11 Temmuz 2019 Perşembe

KINALI





KINALI


“Sen yine de benden yana,
ferah tut yüreğini.
Benim hüznüm,
yakasından eksik etmez çiçeğini..."       Metin Altıok

Yaz ortası. Boğucu sarı sıcak dört bir yanda kol geziyor. Gün, ışıl ışıllığına çoktan kavuştu. Ay bir kez daha küskün, pılısını pırtısını topladı. Buruştura buruştura muşmulaya dönüştürdüğü güzel yüzünü düşürüp bir yerlere seyirtti. Bu küçük şirin sahil kasabasının çıkışına yakın, genişçe bir düzlükte, safir deniz sularının bir sigara içimi uzağında, sarı boyalı, tek katlı büyükçe bir ev. Taş örmeli geniş bahçe duvarlarının üzeri dikenli tellerle çevrili. Görünürlerde bahçede ve etrafta kimsecikler yok. Bir tek serçeler hareket halindeler. Sohbetlerine de diyecek yok. Ağaç dallarının birinden diğerine kısa "pır pır uçuşları" ile konuyorlar. Evin bahçesinde meyve ağacı olarak kalın gövdeleri kireçle boyalı beş zerdali ağacının beşini de güneşi gören tarafları kırmızıya çalan, yumurta sarısı zerdaliler basmış. Bahçe duvarının dipleri bakımlı, birbirinden alımlı rengarenk çiçeklerle bezeli. Ağaç dalları zerdalilerin ağırlığından "Buyursunlar efendim, hoş geldiniz. Sefalar getirdiniz." türünden yerlere doğru eğilmelerle kırılacaklarmış gibi görünüyor. Boğumlu dallardaki zerdaliler, yoğunlukları ile adeta üzüm salkımı görünümünde.
Bahçe avlusunun orta kısmında yer alan evin kapısı çok geçmeden usulca aralandı. Gül desenli eteğin altında aheste atılan adımların bahçeye getirdiği ev sahibesi Melek Hanımdı. Beraberinde Berfe de vardı. Bahçede akasya ve asmalar ile örtülü kamelyaya yerleştiler. Birkaç tane buz attığı kızılcık şerbetinden bir yudum aldı. Kırışıklara meydan okuyan kapalı göz kapaklarını aralayıp Berfe’ye baktı. Berfe'yi kendisini süzer buldu. Derinden olanca sevecenliği ile ona;
“Canımm…” deyip göz kırptı. Yetmişli yaşların basamaklarını tırmandığı bu zamanda Berfe’den başka da kimsesi kalmamıştı. Güngörmüş, kültürlü, bilgili, alımlı, pozitif enerjili ve asil bir kadındı. Artık yaşlanmaya yüz tutmuş canının özü bir tek oğlu vardı. Murat. O da yıllarca önce evlenmiş, Melek Hanımın yedi yıl kadar önce yerleştiği bu sahil kasabasına değil, eşi ile birlikte uzaklara, İstanbul’a yerleşmişti. Geçen yıllar oğlunu baba kılmayınca, Melek Hanım da torun sahibi olamadı. Bu güzellikten ve duygudan da mahrum kaldı. Güzelliğini tadacağını umduğu bütün beklentileri yarım kalakaldı.
Hafiften esen ılık bir rüzgârla zerdali yüklü dallar sallandı, yapraklar bir ağızdan hışırdadılar. Bütün bahçeyi buram buram yasemin kokusu sardı. Melek Hanım havaya savrulan kurşuni saçlarını, nar kırmızısı ojeli ince uzun parmakları ile düzeltti ve ardından meyveyle dolup taşan dallara baktı. Gözleri, parmağından hiç çıkarmadığı kocasının hatırası,  manevi değeri çok olan pırlanta ve ortası yakut taşlı antika yüzüğe takıldı. Dolgun, yine nar kırmızısı rujlu dudakları ile hafifçe tebessüm etti. Kocasının evlilik teklifinde bulunduğu o an, dizlerinin üzerinde masumca çöküşü, bu yüzüğü uzatması, titrek bir sesle; "Benimle hayatı paylaşır mısın?" diye sorması, kendisinin art arda "Evet... Evet... Evet..." demesi ve sonrasında olabildiğince sıkıca birbirlerine sarılmaları gözlerinin önünden saniyeler içinde çarçabuk geçti. Buğulanan gözlerinden yanaklarını okşayan iki damla gözyaşı boncuklar halinde biçimli çenesine doğru kaydı. Yüreğinde hoyrat ayaklar tarafından ezilmiş bir gülün hüznünün benzerini hissetse de, bunu Berfe'ye belli etmemek için bir çırpıda toparlanmaya çalıştı. Ola ki, görür diye; tez elden hiçbir şey olmamış gibi yüreğinin ezincini bir tarafa koyup, bütün şirinliği ile gülümsedi.
Gözlerine inanamıyordu. Bu yıl çok bereketliydi. Bunca zerdaliyi ne yapacaktı? Kimseler de yoktu ki onlara dağıtsaydı. Olmadı bir kısmını kurutur, birazını reçel yapar ve arta kalan yüklüce miktarını da konu komşuya dağıtırdı. Kendisi ne kadarını yiyebilirdi ki, taş çatlasın yıl boyunca iki-üç kilo kadar. Berfe de yemezdi. O bir kınalı keklikti ki, kekliklerin zerdali yediği görülmüş şey değildi.
Berfe'si ile baş başaydı. Birbirlerinin rüyalarında yaşıyor gibiydiler. Bütün sıkıntılarını derin bir hüzünle akan bir suya anlatır gibi bir tek ona anlatıyordu. Berfe de onu usluca dinleyip, üzüntüsünü paylaştığını belirtmek için kınalı tüylerin kapladığı pençesi ile toprağı eşeliyordu. Yine ol hikâyesini sil baştan anlatmaya koyuldu. Asıl önemlisi, bitmek tükenmek nedir bilmeyen, kendisini tamamen savunmasız bırakan yalnızlığı canına tak etmişti. Altından kalkılacak gibi değildi. Bir uğrak verip selam veren Allah'ın tek kulu yoktu.
Eşi matbaacı Sefer Bey evliliklerinin üzerinden on beş yıl kadar geçmişti ki, yakalandığı amansız bir hastalık sonrası çarçabuk dünyaya gözlerini kapadı. Sadece dünyaya değil, Meleğine de gözlerini kapadı, veda etti ve onu bir başına yapayalnız koydu. Dünyaya veda etmekle kocası onların birlikteliğinden vazgeçmiş oluyordu. Acımasızca; "Hoşça kal canımın içi hoşça kal/ Hoşça kal gözümün nuru hoşça kal/ ........./Vakit tamam/seni terk ediyorum." dedi. Tam da ona ihtiyaç duyduğu, yanında ve kendisine her yönden destek olmasını beklediği, elini sıkıca tutmasını, gözlerinin derinlerine bakmasını istediği bir zamanda ardına bakmadan çekip gitmişti.
Onunla birlikte olmak belki de vaat edilen cennetti. Lakin bu mutluluğu kısa sürdü. Bulunduğu cennetten Adem ile Havva misali kovuldu. Oysa hiçbir suç veya günah işlememişti. Pür ve kar gibi aktı. Bırakın yasaklı elmayı yemeyi, bahçesindeki zerdalileri bile yiyemiyordu. Bütün suçu güzelliklerden, insanlıktan, eşitlikten, hak ve hukuktan yana mı olmaktı? Ömrü boyunca bu insani değerler için mücadele etmemiş miydi? Bilemiyordu. Bu muammanın içinden çıkamıyordu. Bu cennetin tek meyvesi oğulları ki, Sefer Beyin ölümünden sonra hem annelik, hem de babalık ettiği Murat anacığını diz boyu vefasızlığı ile kırk yılın başında bir kez arıyordu. Oğlunu gözünden sakınır, yemez yedirir, ona en iyi koşulları sağlamak için yaralı bir serçe misali çırpınmıştı. Yeter ki iyi olsun, yeter ki o mutlu olsundu. Nerede yanlış yapmıştı, bunun cevabını bulamıyordu. Canı sağ olsun, yeter ki acılarını görmesin o da kendisine yetiyordu. Ona özlem duyarak kendisi acı çekse de olurdu. Bu nedenle sol yanında hasretle pır pır atan kalbi alabildiğine hicrandı. Bu uzak sahil kasabasında canından öte canı, arkadaşı, sırdaşı, yoldaşı ve biricik dostu Berfe’den başka kimi kimsesi yoktu. Her yanı kınalı, onu anlayan, dinleyen ve üzüntüsünü paylaşan yüreği büyük, küçük bir cana sığınmıştı.
Melek Hanım hüzünlü bir anlatımı takip eden matemli bir bakışla elini Berfe’ye uzattı. Tepeden tırnağa onun rengârenk, parlak ve kaygan tüylerini uzun uzadıya okşadı. Berfe sahibesinin bir somun ekmeği sıcaklığındaki ellerinden yayılan şefkati, bedeninin bütününde hissetti ve hoşlukla mayıştı, teslim oldu. Sonrasında Melek Hanımın badi parmağına uzun uzadıya yanağını sürttü. Mutluluktan bir iki öttü. Kafesini doğru gitti. "Bir arkadaşa bakacağım." der gibi yeniden kapısı açık olan kafesten çıktı. Ayçiçeklerinin, sardunyaların, hanımelilerin, mor salkımların, yaseminlerin ve mis amber kokulu kızıl güllerin arasında birkaç kez volta attı. Sonrasında cam parlaklığındaki minnacık gözlerini, Melek Hanımın boncuk mavisi gözlerine dikti.
Etrafta kuş cıvıltıları dışında büyük bir sessizlik hakimdi. Melek Hanım her gün olduğu gibi birazdan Berfe’ye yine kitap okuyacaktı. Bugün sıra Kum Kent Öyküleri adlı kitaptan, önce Kör Zewe ve sonrasında bir kez daha Mujik ile Tujik öykülerini okuyacaktı. Berfe’ye daha önce defalarca Mujik ile Tujik adlı iki kirpinin aşkını anlatan öyküyü okumuştu. Berfe bu öyküye bayılıyordu. O nedenle onu mutlu etmek için okunan her öyküden sonra, bir kez daha bunu okuyordu. Mujik veya Tujik’in adını duymaya görsün hemen Melek Hanımın yanı başına bitiyor, “çuk… çuk… çuk…” diye bir kaç kez öttükten sonra gagasını yanlamasına sahibesinin dizine koyuyor ve pür dikkat dinliyordu. Belki de Mujik’e âşık olmuştu. Berfe’ye göre doğrusu Tujik şanslı diken yumağı dişi bir kirpiydi. Görünen o ki; Berfe öyküdeki Mujik’e karşı minik yüreğinde platonik bir aşk barındırıyor ve bu sevda onu ondan alıyordu.
Berfe can kulağı ile dinliyor, bir yandan Kör Zewe’nin öyküsüne hüzünleniyor, bir yandan da Mujik ile Tujik’in aşkını kıskansa da, bir an evvel Melek Hanımın okuyacağı iki kirpinin büyülü aşkına kulak vermek için sabırsızlanıyordu. Akşamın alaca karanlığının bastırmasına az bir zaman kaldı. Var olan koşullarla yaşamanın tadını çıkarma yoluna gitmekten başka çareleri yoktu. Berfe heyecanlı, Melek Hanım da şen şakrak gördüğü dostunun bu halinden mutlu oluyor ve yüreğindeki matemi kovmaya çalışıyordu.
Beklenen alaca karanlık zerdali ağaçlarını da içine alacak şekilde dünyanın büyük bir kısmını kapladı. Melek Hanım ve Berfe bir kez daha araladıkları evlerinin kapısından içeri daldılar. Pencerelerden lambaların loş ışıkları dışarı süzüldü. Bahçe sessizliğe teslim oldu. Ağaç dallarındaki serçeler başka bahçelere doğru hızla kanat çırptılar. Küskün ay, gecenin ilerleyen saatlerinde yüzünü buruşturmalarla çıktığı seyahatinden döndü. Mehtap derin uykudaki Melek Hanım ve Berfe'nin sarı boyalı evini sevgili gibi yeniden sarıp sarmaladı.



Amsterdam, 11 Temmuz 2019

CHARLOTTE CAFE Annem, bildim bileli hasta, ömrü böyle geçti diyebilirim. Lakin bu kez hayli ilerlemiş olan yaşı ile artık uzatmaları oynuyo...