinde var ama, Allah sizi inandırsın daha çok dinçtir. Gücü kuvveti yerindedir. Para konusunu ise dert etmeyin, çözmeye çalışırız.”
Xwuzginçiler iki gün daha Adapazarı’nda kaldıktan sonra en nihayetinde Şükriye Hanım’ın gönlünü yapıp, yola koyuldular. Tabii Şükriye Hanım kızları Cemile ve Gülsüm’ü de beraberinde getirmişti. Uzun bir yolculuğun ardından xwuzginçiler beraberinde gelin adayı ile köye geldiklerinde, Mısto’ya da hemen haber saldılar. Mısto zaten tüm hazırlıklara başlamıştı. Bütün köylü Mısto’nun evinde toplanmışlardı. Meraklı gözlerle etraflarına bakan köylüler, pirinç madeninden yapılmış Hac bardaklarına doldurulan şerbetleri yudumlarken, merakla olacakları bekliyorlardı. En nihayetinde xwuzginçiler geldi ve iki katlı Misto’nun evini bir şenlik havası sardı. Gerçi davul zurna yoktu (ki bu dinen yasaktı), ama yine de köylüler ve Misto’nun tüm akrabaları eğlenmenin yolunu buluyorlardı.
Köylü kadınlar Şükriye Hanım’ı bir odaya kapattılar. Şükriye Hanım garip duygular içindeydi. Neydi bu başına gelenler. Kardeşi Rüstem’in oyununa gelmişti. Başına sıkı sıkıya bağladığı eşarbının düğüm yerini yoklarken, aklından damadın nasıl biri olduğunu geçirmeden edemiyordu.
Sonunda gün Mısto için yeni bir baharı başlatmak üzere kararırken, damat adayını gelin adayının yanına getirdiler. Tabii Şükriye Hanım karşısında yaşlı ve sakallı Misto’yu görünce:
“Bu ne iştir…. Bana genç ve kravatlı demişlerdi. Ben bunu istemiyorum. Benim kocam kravatlı olmalı…”diye bas bas bağırdı. Etrafı bir telaştır aldı. Mısto’nun akrabaları ne yapacaklarını şaşırdılar. Her şey iyi hoş ama bu soyxa Camili Köyü’nde kravatı nereden bulacaklardı. Dede şaşkınlıkla çarnaçar etrafına umutsuzca bakınırken, tam bu sırada Ankara’da Devlet Demir Yolları’nda memur olarak çalışmakta olan amcasının oğlu Heseni Kışşo’nun boynunda çizgili bir kravatla içeri geldiğini görünce, tüm telaşının yerini bir rahatlama aldı. Hızır Aleyhüselam imdadına en nihayetinde yetişmişti. Hemen Hesen’in yanına gidip, onu bir kenara çekerek boynundaki kravatı acele bir şekilde çıkarmasını söyledi. Hesen neye uğradığını şaşırmıştı. Yoksa Mısto Amcası yeni bir fetva verip kravatı yasaklamış mıydı? Çok geçmeden olan biteni anladı ve o da olacakları büyük bir merakla beklemeye koyuldu. Dede kravatı kapar kapmaz bir türlü içeri alınamayan babası Mısto’nun yanına gitti ve aceleyle kravatı boynuna taktı. Mısto’nun akrabaları yeniden birleşip, damat adayını odaya koymaya çalıştılar. Şükriye Hanım Mısto’yu kravatlı görünce kravatın hatırına daha fazla dayanamayıp, yelkenleri suya indirmek zorunda kaldı.
Aradan bir kaç gün geçmişti ki, Şükriye Hanım kızları Cemile ve Gülsüm’ü T.C. Milli Eğitim Bakanlığı Büyük Camili Köyü İlkokulu’na (Camili’de de o zamanlar Oxford yoktu, galiba hala yok.) yazdırdı. Böylelikle kızlarının eğitimi yarıda kalmadı.
Okula ilk defa gelen Cemile ve Gülsüm’e hemen ilk gün erkek çocukların hepsi bir çırpıda aşık oldu. Platonik bir aşk gelip bu küçük yüreklerde amansız bir şekilde yerini aldı. Erkek çocukları özellikle akça pakça olan Cemile’ye hayranlıkla bakıp, “aha bana bakıyor, aha bana gülümsedi”diye kendi kendilerine teselli oluyorlardı.
Cemile’nin çok yanık bir sesi vardı. Okulun ikinci günü müzik dersinde herkesin bir türkü veya şarkı söylemesi gerekiyordu. Erkek öğrenciler bu kez en bağrı yanık türkülerini söyleyip, türküleri aracılığı ile Cemile’ye kur yapmaya çalıştılar. Korkunç bir “serbest pazar” rekabeti vardı. En nihayetinde sıra Cemile’ye gelmişti. Cemile dirseğini masaya dayayıp, küçük beyaz elini tombulca olan yanağına dayadı. Kömür karası gözlerini tavana dikerek, inceden ince damardan girip, döktürmeye başladı.
Gülo’m beni terk edecek.
Hasretiyle öldürecek.
Ben Gülo’mdan ayrılınca,
Kim gönlümü güldürecek?
Hele Gülo’m ooy ooy Gülo’m.
Küçücüksün top sen Gülo’m.
Hasretinle ölüyorum.
Gel beni kabre koy Gülo’m.”
Türkü devam ediyor ve tüm erkek öğrenciler Cemile’nin aşkından hemen yanı başlarında olan mezarlıkta kabre girmeye hazırlanırken, arka sıralardan Cobırlar Kabilesinden bir erkek öğrenci türkünün yarısında parmak kaldırıp:
“Örtmenim dereye gidebilir miyim?” diye seslenince tüm aşk mustaripleri aynı anda dönüp, hiddetle “şimdi sırası mıydı” dercesine arkaya doğru baktı. Türkü yarıda kalmıştı. “Örtmenden” izin alan çocuk koşa koşa okulun hemen iki yüz metre alt tarafında bulunan susuz dereyi boyladı.
Büyük Camili Köyü İlkokulu mezarlığın içinde yer alıyordu. Dünyanın başka bir yerinde böylesi bir okul daha var mıydı, bilinmez. Eğitim ve öğretim mezarlarla yan yana bir mekanda yapılıyordu. Kim bilir belki de ölüler de ayaklarına kadar gelen bu eğitimden yararlanarak, günlük bilgilerini tazeliyorlardı (update). Çok garip ama bu okulun herhangi bir tuvaleti yoktu. Öyle ya böylesine ciddi bir ilim - irfan esnasında çocukların tuvalete gitme ihtiyacı gibi bayağı bir gereksinimlerinin olamayacağını düşünen büyüklerimiz, bu nedenle okulun yanına hela yapmamışlardı. Olacak iş miydi yani, “Ali at - Ayşe tut – Uyu Ali uyu” fişleri okunurken, Ali nasıl uyanıp çiş yapacaktı. Fakat evdeki hesap çarşıdakine uymadığından, işin ciddiyetini kavrayamayan çocuklar, olmayan helanın yerine, tepeden aşağı doğru yuvarlanırcasına hemen dereye koşuyorlardı. Dere denilen yerde bir damla dahi su akmıyordu. Ama yine de adı dereydi (cehennemdeki meşhur wêl wêl deresi değil). Çocuklar buldukları kuytuluk bir yerde işlerini çarçabuk halledip, kıçlarını da en yakınlarında bulunan ve çok sivri olmayan (Bu önemli bir ayrıntıydı.) bir taşla, büyük bir itinayla siliyorlardı. Uçkurlar çözülüp, kıçlar okula doğru öngörülen eylem için mevzilendiği zaman; çok ince bir detay üzerinde durulurdu. İcraat için dereye doluşan çocuklardan, faal durumda bulunanların ellerini uzatıp, ellerinin birbirlerine değmeyecek bir uzaklıkta olmaları gerekiyordu. Aksi taktirde büyük günaha girilmiş olurdu ki, yok yere günaha girmenin manası yoktu. Yarım adımlık uzaklaştığında bu sorun da kalkmış oluyordu. Söz konusu vukuat genelde topluca teneffüslerde yapılıyordu ve değil şarıl şarıl akan bir su, damla damla akan olmadığından dolayı, el yıkama gibi bir lüksleri olmayan çocuklar; bu işlevin hemen ardından beslenme saatine geçiyorlardı. Beslenme saatinde o zamanlar Amerikan yardımı olan süt tozundan yapılan sütler içiliyor ve annelerin azık olarak yaptığı “kılorlar, katmerler ve kömbeler” yeniliyordu. Yine o zamanlar Hepatit hastalıklarının A dan Z ye kadar olan hiç bir çeşidinin, hiç bir belirtisi yoktu.
Mısto evliliğinin ilk iki ayını kravat takıp, giyimine ve kuşamına dikkat ederek geçirdi. Bu arada uzun zamandır kitap yazma gibi bir çalışması vardı. Kendisini çok mutlu hissettiği bu birliktelik esnasında kitabını yazma çalışmalarına hız verdi ve kitabını nihayet bitirdi. Kitap A3 boyutunda üç yüz elli sayfalıktı ve dini bilgileri içeriyordu. Dini bilgisi çok derin olan Mısto bölgenin Uleması, Kum Kenti Camili’nin de Şeyh Ül İslam’ı konumundaydı. Sözü herkese geçiyor ve dini konularda takıntısı olanlar, danışmak üzere ona başvuruyorlardı. Tüm köylerde Mısto’dan ve onun derin bilgisinden, teologluğundan bahsediliyordu. O bir numaraydı ve onun eline su dökebilecek kimse yoktu. Her dediği bir buyruktu.
Mısto çoğu zaman pek çok konuda çözüm bulurken, zaman zaman dinle fazla ilgisi olmayan yorumları yapmaktan da kaçınmıyordu. Salt muhalif olmak için Kur’an da olsun veya olmasın, her söylediğinin bu kutsal kitaptan bir alıntıymış gibi bir hava verip, öyle lanse ediyordu. Tabii iyi ve insani şeyler de empoze etmiyor değildi. Misafirliğe gittiği evlerde eğer yemek çatalla yeniyorsa, hemen sofradaki tüm çatalları toplayıp bir kenara koyuyordu. Bu eyleminin ardından sofradakilere çıkışarak:
“Bakın Allah bize bu çatalları vermiş” deyip ellerini gösteriyor ve ardından söylevine aynen şöyle devam ediyordu:
“Allah´ın verdiği nimetin kıçına dirgen batırmak günahtır. Nimet elle yenir. Çatalla yemek yemek mekruhtur.”
Kitabını yayımladı ve kısa bir süre sonra tüm dini kitap satan kitabetlerinin ve Ankara Hacı Bayram Camisi’nin önündeki dükkanların vitrinlerini Mısto’nun kitabı süsledi. Kitabının büyük ilgi görmesinin üzerine, kendisine daha çok güven duyan Mısto kravat takma ve özenli giyinme işini biraz savsaklamaya başladı. Bu elbette Şükriye Hanımın gözünden kaçmıyordu ve o bu durumdan hiç hoşnut değildi. Okulların yaklaşan yarı yıl tatilinde Adapazarı’na gitmek istediğini ısrarla üsteleyince Misto sonunda ikna olmak zorunda kaldı. Mısto on günlüğüne kendisine izin verdi. Nasılsa Şükriye Hanım bundan sonra “çantada keklikti.” Okul tatilinin ilk günü Şükriye Hanım kızları Cemile’yi ve Gülsüm’ü güzelce giydirip, Mısto ve akrabaları ile vedalaştı. Mısto hüzün dolu gidenlerin ardından bakarken, akrabaları da bir kova su dökmeyi unutmamışlardı. On gün bitmek tükenmek nedir bilmiyordu. En nihayetinde güçte olsa Şükriye Hanım’a tanınan zaman süresi bitmek üzereydi ve Misto’nun yaklaşmakta olan kavuşma gününden dolayı heyecanı bir hayli artıyordu. Fakat ne yazık ki, aradan on beş, yirmi, otuz…. gün geçmesine rağmen Şükriye Hanım bir daha gelmedi. Mısto bir nevi hayata küsmüş, yemiyor içmiyordu. Olan olmuştu. Nasıl oldu da kendisine inanmıştı, ona kanmıştı. Kendisini işlediği bu hatadan dolayı affedemiyordu. Yine yalnızlık günleri ve geceleri insafsızca gelip kapısına dayanmıştı. Güvercinler çatısının tavanında yine abuk sabuk sesler çıkarıyor, kendisinin sinir kat sayısını alabildiğine yükseltiyorlardı. Torunu Kürt Haydar’in ise henüz gelme gibi planları yoktu. Görünen o ki, bu ayrılığa alışması oldukça zor olacağa benziyordu. Bu terk ediş sadece Misto’nun değil, Büyük Camili Köyünde bulunan pek çok küçük yüreğinde derinlemesine sızlayıp buruklaşmasına neden oluyordu. Güzel Karadeniz türkülerinde söylendiği gibi:
“Ayrılık ölümün kandaşıydı."

Amsterdam, 13 Ekim 2006 

SPAZIBA

SPAZİBA

Dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi Camili Köyü’nde de o gün bunaltıcı bir yaz havası hakimdi. Bu denli sıcak olmasına rağmen hafiften terlemeye başlamış olan ellerini yarıya kadar pantolonunun ceplerine koydu, köy mezarlığına yakın olan evinden çıktı. Her nedense içini nedenini anlayamadığı bir sıkıntı kaplamıştı. Bu nahoş duyguyu bertaraf edip, oluşan istem dışı kasvetten kurtulmak için kendisini zor bela dışarı attı. On dokuz yaşındaydı. Küçücük buğday tenli suratının her yanını artık iyiden iyiye sakal ve bıyık kaplamıştı. Oldu olacak; ince üst dudağının üstüne parıldayan kıllardan oluşan incecik bir de bıyık bırakma hazırlığındaydı. Bu hazırlık yeni, köklü bir imajın hazırlığıydı.
Bir kaç aydır köyden bir kıza dehşetli vurulmuştu ve bu kızın adı Fate’ydi. O yıllarda elbette Büyük Camili köyü şimdilerde olduğu kadar büyük değildi. Yaklaşık elli haneden oluşan Büyük Camili dağınık bir yerleşim bölgesine sahip olduğundan, insana ilk bakışta büyükçe bir köy intibası veriyordu. Kısa boylu tombulca, kömür karası saçları, ela gözleri, kar beyazı teni olan sevdiği Fate de hemen karşı mahallede tepenin yamacında oturuyordu. Delikanlıı günde on kez saçlarını ıslatıp siyah sık dişli kemik bir kadın tarağıyla tarıyor, Fate’nin evinin yakınından çaktırmadan geçmeye çalışıyordu. Uzaktan da olsa hem Fate’yi görebilmeyi hem de kendisini ona fark ettirmeyi, (hani kanadı kırık bir kuş misali çırpınaduran) sevgi dolu yüreğinin daha hızlı atmasına da mani olamadan, bunu deliler gibi arzuluyordu. Her şey iyi hoştu ama şu boyu da hani birazcık daha akranları gibi uzun olsaydı, kıyamet mi kopardı! Gerçi sevdiği de öyle selvi boylu değildi. Ama ne de olsa o erkekti ve boyunun sevdiceğine kıyasla toplumun belirlediği ölçütlere göre; biraz daha uzun olması gerekiyordu.
Günlük olarak traş olmayı kendisine bir gelenek haline getirmişti. Fakat son bir haftadır traş olurken, çatık küçük gözlerinin hizasında başlayan pek büyük olmayan biçimli burnunun altındaki bölgeye dokunmuyordu. Artık o da değişik bir görünüme sahip olmak istiyordu. Evden çıkmadan önce duvara asıldığı günden beri yeşil bir bez parçasının süs olsun diye üstüne sarkıtıldığı ve her nedense hep eğri duran yer yer sineklerin kirlettiği aynaya doğru baktı, içindeki sıkıntıya rağmen gülümseyip, baş ve işaret parmaklarını açıp, daha yeni belirmeye başlayan bıyıklarının üzerinde gezdirdi. Boyunun kısalığını belirleyen kısa bacakları ile ağır ve dingin adımlar atıyor, bir yandan da düşünüyordu.
Adı Yusuf’du. Fakat ilerleyen yıllarda köylüleri ona önce Mıllı Yusuf, daha sonraları da nereden bulup buluşturdular bilinmez, Lilo adını taktılar. Bundan sonraki yaşamında o hep köyünün Lilo’su oldu. İnsanda herhangi
bir çamaşır deterjanının adını çağrıştıran bu isim, doğrusu kendisine çok yakışmıştı. O da bundan pek şikayetçi olmadığı gibi zamanla bunu benimsedi. Mıllı ve Yusuf adları zamanla unutuldu. Adı Lilo olarak kalakaldı.
Osmanlı İmparatorluğu yer yer çatırdayıp sallanıyor, her geçen gün bir tavan direği yıkılırken, devasa İmparatorluk gün be gün daha bir küçülüyordu. Avrupa ülkeleri kendilerine sürekli tehdit unsuru olarak gördükleri bu gücün söz konusu kötü gidişatından bir hayli memnun kalarak, onu çok geçmeden “hasta adam”olarak adlandırdılar. Su misali akan zaman beraberinde yeni bir cephede yeni bir savaş kaybettiriyor ve imparatorluğun hükümranlığı altında bulunan topraklardan bir kısmı peyder pey elden gidiyordu.
En son yaşanan ve Osmanlı Devleti’nin dağılma sürecini başlatan hicri takvime göre 1293 yılında yapıldığından dolayı “Doksan Üç Harbi 1877 - 1878” olarak anılan yenilginin ardından Ruslara Sarıkamış, Kars, Ardahan ve Erzurum çevresi bırakılmıştı.
Lilo ellerini yaz ortasında şalvarının ceplerine koyup, mezarlıklara doğru volta atarken, Turancılık hayallerinin peşinde koşan Osmanlı komutanlarından Enver Paşa da ülkeyi yeni bir çıkmaza sokmanın hazırlıkları içindeydi.
Lilo ellerini bir an ceplerinden çıkardı ve karşıdan gözüken Küçük Camili Köyü’ ne doğru baktı. Ülkede belli bir karmaşanın olduğunu sezinliyordu. Her an her şey olabilirdi. Uzaktan beş atlının hızla kendi köyüne doğru gelmekte olduğunu ve iyice baktığında bunların asker olduğunu anlamakta fazla gecikmedi. Yüreğine ani bir sızı girdi. Bu sızı gidip yüreğinde sabahtan beri istenmeyen misafir olan sıkıntı ile bir araya gelip, baş köşeye oturdu. Duyduğu sıkıntının nedenini şimdi anlar gibi olmuştu. Ön sezisi güçlüydü. Belki de korktuğu olacaktı. Sakın yine savaş çıkmış olmasındı. Çok geçmeden köy meydanına gelen ve atlarını zapt etmekte zorlanan askerlerden ince uzun sarkık bıyıklı bir başçavuş, ülkede seferberlik ilan edildiğini açıkladı ve askere gitmesi gereken gençlerin isimlerini bir bir okuduğunda Lilo da kendi ismini duydu. Ferman Padişahındı, büyük yerdendi ve kesindi. Gelen emre göre hemen ertesi günü hazırlıklar yapılıp yola çıkılması gerekiyordu. Lilo ve arkadaşları buruk duygular içinde hazırlıklarını tamamlayıp, at sırtında günlerce sürecek olan yolculuklarının hazırlıklarını yaptılar. Yola çıkmadan Lilo da arkadaşları gibi akrabaları, arkadaşları ve ailesi ile helalleşip birbirlerinden güç bela kopabilmişlerdi. Babası Melle ve annesi saatlerce hıçkırıklara boğularak ağladılar. Oğullarının ardından atının nallarına baka baka bir kova su döküp, akan su misali onun kendilerine tekrardan dönmesi için uzun uzun bildikleri tüm duaları okudular. Lilo yola çıkmadan son bir kez Fate’yi görmeyi çok
istedi. Bu zaman darlığında bulduğu ilk fırsatta, sevdiği kızın evinin etrafında bir iki tur attıysa da gözleri sevdalı olduğu, yanıp tutuştuğu bu
bedenle buluşup, bu güzelliğe kenetlenmedi. Büyük bir üzüntü ile evine doğru yola koyuldu. Ağır adımlarla yürürken bir yandan da düşünüyordu.
Gidip dönmemek ve gelip de görememek gibi insani pek mutlu kılmayan soyut ihtimallerin vermiş olduğu burukluk gelip boğazında düğümlendi. Dünyası bu hüzün dolu sevdanın getirisi olan bedbahtlıktan dolayı adeta alt üst olmuştu. Daha Fate’ye onu sevdiğine dair bir işmar dahi eylememişti. Acaba Fate de kendisini seviyor muydu. Aman Allahım karşılığı ne kadar zordu bu sualin. Peki ya seviyorsa, kendisini bekleyecek miydi? Öyle ya sevmeseydi evlerinin etrafında dolandığını gördüğü zaman, elbette gider kendisini evine kapatırdı. Durup dururken onun gelişini görünce; dışarı çıkıp, kapılarının önünü uzun uzadıya süpürmezdi. Kapılarının önü dediğin yerde şunun şurasında iki adımlık yerdi. Taş çatlasın beş dakikada hemencecik süpürülüverilirdi. Demek sevdası karşılıksız, sıradan platonik bir sevda değildi. Kendi kendisini teselli ededururken evine geldiğini fark etti. Derdini kimselere açamazdı da. Boğazı ard arda düğümlenirken kapıyı açıp içeri daldı. Evde bir nevi matem havası vardı. Biraz önceki olumlu avuntularını düşünüp kendisine gelmeye çalıştı. Hayata ne kadar da bağlıydı. Tam da işler yoluna yeni yeni girmiş ve o da işin kötüsü sevdalanmışken. Bu sevgiye, sevgiliye ne kadar da ihtiyacı vardı. Bu sevgi ve sevgili ki onun dünyasını kim bilir ne denli altüst edip; iyiden, güzelden ve aşktan yana değiştirecekti. Aslında Fate’den yana umut yok değildi. Bu umut kendisini biraz daha iyi hissetmesini sağlayınca, içi bir hoş oldu. Kendi kendisine ince bıyıklarının altından gülümseyiverdi. Dakikalarca gözlerini evinin tavanındaki direklere dikip, hayal kurdu. Fate güllü fistanını giymiş, kan ter içinde yine evlerinin önünü süpürüyordu. Artık onun kalbinde de birilerine hem de baş köşede yer vardı. O yer her daim onundu ve o oraya baş göz üstüne gelmişti.
Günlerce at sırtında koşturup zor, uzun ve oldukça zahmetli bir yolculuğun ardından gelip birliklerine teslim oldular. Kışlada alabildiğine bir karmaşa vardı. Ortalık deyim yerindeyse tam bir ana baba günüydü. Askerler dört bir yana ne yaptıklarını bilmeden, verilen emirleri harfiyen yerine getirmek için hummalı bir koşturmaca içine girmişlerdi. Büyük hazırlıklar yapılıyordu. Görünen o ki kanlı bir savaşın daha eli kulağındaydı. Ne yazık ki yine binlerce insan cephede bir kaç kişinin ihtirasları için canlarından olacak, kızıl kanları oluk gibi kara toprağa akacaktı. Olan yine sıradan insanlara olacaktı.
Lilo olup biteni kavramakta bir hayli zorlandı. Kime ne diyeceğini ve ne soracağını şaşırdı. Böylesi bir karmaşaya ayak uydurmak çok zordu. Kimse kendisinin farkında bile değildi. Neredeyse ayak altında ezilecekti. En
nihayetinde levazım görevlisi bir er gelip, kendisini askeri depoya götürdü. Lilo’nun üstüne çok bol gelen askeri bir üniforma bulup buluşturdu.
Ayağına da eski püskü bir postal uydurdular. Çok çetin günlerin kendisini beklediği ne kadar da belliydi. Bulunduğu askeri kışlada haftalarca süren
askeri eğitim gördü. Dövüşme teknikleri, gezden – gözden – arpacıktan nişan alma, siperden sipere koşma, ateş etme ve öldürmeyle öldürülmeyle ilgili tüm eğitimleri edindi. Derken aylar geçti ve kış mevsimi gelip kendisini iyice dayattı. Kışlaya ulaşan haberler pek iç açıcı değildi. Her an cepheye sürülmeleri söz konusuydu. Beklenen haber çok soğuk bir gece yarısı geldi. Kışla alarma geçmişti. Büyük bir korku, panik ve belirsizlik bu heyecanlı yüreklere gelip, yerleşti. İnsanın başını döndüren bir karmaşa yaşanıyordu. Takvimler 22 Aralık 1914’ü tarih olarak düşüyorlardı. Yaklaşık 120 – 125 bin civarında askerin bu savaş için hazır olması gerekiyordu. Bu görev için 9. uncu ve 10. Kolordular hazır hale getirildi. Lilo 9. Kolorduda yer alıyordu. Lilo’nun bulunduğu Kolordu Sarıkamış Dağları üzerinden 10. uncu Kolordu ise Allahuekber Dağlarını aşarak Sarıkamış’da düşmanı çembere alarak, yok edeceklerdi. En kısa zamanda toparlanılıp, Sarıkamış cephesine hareket etmeleri gerekiyordu. Yıllarca önce kaybedilmiş olan Sarıkamış ve diğer topraklar düşmandan tekrar alınacaktı. Bu savaşın komutanı da o yıllarda yıldızı parlayan Enver Paşa’ydı. Verilen emirler üzerine ülkenin dört bir yanında bu saldırı için hazırlıklar yapılırken Lilo ve arkadaşları da gece yarısı derin uykularından uyandırıldılar. Lilo elbiselerini çarçabuk giydi, fakat tüm aramalarına karşın bağcıkları iyice kısalmış, hafiften ayağını vuran postallarından birini bulamamıştı. Her tarafa baktı. Tam umutsuzluğa kapılmıştı ki, iki ranza ileride Erzurum’lu Fethi çavuş’un yatağının altında postalını bulup, aceleyle ayağına geçirdi ve toplanma yerine hızla koştu. Askerler verilen komutlarla daha kimi düğmesini, kimi postallarının bağcıklarını tam bağlamamış halde hazır ola geçti. Gecenin zifiri karanlığında ve askerlerin kemiklerine işleyen soğuğun da etkisiyle; kimsenin gıkı çıkmıyordu. Herkes tekmil hazır olda ağızlarını kapatıp kıpırtısız durmaya çalışırken, yine de ağızlarından ve burun deliklerinden buhar dumanları yükselterek, olup biteni pür dikkat anlamaya çalışıyorlardı. Lilo bir ara kendisini kaybederek hazır olda dalıp gerilere köyü Camili’ye kadar uzandı. Hayalinde yine karşı mahalleye doğru uzandı ve Fate’nin yine evinin önünü süpürdüğünü gördü. Köyde Fate’yi hep bu şekilde hayal ediyordu. Bu hayal karelerini değiştirmekte zorlanıyordu. Çünkü onu hep evinin önünü süpürürken görmüştü. Kalbi hızla atmaya başlamıştı ki, yanı başında olan tertibi Maraş’lı Ökkeş’in kendisini dürtmesiyle:
“Oğlum kendine gel, ne oluyor sana kendi kendine gülüyorsun. Kafayı mı yedin? Şimdi görecekler.” deyince kendisini yine askeriyede buldu.
Derken fazla geçmeden omuzları ve sol göğsü bir çok apoletle yüklü olan ve yerinde duramayan, habire askerlerin önünde gidip gelmekte olan bir subay söze girdi. Tarihten ve geçmişte yaşanan kahramanlıklardan uzun uzadıya bahsediyordu. Sözü epeyce dolandırdıktan sonra, Sarıkamış ve çevresinin düşman Ruslardan nasıl alınacağına getirdi. Bu kutsal savaş
için “vatan, millet, Sakarya” teranelerinin altını çizerek, bu kutsal dava için, yola çıkmak üzere toplandıklarını anlattı.
Sabaha kadar gerekli diğer hazırlıklar yapıldı. Sabah şafak sökerken bütün askerler yıllarca sürecek bir ölüm kalım savaşı için yola koyuldular. Kış koşulları oldukça acımasızdı. Yeteri derecede erzak, yiyecek ve donanım yoktu. Cepheye varmaları günlerce sürdü. Düşman da gerekli tüm hazırlıklarını yapmış, tekmil hasımlarını bekliyordu.
Her kış mevsiminde olduğu gibi bu bölgede yine korkunç soğuk bir hava hakimdi. Dört bir yan bir metreye varan karlarla örtülüydü. Zemheri ayı kendisini tüm özellikleri ile ortaya koyuyordu. Soğuk neredeyse sıfırın altında eksi kırk dereceye kadar düşmüştü. Günlerce dağ, tepe demeden yürüdüler. Savaş öncesi bölgeyi belirlemek maksadı ile verilen raporlar gerçeğe hiç uymuyordu. Sonuçta tek kurşun atmadan binlerce asker yollarda donarak öldü. Geride kalan ölü askerleri kurtlar ve yırtıcı kuşlar anında yiyip bitiriyorlardı. Asker etinden tüm yırtıcı hayvanlar her gün gönüllerince ziyafet çekiyorlardı. Geriye dönülüp bakıldığında yol boyunca binlerce asker donmuş, gözleri yırtıcı kuşlar tarafından çıkarılmış, kimisinin de kolu ve ayağı kurtlar tarafından parçalanmış vaziyetteydi. Yer yer insan boyunu aşan kar, tipi ve dayanılmaz açlık. Ne yapacaklarını şaşırmışlardı. Atlarını teker teker öldürüp hayatta kalma mücadelesi verdiler. Atları onlar için çok anlamlı ve vazgeçilmez olmasına karşın böylesi bir durumda yapılacak başka bir şey yoktu. Belki de insanoğlu böylesi bir vahşetle ilk kez karşı karşıya geliyordu. Tarih büyük bir vahşete tanıklık edip, kara defter insanın tüylerini ürperten sayfalarla doluyordu.
Fakat yaşanan bu vahşete rağmen Komutan Enver Paşa geri adım atmadı. Ne olursa olsun Sarıkamış’a ulaşılacak ve en hafif bir yılgınlık gösteren asker anında kurşuna dizilecekti. Bir kaç gün içinde Lilo’nun ve diğer Kolordunun askerlerinden 90.000 asker “Turan Fatihi”nin, “Sarıkamış Fatihi” olması uğruna donarak öldü. Lilo ve Urfa’lı en yakın arkadaşı Süleyman bu savaşta mucize eseri sağ kalanlardandı. Sarıkamış’a kadar Lilo önde Süleyman ise arkada onu kollayarak yürüyordu. Lilo bir yerde hayatını bu gerçek dostuna borçluydu. Süleyman iri yarı, boylu poslu, güçlü kuvvetli biriydi. Düştüğü kar çukurlarından Lilo’yu küçük bir paket gibi alıp çıkarıyordu. Durmadan ona Mem û Zin destanını okuyor ve onun
moralini yüksek tutmaya çalışıyordu. Mem û Zin destanı bitmek nedir bilmiyordu. Süleyman günlerce yarıda kaldığı bu destanı kaldığı yerden
devam ederek Lilo’ya yanık bir sesle söylüyordu. Süleyman her zaman kol kanat gererken, Lilo’nun donarak ölmemesi için ayaklarını ellerini ve tüm bedenini ovarak, onu hayatta tutuyordu. Küçük bir asker grubuyla Sarıkamış’a kadar geldiler. Lilo ve arkadaşlarını Rus askerleri Sarıkamış’ta esir aldılar. Rus ordusunun başında bulunan komutan:
“Allahuekber ve Sarıkamış Dağlarındaki Türk askerlerini ne yazık ki esir alamadım. Çünkü bunlar benden önce Allah’larına teslim olmuşlardı.” demek zorunda kaldı.
Ruslar Lilo ve arkadaşlarına çok iyi davranıyorlardı. Esirlik muamelesi görmüyorlardı, ama yine de her şeyden daha değerli olan özgürlükleri ellerinden alınmıştı. Bu esirlik hayatı yıllarca sürdü. Lilo kısa sürede
tarzanca da olsa Rusçayı söktü ve kuşların ötüşünü andıran bu dili çok sevdi. Gardiyanlarla konuşup, sorunlarını onlara aktarıyordu. Bu arada
Rusya’da da yer yerinden oynuyordu. Dışarıdaki hareketliliği gardiyanlar onların anlayabileceği şekilde Lilo ve arkadaşlarına anlatmaya çalışıyorlardı. Ülkede işçiler, öğrenciler, köylüler, ezilenler, sömürüye karşı olanlar ve tüm dar gelirliler Çarlığa karşı örgütlenerek ayaklanıyorlardı. Çok büyük ve oldukça örgütlü bir başkaldırı hakimdi. Bu başkaldırının mimarı V. İ. Lenin’di. Çok geçmeden Çarlık Rusyası yerle bir edildi ve Lenin önderliğinde 17 Ekim 1917 de Rusya Çarlığı da yerini yeni Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliğine bıraktı. 17 Ekim devriminin ardından yapılan mübadeleler sonunda Lilo ve arkadaşları ülkelerine yeniden döndüler.
Lilo köyünden, akrabalarından ve en önemlisi de Fate’den yıllardır ayrı kalmıştı. Günlerce süren bir yolculuğun ardından en nihayetinde köyü Büyük Camili’ye geldi. Ailesi, akrabaları ve arkadaşları gözlerine inanamıyorlardı. Oysa onlar Lilo’yu ölü biliyorlardı. Anne ve babası ellerini havaya kaldırıp, tanrının bu gününe binlerce kez dua ettiler. Oğullarına dakikalarca sarılıp, hasretlik giderdiler.
Akrabaları hasretle ona sarılırlarken, Lilo da Fate’yi düşünüyordu. Acaba Fate kendisini beklemiş miydi. Onun evlenmiş olabileceğine ihtimal bile vermek istemiyordu. Epeyce bir zaman geçtikten sonra annesinden bir yolunu bulup, çaktırmadan köyde kimlerin öldüğünü, kimlerin evlendiğini tek tek sordu. Annesi ölenler ve de evlenenleri tek tek anlattı. Fakat Lilo sorusuna yanıt alamamıştı. Daha fazla dayanamadan sordu.
“Edde le Fate çir bu? Ew ji zewici? – Anne Fate ne oldu? O da evlendi mi?” diye sorunca annesi oğlunun ne denli bir kara sevdaya tutulduğunu çarçabuk anladı. Anne yüreği büyük bir üzüntü duymasına rağmen, açıklamaktan başka çaresi yoktu.
“Ere lawe min Fat ji zewici. – Evet oğlum Fate de evlendi” der demez, Lilo hıçkıra hıçkıra ağlayıp, yine köy mezarlığına doğru uzandı. Annesi
ardından koşturduysa da, iyisi mi biraz kendisine gelsin istedi ve onun peşine düşmekten vazgeçti.
Lilo sevdasını kalbine gömdü. Aradan aylar geçti. Anne ve babası onu baş göz etmek istediler. Gelin adayı Yukarı Hacı Bekir Köyü’den Eli Kecco’nun kızı Sultan’dı. Lilo biraz nazlandıysa da sonuçta o da öyle veya böyle evlenecekti ve razı geldi. Üç gün üç gece süren bir düğünün ardından Lilo da Bala Nüfus İdaresi’ndeki sayfasına arkadaşlarından geç de olsa, medeni hali EVLİ diye yazdırdı. Evliliğinin ardından doğan oğluna Haci adını verdi. Daha sonra bir kızı doğunca da eski sevdiğinin adını biraz revize ederek, onun adını da Fatık koydu. Diğer bir kızına da Ayşe adını koydu.
Bu arada Rusya’da öğrendiği Rusça dilinde, köyde önüne gelen herkesle (onlar da kendisini anlıyorlarmış gibi) konuşuyor ve insanlar da bu ne diyor diye kendi kendisine soruyordu. Havasına diyecek yoktu. Yabancı bir dili bilmenin cakasını her yerde atıyordu.
Karısı Sultan’la yine de beklemediği bir oranda mutlu bir evlilik sürdürüyordu. Her evlilikte olduğu gibi, elbette onun evliliğinde de ara sıra sürtüşmeler yok değildi. Lilo’nun bilinmeyen bir yönü de çok şakacı ve oldukça zeki olmasıydı. Oğlu Haci’nin doğumuyla geride kalan tüm olumsuzlukları unutmuştu. Mucize eseri atlatmış olduğu savaşı, esirlik hayatını ve bağrını bir köz gibi yakan Fate’nin yokluğu, bir nebze de olsa geride kalmıştı. Hepsinin üstüne geçici ve zoraki de olsa bir sünger çekti. Kendisini tamamen ailesine adadı. Oğlunun üzülmesine, hele de ağlamasına dayanamıyordu.
Bir bahar sabahıydı yine şafakla birlikte kalktı. Abdest almak üzere su aranırken, yandaki odadan oğlu Haci’nin ağladığını duyunca; açtı ağzını yumdu gözünü ve bildiği tüm küfürleri karısı Sultan’a sıraladı.
“Sıltan…. Sıltan eze guyi wi gündi lı ri bawi de kim. - Sultan bu köyün bokunu senin babanın sakalına çalarım.” diye küfredince, onca küfür neyse de Sultan küfrün babasına yapılmasına çok bozulmuştu. Hal vaziyet böyle olunca; baltayı taşa vurduğunu anlayan Lilo karsının gönlünü almak için çeşitli çareler düşündü. Evinin merdivenlerinden yukarı çıkmakta olan komşusu Eyşik’i ve karısı Sultanı yanına çağırdı.
“Eyşik Xuçka mine dü ye gü xwu bide? Ez li ri bawi Siltan’e bıkım. – Eyşik bacım bokunu verir misin? Onu Sultan’ın babasının sakalına süreyim.”
Eyşik utancından yerlere girip tekrar evinin yolunu tutarken, Lilo da karısına dönüp:
“Siltan’a min te di, kes guye xwu nadı. – Sultan’ım gördün işte bak kimse bokunu vermiyor.” Deyip, kırgınlığının yok yere olduğunu anlatarak; karısının gönlünü aldı.
Bu arada yıllar geçse de Fate’ye olan aşkının yangını yüreğinin derinliklerinde hala sönmemiş ve hükümranlığını hala sürdürüyordu.
Köyde yaşam mücadelesi ile geçen aylar, yıllar mevsimlerden bir sonbaharı daha getirmişti. Ağaç denilen köklü, yapraklı, dibine geniş gölgeler verip; insanların sıcak havalarda serinlemesine yardımcı olan ve üstüne üstlük meyve da veren dev bitkiler Camili de yer almadığı için, bu canlıların sonbaharın sembolü olan sarı yaprakları da olur olmaz her yerde uçuşmuyorlardı. Fakat dışarıda insana göz açtırmayan bir yağmur hakimdi. Karısı koyunlarından, Mor Koyun’un ahırda olmadığını ve gidip aramasını söyleyince; Lilo yine hiddetlendi ve yağmurun dinmesinden sonra gidip, bakacağına dair söz verdi. Yağmur yarım saat kadar daha devam etti ve ortalık çamurdan geçilmez hale geldi.
Buna rağmen Lilo karısına verdiği sözü yerine getirmek için ağır adımlarla dışarıya yöneldi. Acaba Mor Koyun nereye gitmişti. Köyün içinde dolanıp
tüm evlere bakarken, kendisini Fate’nin evinde buldu. Fate evinin penceresinden yağmur sonrası temiz havayı ve toprak kokusunu ciğerlerine
çekiyordu. Aniden Lilo’nun geldiğini görünce telaşlanıp, dışarı çıktı. Lilo aslında bu çamurlu haliyle Fate’nin gözüne gözükmeyi hiç istemiyordu.
Avlu kapısını tıklatıp, içeri daldı. Fate’nin çocukları yağmurdan fazla etkilenmemiş olan bir yerde, “Şıllık” oynuyorlardı.
Fate:
“Xalo tu bi xer hatiyi, tu li çi digeri?” diye sorunca:
Lilo yine Rusça dem vurup:
Ya işu mayi baroşko - Koyunumu arıyorum.”diye Rusça yanıt verdi. Hiç bir şey anlamayan Fate:
“Xalo te got çı? – Dayı ne dedin?” diye sorunca; Lilo kürtçeye çevirip, koyununu aradığını yineledi. Fate koyunun kendi koyunlarının yanında olduğunu söyleyince, Lilo da büyük bir rahatlama duydu. Rusça:
“Spaziba…. Fate… Spaziba… - Teşekkürler…. Fate…. Teşekkürler…” deyip, Mor Koyununu önüne katıp, yüreğinde yıllar sonra tekarur eden bir sızıyla evinin yolunu tuttu.


Amsterdam, 12 Şubat 2007 

CHARLOTTE CAFE Annem, bildim bileli hasta, ömrü böyle geçti diyebilirim. Lakin bu kez hayli ilerlemiş olan yaşı ile artık uzatmaları oynuyo...