24 Aralık 2012 Pazartesi

MEVTA’DAN “ŞİRİNCE MEKTUBU”


 MEVTA’DAN  “ŞİRİNCE MEKTUBU”                   

                                      ‎"Şerefle bitirilmesi gereken en ağır görev, hayattır."
                                                                                     
Alexis de Tocqueville
         
         Bir ilk olduǧuna inandıǧım, ama  büyük bir gizlilik içinde, Araf’tan ara ara gönderdiǧim bu mektuplar, kimilerinin de MevtaLeaks olarak adlandırdıǧı yazışmalarımı, bir final mektubu ile sonlandırmıştım. Tahmin edeceǧiniz gibi, bulunduǧumuz mekanın hassas konumundan dolayı yazmak, kısmen de olsa bilgileri, ünlü ajan Arabistan’lı Lawrence olup, dışarı sızdırmak oldukça riskli. Dünyada bulunduǧum, o çok kısa sayılabilecek zaman biriminde, doǧrusu “diǧer dünya” olarak da adlandırılan ve nasıl bir yaşamın sürdürüldüǧü, bizleri nelerin beklediǧini ve karanlıkta kalan olup-bitenler merakımı devamlı cezp etmişti. Bu konuda aktarılan bilgiler malumunuz. Ben de  “Karınca kararınca” olan dimaǧımı meşgul eden ve beynimde oldukça yoǧun bir alanı kaplayan soru işaretlerinden, her an arınmayı istiyordum. Encamımızın ne olacaǧını çok merak ettiǧimden; çoǧu çirkin sakallı, cübbeli, külahlı ve kimi badem bıyıkları ile sırıtarak gülümseyen, auraları sönük, ufukları alabildiǧine dar kişiliklerden pek çok lakırdı dinledimse de, olur olmaz uyduruk korkular salan, izansız ömür törpüleyicilerine, sabun olup köpürmemek elde deǧil. Yıllarca hep bir şeyler sandıǧımız, bir şey olmayanların yükünü taşıdık. Yalan yanlış uydurmaları ile gündemde kalmayı, her ne hikmetse, her daim başarabilenleri, aslında kaale almamak lazım. Burada yaşadıklarımdan sonra, anlatılan onca katranlı, hareli – alevli, dayaklı, tecritli cezaların doǧruluk payının olmadıǧına, bizzat tanıklık ederek gördüm. İyi ki görüp yaşadıklarımız, Dünyada çirkin üsluplu kişiler tarafından söylenenlerin çok uzaǧında.
         Burada cezalandırmaya dair herhangi bir şeye henüz şahit olmadık. Bir ara Araf’da ikamet ettiǧim bölgenin az ilerisinde yapılan köprüyü, bize anlatılan “Sırat Köprüsü” olarak algıladıysam da, daha sonra bunun başkaca bir çalışma olduǧunu anlayınca; yüreǧimin atışları dindi, ödüm de yerli yerinde durarak, bir şeylerime karışmadı. Daha önce de ilettiǧim gibi, uzun bir bekleme süreci yaşıyoruz. Bu bizden önce ne kadar sürdü, bundan sonra da nasıl bir zaman dilimini alır, bilemiyoruz.
         Dünyadan yeni birilerinin geldiǧini görüp veya duyduǧumuz zaman oldukça garip duygulara kapılıyoruz. Ölüm sonrası buraya gelen, eğer bir yakınınız veya tanıdıǧınız ise, yüreǧinizi acımtırak buruk bir tat kaplıyor. Bir yandan artık o kişi ile birlikte olabileceǧımize sevinirken, diǧer yandan da O’nun çok sevdiǧi, tırnaǧı, dişi ile tutunduǧu yaşamdan koparılmasının hüznünü bütün kalbinizde hissedersiniz. Çünkü hayat olumlu olumsuz, acı-tatlı bütün koşullarına raǧmen vazgeçilmezdir, yaşamak güzeldir. Eli kolu baǧlı, biçare, onca seveninden ayrılmak, sevdiklerini olabilecek en büyük üzüntülerin ve acıların içinde bırakmak hiç de kolay deǧildir. Sevdiǧim bir Laz şarkısının sözleri hala aklımda;
“Sevduǧum sigaranı
Ne of çeker içersin.
Al beni da yanuna
Ne hasretluk çekersin.” Sevdiǧini herkes yanı başına çaǧırabilir. Ama biz ne gariptir ki bunu yapamıyoruz. Bu çok büyük bir kötülük olur. Dedim ya, dünyada yaşamak, bütün sıkıntılarına, adaletsizliǧine, sefaletine raǧmen çok tatlıdır.
         On gün kadar önce, dünyadan iyi tanıdıǧım bir arkadaşım  geldi. Tesadüfen kendisi ile sokakta karşılaştık. Tuhaf – karmaşık duygular yaşadım. O’nu gördüǧüme, yüreǧimin bir tarafı çok sevinse de, diǧer yanı acılar içinde kıvrandı. Kendisini büyük bir memnuniyetle evime buyur ettim. Yemek, çay ve kahve derken, geç vakte kadar oturup, derin sohbetimizi iki kadeh şarapla taçlandırdık. Anılarımızı aktarıp, ortak dostlarımızın kulaklarını çınlattık. Söz arasında, dostum, Dünyada bu sıralarda Maya Takviminin gündemde olduǧunu anlattı. Bu takvime göre 21 Aralık tarihinde kıyametin kopacaǧını ve insanlardan bazılarının buna inandıklarını, canını çok sevenlerin, kıyametten uzak kalacak olan Şirince Köyü’nde, bu felaketten sıyıracaklarını zannettiklerini söyleyince, beni de bir şüphe sarmadı diyemem. Böylesi bir durumda, Dünya insanlıǧına yazık olacaktı. Ailem, akrabalarım, arkadaşlarım ve milyarlarca insan buraya gelecek demekti. bu ihtimali göz önüne getirip, hazırlık yapmak gerekecekti. Evde büyük bir yiyecek stoǧu yaptım. Yeni yataklar ve eşyalar aldım. Hummalı bir çalışma ile hazırlıklarımı elimden geldiǧince yaptım. Eve çiçekler, karıma elbiseler, çocuklarıma oyuncaklar aldım. Ne kadar kötü bir durumla karşı karşıyaydım. Sevdiklerimin ölümüne, diǧer taraftan kavuşmamıza sevinmeli miydim, yoksa üzülmeli miydim. Her iki duyguyu yüreǧime yük ederek, hazırlıklarımı tamamladım. Beklenen gün gelip, çattıǧında iki hissi birden taşıyan yüreǧim aǧzımda, dakika dakika bekledim. Gelen giden olmadıǧına göre, kıyamet kopmamıştı. Kalbimin hafiflediǧini görüp, uçacak gibi oldum. Ahh.. Çok şükür, Mayaların mayası bozuk çıktı. Sevdiklerim ve bütün Dünya insanlıǧı, çok sevdikleri hayatı, bir süre daha güç koşullarda olsa dilediklerince sürdürecekler.
         Maya’ların takvimi de ıskalayınca, yüreğimizdeki kıpır kıpır bir büyük ferahlıkla, bizler de Araf’daki bir nevi mültecilik olarak da adlandırabileceǧimiz yaşantımıza, devam ediyoruz. Kaç haftadır Neşet Ertaş’ı görebilmek için, etrafı kolaçan edip, bunun olanaklarını araştırıyorum. En nihayetinde izine rastladım ve gidip, kendisini gördüm. Saǧolsun, beni büyük bir hürmetle evine buyur etti. Aynı bozkırın insanlarıyız ne de olsa. Konuşma yerine, daha çok sazının tellerine dokunup, onu dile getirmeyi tercih etti. Oturduǧu sandalyede sazının üzerine eǧilip, o yürek daǧlayan sesi ve sitem dolu sözleri ile avaz avaz bozlaklarını söyledi. İliǧi öpülesi güzellikteki bu insan, sesinin güzelliǧi ile yüreǧimi iyice sarıp, sarmaladı. Eski günlerime gidip, bütün hücrelerimle, olabildiǧince güzel bir nostalji yaşadım. Bardaǧın hep dolu tarafından bakan bu insanın farklı sesini, çokça göresim geldiǧini anladım. “Ay dost” adlı bozlaǧı yüreǧi dolu dolu seslendirmeden önce, gözleri doldu. Kalpten süzen melodiler, kalbime işledi. Paketteki son sigara gibi bir tat.
         “Kaç zamandır burada olmama rağmen, babam Muharrem Ertaş’a henüz ulaşıp, mübarek ellerinden öpmedim. Küskündü bana. Kendimi nasıl affettireceǧimi bilemiyorum.”  derken, o yürekleri lime lime eden parçaya girdi. Göz yaşlarımın pıtır pıtır akmasına engel olamadım.
`        Neşet Ertaş’tan minnetle ayrılırken, kapı aralıǧında biraz daha lafa tuttu. Adeta gitmemi istemiyordu. Yapayalnızdı. O’nun bu ürperti veren sessizliǧini, bir dost olarak paylaşacaǧıma dair, kendi kendime söz verdim. Büyük ozana acımamak elde deǧildi. Burada daha çok yeniydi, alışamamıştı. Ama zamanın her derde deva olduǧu kavramı, burada da geçerliliǧini sürdürmeye devam edecekti. Yeni gelenlerin anlatımlarında, kendisinin ölümünden sonra, “kör olmayan gözlerinin bademleştleştirildiǧini”  anlattı. Yaşamı boyunca çok horlandıǧını, çoǧu kişi tarafından insan yerine dahi konulmadığını. Dünyayı yüreǧi küskün terk ettiǧini söyleyip, serzenişte bulundu. Kendince oldukça haklıydı.
         Uǧruna yıllarca mücadele edilen, baskılara, insan onurunu alaşaǧı eden işkenceye maruz kalınan, hapis yatan ve ölen insanlık; düşlediǧi adaleti, eşitliǧi, barışı, insanca bir yaşama kavuşmasına, pespayeler zorbalıkları ile engel oldu. Daha önceki mektuplarımda da bazı konulara deǧinmeye çalıştım ama, yine de bu diyarda nasıl bir yaşam sürdürdüǧümüzü merak ettiǧinizi sanıyorum. Biz bir çeşit komünal bir yaşamı idame ediyoruz, desem, sizleri yanıltmamış olurum. Herkes aynı olanaklarla, eşit, barış içinde, kardeşçe yaşıyor. Kimsenin çalışmasına gerek yok. Yemeklerimizi dahi hazırlayıp, pişirmemize gerek yok. Bütün yemekleri günün her saatinde, her mahallede bulunan belirli depolarda, gündüz veya gece fark etmeksizin, istediǧiniz kadar saǧlayabilir, besin gereksiniminizi giderebilirsiniz. Yiyecekler Dünyadakiler ile çok benzerlik gösterse de, Araf’a özgü pek çok besin, meyve ve sebze de bulunmaktadır. Meyvelerden, muşmulayı andıran  “zirdanik”, yemeklerden  bol baharatlı, geyik etinden yapılan “şillo”  kebabı ve "balcin" tatlısı favorilerim arasında. Elbise, mobilya ve diǧer ev aletlerini de aynı şekilde, var olan depolardan edinebilirsiniz. Tek sıkıntımız, yaşanan belirsizlik. Ne olacaǧımızı bilemediğimiz bir bekleyiş ki, dudaklarımızın kıyıcıklarında buruk gülümsemeler biriktirmekten başka yaptıǧımız pek bir şey yok denebilir.  Bu şimdiye deǧin yüz binlerce yıl sürdüǧü gibi, bundan sonra da ne kadar süreceǧi belirsiz. Maya takviminde belirlenen günü duyduǧumuzda yüreǧimiz keder ve sevinç doluluǧu ile aǧzımıza geldiyse, çok şükür beklenen olmadı. İnsanlar bütün kökleri ile baǧlandıǧı topraklardan koparılmadı. Bu haberi kitleler, büyük bir coşku ile karşıladı. Herkes günlük istihkakları olan iki kadeh içkisini bir çırpıda yudumlayıp, kutlamalara katıldı. Hepimiz rahat bir nefes aldık.
         Dünyalılara, Hayyam’ın bir şiirini, hoşgörünüze sıǧınarak, kıssadan hisse çıkarmalarını saǧlık verip, hatırlatmak isterim.
Keder seni bağrına basmak mı ister,
hadi ordan, çek arabanı, de.
Boş sıkıntılara kaptırma günlerini.
Yutmadan bedenini toprak
ne kitabı bırak, ne çayır çimeni.
Hele yârin dudağını, sakın ha,
ta son güne dek.
         Unutmadan, daha önceki yazışmalarımda da sözünü ettiǧim, çok sevdiǧim İran’lı komşum - dostum Samet’in selam ve sevgilerini de unutmadan ileteyim. Saygılarımla…

Mevta Mevtaoǧlu
Araf, 24 Aralık 2012


          









7 Aralık 2012 Cuma

MAÇ


  
MAÇ
        
         Eriştiǧimiz zaman diliminde, büyük şair Cahit Sıtkı Tarancı’nın “otuz beş yaş” şiirindeki ömür belirlemesi geçerliliǧini yitiriyor. Hayat dediǧimiz amansız karşılaşma, otuz beşerlik, taş gibi sert yeşil bir Grandy Smit elmasının iki yarısından oluşmuyor, artık. Kan ter içinde oynamakta olduǧumuz maçın uzatmalarının da, insan denilen müthiş makinanın ömrüne katılması ile, aǧır aǧır çıktıǧımız merdivenlerin sayısı olan yarı yol, ortalama kırklara ve daha üstlere yükseldi. İştahla ısıra durduǧumuz elmamız daha da büyüye dururken, daha çok 'faul', hata yapıyor, aciz durumda olanları iliklerine kadar sömürüyor, doymuyor, birbirimize çelme takıyor, başkalıkları tanımıyor, kuyruklu çirkin bir maymun oluyor; görmüyor – duymuyor – susuyor, insan olmanın temel taşlarından olan hoşgörümüzü sıfırlıyor, kimseyi insan yerine koymuyor, oluşturduǧumuz mozayiǧin güzelim farklı renklerini, alabildiǧine bir kabalık ve zorbalıkla kendi tekdüze rengimize boyamaya çalışıyoruz. O denli gayri insani davranıyoruz ki; haliyle akıllara olur olmaz soru işaretleri gelip, yerleşiyor.
         Sizce de, yukarılardaki hakem midir acep, avurtlarını şişirerek, düdüǧünü tiz bir uǧultu ile uzun uzun öttürüp, bizleri cezalandıran.  Belki de: A. Huxley’in söylediǧi gibi: “Bu dünya, başka bir gezegenin cehennemidir.” Patronlar ve bilumum varsıllar, fakir  insanların ‘zebaniliǧini’ üstlenip, savunmasızlara her türlü cefayı reva görüyorlar.  Dünya haricinden gelen bizler, sadece peşimiz sıra gelen sessiz gölgelerimizi alıp gideceǧimiz, cehenneme çevirdiǧimiz “kavanoz kıçlı” gezegenimizde, kıyasıya birbirimizin daha çok canını yakarak, verilen uzatmaları oynuyor, insanlıktan ve asıl cennet kılınması gereken yeryüzündeki cennetten, her geçen gün daha da uzaklaşıyoruz.
         Varsıllar olarak da bilenen tufeyli zümre; rakipleri olan yoksullar, tam gol ataǧına geçtiklerinde, kendilerine ya haksız yere penaltılar veriliyor veya ‘offsite’ denilerek, bu eylemleri yok sayılıyor. Kalelerin arka taraflarını dolduran milyonlarca yoksul, yaşanan onca haksızlıǧı, adaletsizliǧi, baskıyı ve dipsiz uçurumlar oluşturan eşitsizliǧi yuhalayarak protesto etseler de, olup biten yine küçük bir azınlıǧın; “dediǧim dediǧi”  oluyor. Kırmızı kartlar yine, diǧer zümre ile oransız çoǧunluǧu oluşturanlara gösteriliyor. İnsanlar hak etmedikleri, iç acıtan, dramatik - perişan sürdürdükleri bir hayatı, doǧduklarına pişman, çocuklarına ve büyüklerine karşı olanaksızlıklarından utanç duyarak yol alıyorlar.
         İşin diǧer boyutu da, çekilen onca sıkıntı yetmezmiş gibi, sökün eden yaşlanma ile birlikte gelen, hastalıklar ve yetmezlikler, atalarımızın 'Cizlavat' marka soǧuk kuyu' da denilen, vıcık vıcık terleten lastik ayakkabılarla, günümüzde ise yırtık kunduralarla, ürkekçe ayak bastıǧımız gezegenimizi, daha da çekilmez hale getirmesidir. Bedenlerdeki milyonlarca hücrenin yok olma tehlikesi ile yavaş yavaş büyük bir dinginliǧin hissedildiǧi bu aşamada, kıpırtılar yok denecek bir seviyeye inerken, ‘sönmüş kireç’ olma dönemi başladıǧı zaman, en küçük kıpırtılar, kabarcıklar ortadan kalkar. “Oyun bittiǧinde, şah da piyon da aynı kutuya girse”  de, aradaki farklılık kıyaslanamaz. Kimilerinin, “cinsel yolla bulaşan ölümcül hastalıǧın adı, hayattır” dedikleri süreç, kale arkasındaki seyircileri için, çoǧu zaman onur kırıcı olabiliyor.
         “Ömür üç gündür.” diyenler de yok deǧil. Dün yaşanmış, yarın muǧlak, yaşanacaksa , bugün yaşanmalı. İnsanca yaşandıǧında, gelin güzelliǧinde olan hayat, alımlı bir gokkuşaǧının bütün renklerini barındırmalı. Biz yine de “sol memenin altındaki cevheri”  ve çeşitli modellerde traş ettiǧimiz “enseleri karartmamak” lehimize olsa gerek.

Amsterdam, 7 Aralık 2012
        





CHARLOTTE CAFE Annem, bildim bileli hasta, ömrü böyle geçti diyebilirim. Lakin bu kez hayli ilerlemiş olan yaşı ile artık uzatmaları oynuyo...