24 Mayıs 2016 Salı

KÜSTÜM



  


 KÜSTÜM
     

         Son zamanlarda buğusu eksik olmayan, açık yeşil gözlerimi kırpıştıradururken sarı bukleli uzun saçlarımı çekiştirip, canım anneciğimin üst tarafı aynalı fırça tarağı ile özenle tarıyor, bir yandan da boydan boya çirkin bir bant ile yapıştırılmış odamın kırık camından, dışarıda bütün olup bitenleri, yüreğim ağzımda korku ile izliyorum. On yedi yaşıma daha yeni girdim. Adım Serdıl. Ardından ürperti ile baktığım kırık camın hemen dışında, her şeye rağmen bütün güzelliği ile sıcak bir bahar günü hakim. Ama etraf cıvıl cıvıl değil. Bu güzelim bahar gününe karşın yaşadıklarımız, zemheri ayını dahi mumla aratıyor. Çevredeki çoğu ev yakılıp yıkıldı. Uzaklarda gece gündüz çatışma ve bombalama sesleri geliyor. Her patlamada büyük bir korku ile irkilip, üçüncü kattaki evimizin penceresinden uzaklaşmak zorunda kalıyorum. Dört bir tarafta yağlı kurşunlar vızıltılarla hızla uçuşuyorlar. Huzur adı ile adlandırılan sokağımızda huzurun zerresi kalmadı. Annem ve babam, bana ve kardeşime sık sık pencerelerden uzak kalmamızı tembih etmelerine rağmen, duyduğum meraktan dolayı kırık camın uzağında kalamıyorum. Çünkü yüreğimde tarifi olmayan, beni benden alıp götüren, bütün bedenimi kasıp kavuran bir sevda var.
         Ansızın mahallenin içlerine doğru, yine oldukça büyük bir patlama oldu. Pencereme konan zavallı bir ak güvercin korku ile kanat çırpıp meçhule doğru uzaklaştı. Etrafı devasa bir duman bulutu kapladı. İnsanlar korku içinde can havli ile binadan çıkıp etrafa dağılıyorlar. Ağır silahlı askerler etrafta koşturuyorlar. Havada korku saçan patırtılı helikopter sesleri geliyor. “Eller yukarı, kanun namına teslim olun.” anonsları. Düşman diyarında, “Ceddin deden, neslin baban…” tüyler ürperten mehter marşının yükselen sesleri. Küçük yüreğim ürkek bir serçe misali titriyor. İnsanları, demem o ki, insan görünümlüleri bütün çabalamalarıma rağmen anlamakta zorlanıyorum. Daha doğrusu anlayamıyorum.
         Birileri tarafından çiçeği zorla burnuna iliştirilmiş ilimiz Şırnak haftalardır bu kaosu yaşıyor ve bunun daha ne kadar da süreceği belli değil. Böyle giderse, babam var olan pılımızı pırtımızı toplayıp, İstanbul’a taşınacağımızı söylüyor. Yabancısı olduğumuz, yolunu izini bilmediğimiz, yaban bir şehir İstanbul. Oralarda nasıl yaşanır, nasıl tutunulur bilemiyoruz. Ya ölümle günün yirmi dört saati burun buruna yaşayacağız, ya da yaban ele göç edeceğiz. Babamın bu kararını ilk kez duyduğum zaman, aklıma okulumda bana büyük bir tatlılıkla bakan, sınıf arkadaşım Roni geldi. Taşınırsak bir daha Roni’yi göremeyebilirim. O öylesine tatlı ki. Yaklaşık bir aydır devam eden çatışmalardan dolayı okula gidemiyorum. Bir bakkal dükkanı işleten babam da kepenkleri kapattı. Sokağa çıkma yasağı var. Küçük kardeşim Sidar hasta olduğu halde doktora götüremiyoruz. Çok ateşi var ve sürekli öksürüyor. Annem devamlı çamaşırlarını değiştirip, alnına ıslak bir bez koyuyor. Bütün kalbimle kardeşimin iyileştirmesi için Tanrıya yalvarıyorum. Dışarıya çıkan ölüm ile cezalandırılıyor. Var olan erzaklarımız da suyunu çekmek üzere. Büyük acıların yaşandığı komşumuz Suriye’yi aratmaz hale geldi şirin şehrimiz. Ne olacağı hiç belli değil ve işin en kötü yanı da, Roni’yi çok ama çok özledim. Telefonlar çalışmıyor, internet kesik ve elektrik düzenli verilmiyor. Roni’ye ulaşmam, O’nu görmem, çatışma ortamı böyle devam ederse imkansız gibi görünüyor.
         Evet, ben Serdıl bölgedeki pek çok çocuk gibi, “ağzımda gümüş kaşık ile dünyaya gelmediğim” gibi, ne yazık ki, gözlerimi büyük bir cıyaklama ile açtığım hayata, iki sıfır yenik olarak başlayanlardanım. Mahallenin dört bir tarafında yeşil kurbağa görünümlü askerler; şalvarlı başlarında çefyeler bulunan kızlı erkekli gençler ile ölümüne çarpışıyorlar. Bütün bu çatışmalar nedendi. Her kafadan farklı sesler çıkıyor. Kimisi vatanı böldürmeyeceğiz, kimileri de haklarımızı alacağız, hendekler ve benzeri gibi söylemlerde bulunuyorlar. Roni olmadıktan sonra, ne yapayım vatanı. Sevdiğim, küçük yüreğimi hoplatan, tir tir titreten Roni. O benim yalnızca vatanım değil, aynı zamanda her şeyim. Roni’yi özledim. Çatışanlara kızıyorum. Onların çatışmalarından dolayı, bu genç yaşımda amansız bir şekilde gönlümü kaptırdığım o tatlı bakışlı, kıvırcık saçlı, ince çeneli Roni’yi göremiyorum. Yüreğimdeki bu ezikliği, dayanılamayacak derecede olan eksikliği, bilmem hangi bölünen-bölünmeyen vatan, al veya yeşilli, sarılı bayrak, olmadı istenen daha fazla haklar giderebilir. O fırtınayı kim dindirebilir. Cehennem ortamına kim huzur ve barışı getirip, diyarımızı cennet eyleyebilir. Günlerdir açık yeşil gözlerim Roni’nin çizik çizik kestane rengi gözleri ile buluşamadı, birbirimize tatlı tatlı bakamadık. Acaba durumu nasıl? Şu an ne yapıyor? O da beni bu kadar çok ve artık dayanamayacak kadar özledi mi? Odamın penceresinden sürekli Menzil Cami yanında evleri bulunan Roni’nin mahallesini gözlemliyorum. Şimdilik sakin gibi gözüküyor. El ele tutuşma gibi bir lüksümüz olmasa da, bir daha Cizre Caddesini boydan boya gözlerden ırak birlikte adımlayabilecek miyiz?
         Hiç ama hiç bir şeyi biçare kalakalıp, bilmiyorum, anlamıyorum. Kurbağa görünümlü askerlere ve şalvarlı gençlere için için kızıyorum. Bütün bu acıları çekmemize, aç-susuz kalmamıza, evlerimize günlerdir hapsedilmemize, kuytu bir yerde Roni’nin elini gizliden tutmaya, gözlerinin içine durmaya ve bütün bunlara engel olmalarına, kimin ne hakkı var. İnsanların öldürülmesi, kanlarının büyük bir acımasızlık ile oluk oluk akıtılmasına, çoluk çocuk, genç yaşlı ve kadın demeksizin yoksul insanları öldürme hakkını kimin için, ne için ve hangi kutsal görünen amaçlar için kendilerinde buluyorlar. Elbette hayatta hiç ama hiç bir olgu, bir damla insan kanından daha kıymetli olmamalı. İnsan olabilmenin gerekliliği; bir karıncanın tek bir ayağını dahi incitmemek ve bir ağacın dalını koparmamakken, yıllar yılı kardeşçe barış içinde yaşamanın yerine, karşı karşıya gelip, düşmanlık, kin ve nefretle can almak nice bir insanlıktır, şaşırıp kalıyorum.
         Roni’yi çok özledim. Saçları kıvrıla kıvrıla daha da uzadı mı acaba? Yer yer çıkan sakalı ve bıyıkları gürleşti mi acaba? Hala heyecanlandığı zaman gözlükleri buğulanıyor mu? İnce uzun parmaklı elleri titriyor mu? Küçük Prensi ve Dostoyevsky'nin İnsanciklar'ını bir kez daha hayranlıkla okudu mu? Bu çatışma ortamı en kısa zamanda bitmeli. Eskisi gibi tekrar Roni’nin güzel gözlerinde kaybolmalıyım. Bu coğrafyada dünyaya gelmeyi ben seçmedim. Tamamen benim istemim dışında gelişti. Bu diyarda doğmuş olmak suç olmamalı. Roni ile Cizre Caddesini, yüreklerimizde tatlı ürpertilerle adımlayabilmeliyiz. Buna ne kurbağa görünümlü askerler, ne de şalvarlı gençler engel olmalılar.
         Okuluma gidemiyorum. Babam dükkanını açamıyor. Evlerimiz yıkılıyor, bombalanıyor ve her gün yoksul insanlar toprağa al kanlarını akıtıyorlar. Bunun önüne geçilmeli. Daha fazla bu cehennem hayatı devam etmemeli. İnsanlar yerlerinden, yurtlarından oluyorlar. Açlık ve sefalet diz boyunun çoktan daha üstlerine tırmanıp, insanlığı ahtapot gibi sarıp sarmalıyor. Okullar, hastahaneler, evler, camiler yıkılıyor, insanlar ve hayvanlar ölüyor, taş taş üstünde kalmıyor. Boncuk boncuk dökülen göz yaşları dinmiyor. Anne ve babaların yürekleri parçalanıyor.
         Ben on yedi yaşında, açık yeşil gözlü, Roni’ye gönlünü kaptırmış olan, Şırnak’lı bakkal Hüseyin’in ve güzeller güzeli annem Asiye’nin yüreğinin yükü sevda olan kızı Serdıl. Ben insan görünümlülere, bütün bu gayri insaniliğe neden olanlara ve sus pus seyirci kalan Tanrıya küskünüm. Belki de buradan, kendi toprağımızdan göçüp gitmek zorunda kalacağız. Hayatım, arkadaşlıklarım, çocukluğum, cümlelerim, okulum, gamzeli gülüşüm, yüreğimin atışı, mutluluğum, karnımdaki kelebeklerin uçuşu yarım kaldı. Kardeşim Sidar’ın saklambaç oyunu yarım kaldı. Saklandığı evimizden bir daha çıkıp, arkadaşlarını sobe yapamadı.
         Sarı bukleli saçlarımı korkusuzca taramak, bahçeye çıkıp ters lalelere su vermek, bütün çiçekleri tek tek okşamak, aralarındaki yaban otlarını temizlemek istiyorum. Kimseler yerinden yurdundan olmasın. İnsanlar perişan. Artık kırık olmayan bir camın ardından doğayı, doğan güneşe gülümsemek, sokaktaki kedi ve kopekleri doyurmak, komşumuz Sultan Nene'nin alış verişini yapmak, tomurcuklanan ağaç dallarını, açmaya başlayan çiçekleri, renga renk kuşları, kelebeklerin kanat çırpmalarını, bir uğur böceğinin balkonumuzdaki açelyaya konuşunu, karıncaların askeri bir nizamla yüklü bir ganimete doğru yönelişlerini, ayın doğuşunu, güneşin batışını, sokakta huzurlu bir yaşamı, simitçileri, çığırışları ile seyyar satıcılarını ve insanların yüzünde gülücükleri gözlemlemek istiyorum. Güzellikleri hiç bir güç gasp edip, elimizden almamalı.  Kimseler bu güç ve haklılıkta olmamalı. Bu derin yara daha fazla deşilmeye gelemeyecek durumda. Aslında, sevginin kendisi hem vatan, hem de bayrak. Ve ben Roni’yi çok ama çok özledim. Kalbim hüzün dolu. Roni’yi çok seviyorum. Beni mazur görün lütfen, Şırnak’lı genç bir aşığım.



Amsterdam, 24 Mayıs 2016  

10 Mayıs 2016 Salı

KURTLU KIRMIZI ELMA



KURTLU KIRMIZI ELMA

         Cam kırıkları ile dopdolu, acılara gark olmuş olsa da, yüreklerimizi; pür telaş süt beyaz bir güvercin edası ile kanat çırpıp, pır pır ettiren, alıp verdiğimiz nefes değildir aslında. Kalplerimizdeki asıl depremleri oluşturan, kana kana yudumladığımız ve zelal bir pınar suyu misali doymak nedir bilmediğimiz, O bal gözlü sevgiliye duyduğumuz devasa büyüklükteki aşkın kendisidir. Ve yine tarifsiz hazdaki o güzelim aşktır ki, kalbimizi Anadolu’lu Karacaoğlan’ın sazının telleri gibi coşku ile titretenin de, sevdadan başkası olmadığıdır.
          Nasıl da ince, inim inim bir sızıdır aşk. Alıp götürür, pamuk öbekleri bulutlarda kanatlandırır, uzun uzadıya gezdirir. Sonrasında yumuşacık bir inişle tekrar ayaklarınızı toprağa değdirir. Bizden öncekiler “ateşten bir gömlek” olduğunu söylemişler. Aşkı iliklerine kadar yaşayan elbette böyle olduğunu görür ve kabullenir. O anı, kişiyi, bakışı, edayı, nazı veya buna önayak olacak bir hareketi karşılaştığın kişide görmeye gör, bütün bedenini bundan sonrasında yakıp, kavuracak olan, kendini elinden çekip alamayacağın söz konusu ateşten gömleği üzerine giydiğin an olur.
         Duydunuz mu? Minik, hem de minnacık bir serçe öttü. Yağmur sonrası yumuşak topraktan kıvrım kıvrım çıkan  solucanı kaptığı gibi yuvasındaki yavrularına koşturdu. Yuvada alabildiğine bir hengame, telaş. Cik cik de cik cik. Solucan da, serçe de birer canlı, onlar dünyaya ait ve dünya da onlara. Yalvarırım kulak vermeye devam edin, dillendirilmeye çalıştığı aşkı siz de dinliyor olacaksınız.
         Efil efil esen rüzgarın ardından, çisil çisil yağan yağmur çiçek tarlasındaki bütün gülleri boncuk boncuk ıslattı. Binlerce gül arasında boy veren deve dikeni de ıslandı, yağmur damlaları dikenlerde asılı kaldı. Aynı kaderi ertesi gün bıçkınlanan güllerle deve dikeni de yaşadı ve onların arasında kayboldu. İhale usulu ile tesadüfen satın alındığı güllerle birlikte deve dikenini de gören çiçek dükkanın sahibi Rıfkı, diken deyip atmak yerine, onda ayrıksı bir güzellik buldu. Deve dikenini kırmızı güllerin arasına karıştırıp bir buket yaptı. Çok geçmeden eşi Birgül Hanıma yirmi gül sunmak isteyen Erol Bey tezgahtaki deve dikenli buketi ilginç bulup, gülleri aldı. Erol Bey evinin kapısını tıklattı, karşısında yirmi gülü gören Birgül Hanımın çehresinde alabildiğine tatlılıkta bir gülümseme, hiç  gitmeyecek gibi gelip yerleşti. Birgül Hanım arasında deve dikenin saklı olduğu güllerle Erol Beye sarıldı. Kapı aralığında uzun uzadıya öpüştüler. Evlerine aşk gelip baş köşeye bağdaş kurdu. Güller arasında saklı deve dikeni dünyaya aitti ve dünya da O’na.
         Boğumlu bedeni ile tırtıl, bu isim altındaki kimliği ile zerdali ağacının kıvrımlı dalında son adımlarını atıyor. Maviş bir kelebeğe dönüşmesine ramak kaldı. Kanatlarının güzelliği evrene tarifsiz bir güzellik katacak. Doğa maviş kelebek ile dengesini bulduğu bütünlüğüne kavuşacak. Evren bir aşk daha çoğalacak. Kelebeğin kanatlarının maviliğinde denizi, gökyüzünü ve aşkı göreceksiniz. Pır pır edip, yaşayacağı topu topu iki ya da üç gün. Yeni yeşilimsi veya sarımtırak boğumlu tırtıllar kelebeklere dönüşecek. Korkumuz olmasın, aşk bütün güzelliği ile sürekliliğini devam ettirecek. Kelebek dünyaya ait ve dünya da O’na. Sevdanın ömrü kelebeğin ömrü kadar olmayacak, nöbeti başka kelebekler devir alacak. Evren yeni kelebek kanatları ile yeniden renklenecek.
         Minnacık bir kurtçuk direngen mücadelesinin sonunda Memo’nun bahçesinde karısı Sultan’ın dört gözle kızarmasını beklediği ve sonrasında dalından koparıp, gül desenli fistanının eteği ile silip, iştahla ısıracağı elmanın kabuğunu nihayet deldi. Derin bir nefes aldı, ardından aheste aheste elmanın kalbine doğru tekrar yol aldı. Al elmayı yuvası eyledi. Al elma hayli albenili, ateş kızıllığında aşkı çağrıştırıyor. Sultan “gayrık yeter” beklediğim deyip, bütün kızıllığı ile kopardı O’nu sımsıkı tutunduğu daldan. Elma Sultan’ın fistanın gülleri ile cebelleşmesinin ardından, bir parça halinde ve beraberindeki kurtçuk ile üst üste beyaz ve sert kemik benzeri cisimlerden darbeler aldı. Birlikte ezik, büzük, biçare yuvarlandılar Sultan’ın iç organlarından oluşan, bir bilinmeze kör ve ıslak bir karanlığa doğru. Elma tatlı, kırmızı ve belki de kurtçuk ile daha bir lezzetliydi. Kızıllığında aşk vardı. "Al elma, gönül alma." Kurtçuk dünyaya aitti ve dünya da O'na, ama bu kerteye kadar.
         Dışarıda hafiften çıkan rüzgar, çok geçmeden sökün edecek yağmurun habercisi. Bahçede bulunan zerdali, iğde, dut, kiraz, nar, elma ve erik ağaçlarındaki bütün yapraklar, defalarca hışırtılı bir gürültü dahilinde sallandı. Karanlık iyiden iyiye çöktü. Uyku vakti gelip, çattı. Aşk zamanıydı şimdi. Memo pembe boyalı yatak odasının lambasını söndürdü. Sultan çoktan kızıl elmayı sildiği güllü fistanını çıkarmış, soyunup ilk günün heyecanı ile yatakta kocasını bekliyordu. Yıllarca birbirlerinden uzak kalmışlar gibi, büyük bir özlemle sevişmeye başladılar. Loş karanlıkta, kuş tüyü yorganın altında, ikisi kıllı dört adet el şehvetle iki ayrı bedenin dört bir yanında hızla dolandı. Bir anda Memo’nun karanlığından, Sultan’ın karanlığına milyonlarca sperm ulaştı. Maratonu sadece farklı olmak gayesi ile bir buket çiçek alan spermcik kazandı. Yağmur damlaları hızla art arda cama vurmaya başladı. İki yorgun beden tatlı ürpertilerle sırt üstü yan yana düştü. Ve geçen günlerin ardından şampiyon spermcik, mis kokulu çiçek buketinin sunumundan sonra, Sultan’ın karanlığındaki yumurtalardan birine aşık olup, O'nunla sımsıkı kucaklaştı. Küçücük bir embriyo oluştu. Bu mucizevi oluşumda dillere destan bir aşk vardı.  Embriyo dünyaya aitti, dünya da O’na. Dokuz ay ve dokuz günlük zorunlu bir evrenin ardından, berrak bir su damlası güzelliğinde gök gözlü bir kızları oldu ve adını "Sevda" koydular.
         Bir kez daha yineleyecek olursak, sol göğsümüzün altındaki kızıl elmanın narin tellerini titreten, aldığımız nefes değil. Kalbinize konçertolar çaldıran sevgiliye duyduğumuz aşktır. Kalbimizde depremler oluyor. Ve karnımızda tırtıl olmayı geride bırakan maviş, pembiş, zümrüt ve yakut bi dolu kelebek uçuşuyor. Kurtçuklar elmaların içinde dolanıyor, tırtıllar yeni kelebeklere dönüşüyor, spermler nemli karanlılarda yol alıyorlar, dünya dönüyor ve aşk olanca tadı ile devam ediyor.



Amsterdam, 10 Mayıs 2016 

CHARLOTTE CAFE Annem, bildim bileli hasta, ömrü böyle geçti diyebilirim. Lakin bu kez hayli ilerlemiş olan yaşı ile artık uzatmaları oynuyo...