22 Kasım 2019 Cuma

TOHUM






TOHUM

Camili Köyü'nde ve dünyanın diğer pek çok diyarında tan yeri bir kez daha aynı anda ağardı. Şafakla birlikte söken güneş, aynı zamanlama ile yeryüzüne yaydığı ışınlarını ve saçtığı onlarca rengi acele etmeksizin yeniden topladı. Sonrasında Paşa Dağı'nın zirvesinin ardına saklanmalarla kayboldu. Ekim ayıydı. Kibarlığını üzerinden atmayan Sonbahar itina ile fazla rahatsızlık vermeden kapıyı tıklatmaya başlamıştı. Pullukların yardımı ile altı üstüne getirilen ve bozkıra boylu boyunca yayılan binlerce dönüm tarla, şehvetli bir dişi misali, gelecek yıl da yeni bir hasat almak üzere buğday ve arpa tohumları ile buluşturulurken, topraktan yılın son buğuları da dumanlar halinde göğün maviliklerine karışıyordu. 
Tıraşsız yüzleri, tütünden sarıya çalan dişleri, buruşuk giysileri ve dağınık kaşlarına doğru çekiştirdikleri şapkaları ile Camilili erkekler, padişahlar gibi koltuklarına kuruldukları kırmızı, sarı, yeşil ve mavi renklerdeki traktörlerinin ardına bağladıkları mibzer, tohum ve gübre ile doldurdukları Topal Memet imalatı römorkları ile babadan oğula kalan tarlalarından gün kararırken evlerine dönüyorlardı. Hasat sonrası çalışmaya ara verilen işlerin ardından, yeniden hummalı bir çalışmanın içindeydiler. Umutlar tükenmiyordu.
İki kız, iki oğlan babası Salih de traktörü ile Kemikli Kuyu mevkiindeki tarlasından dönüyordu. Bu yıl tohumu biraz daha sık ekti. Gübreden de kaçınmak istemedi. Traktörünün üzerinde, “hobılı hobılı” sallantılar ve apansız takındığı bir zafer edasıyla tozu dumana katarak Camili Köyü’nden içeri girdi. Oysa o, daha biraz önce Kemikli Kuyu’da bulunan tarlasından bu yana yol boyu çocuklarını aklından bir bir geçirmekle meşguldü. Bu zafer edası da olmadık yerde, nereden çıktı? Kendisi de anlayamadı. Duygu ve düşüncelerinin geçişleri çok ani olunca de şaşakaldı. Eve yaklaşması ile birlikte pos bıyıklarının altında geniş bir gülümseme kendiliğinden belirdi.
Evet, çocuklar büyüdü. En büyük kızı yedi yaşındaki Fatma bu yıl okula başladı. Fatma’nın hareketlerinde ne yazık ki, biraz ağırlık söz konusuydu. Köyde onun yaşıtları çatır çatır Türkçe konuştukları halde, onda bu konuda hiçbir ilerleme yoktu. Oysa okulda mutlaka Türkçe konuşması gerekiyordu. Yoksa okula gitmesinin bir anlamı elbette olmayacaktı. Yarım yamalak konuştuğu Kürtçe ile bir yere varamayacağı gün gibi aşikârdı. Bu nedenle okula başlamış olsa da; Fatma biraz değil, tersine çok problem yaratacağa benziyordu. Diğer kardeşleri daha küçük olmalarına rağmen, onlardaki gidişat fena sayılmazdı. Söylemeye dili varmıyordu ama kızındaki bu engeli galiba istese de, istemese de kabullenmek durumundaydı. Acaba bir doktora falan mı götürseydi! Bu darlıkta da doktora gidip gelmeler epeyce masraflı olacaktı. Bunun faydasını görüp görmeyecekleri de belli değildi.
Salih kızına siyah önlük, kenarları dantelli süt beyazı yaka, dalgalı kömür karası saçlarına takması için nar kırmızısı toka, bir çift kırmızı rugan kundura, askılı sırt çantası, defter, kalemtıraş ve renk renk silgili kalemler aldı. Fatma okula gidecek ve okuyacaktı. En geç, iki yıla kalmaz, yakınlarındaki ilçe Kamanlıların konuştuğu gibi kaba değil, İstanbul Türkçesi ile bülbül misali şakıyacak ve bu uçsuz bucaksız bozkırda yer alan Kürt köylerinde parmakla örnek olarak gösterilecekti.
Salih traktörü evinin önüne çekti. Mibzeri çözdü. Kapıda onu karısı Site ve kızı Fatma karşıladı. Yorgun adam kızından günlerdir ayrı kalmışlarcasına uzun uzun sarıldı. Toprak kokulu parmaklarını kızının dalgalı saçlarında gezdirdi. Site elleri yana yana tereyağlı bulgur pilavı tenceresini acele ile yer sofrasının yanına koydu. Mis gibi tereyağı koktu. Salih bir anda çok acıkmış olduğunu fark etti. Midesini ovuşturdu. Sofraya oturmak için sabırsızlanıyordu. Bulgur pilavını hızla ağzına doğru götürüyor ve bir yandan da sofrada yanına oturan Fatma'ya Kürtçe sorular sorup, onunla konuşuyordu.
“Aferin kızıma benim. Bugün okula mı gitmiş? Benim güzeller güzeli akıllı kızım. Türkçe hangi kelimeyi öğrenmiş bakalım?” Fatma, zeytin gözlerini yere indirdi. Ağlamaklı bir sesle;
“Ben Türkçe bilmiyorum ve okula da gitmek istemiyorum. Herkes bana gülüyor. Benimle alay ediyorlar. Ahmet öğretmen de Türkçe bilmediğim için beni sürekli dövüyor. Okula gitmeyeceğim, Türkçeyi de bilmiyorum ve öğrenmeyeceğim de.”
Fatma anne ve babasının zoru ile ileride İstanbul Türkçesi ile şakıyacak olan kızlarının parlak geleceğinin kesintiye uğramasının önüne geçmek maksadı ile onu zorla okula gönderdiler. Fatma’nın parlak geleceğinin heba edilmesine göz yumamazlardı.
Bütün hafta boyunca yaz aylarını aratmayan bir pastırma yazı yaşanıyordu. Camili diyarı yaklaşık bir haftadır günlük güneşlikti. Tohum ekiminin neredeyse sonuna gelindi. Yukarı mahalleden Halil’in ekilmedik iki parça tarlası kaldı. Traktörler ve mibzerler gerekli bakımları yapılıyor ve sonrasında da yeniden garajlarına çekiyorlardı. Onlar üzerlerine düşeni yerine getirmişlerdi. Bundan sonrasını Allah’a havale etmekten başkaca yapılacak bir şey yoktu.
Herhangi bir fırtına çıkmaz, düzenli olarak da rahmet yağarsa yüzlerini güldürecek bir hasat elde edeceklerdi. Böylelikle yeniden dağ gibi biriken borçlar ödenecek, sevdalıları birleştiren düğünlerle kızlar ve delikanlılar evlendirilecek, üst baş alınacak, kışa hazırlık yapılacak ve stokta azalan erzaklar doldurulabilecekti. Aksi halde diz boyu perişanlık kapıda demekti ki, bunun düşmanlarının dahi başına gelmesini istemiyorlardı.
Pastırma yazı devam ediyordu. Fatma, anne ve babasının diretmesi ile yeniden mezarlığın yakınında bulunan Camili ilkokulunun yolunu tuttu. Fatma’nın da artık ilim irfan öğrenmesinin zamanı gelmişti.
Derse her zamanki gibi on dakika kadar geç kaldı. Sınıf kapısının tıklatılmadan açılması ile herkes gelenin Fatma olduğunu anlamakta gecikmedi. Sınıfta bulunan kırk üç çocuğun ve Ahmet Öğretmenin başı Fatma’ya doğru güneşe dönen ayçiçekleri misali bir anda döndü. Çocuklar bir ağızdan kikirdemeye başladılar. Ahmet Öğretmenin sinirleri kısa bir sürede tepesine çıktı.
“Susun diyorum size. Kesin sesinizi. Hepinizi falakaya yatırmayayım. Fatma, hemen geç yerine otur. Bir daha da derse geç kalma. Bu son olsun. Yoksa seninle külahları değişiriz.” Öğretmenin söylediklerinden Fatma hiçbirini anlamadı. “Külahların değişimini” diğer çocuklar da anlamamışlardı. Oysa ne Fatma’nın başında ne de Ahmet Öğretmenin başında değişecek külah vardı. Olsa bile Fatma’nın külahı öğretmenin kafasına nasıl olacaktı ki?
Fatma yerine oturdu. Öğretmen tahtaya alfabedeki bütün harfleri büyük ve küçük halleri ile yazdı. Daha sonra da kısa hecelerle harfleri birleştirdi. Önce kendisi ve sonra da bütün sınıfa hecelemelerini söyledi. Fatma hariç bir ağızdan;
“Gel, al, ye, ev, su, şu, bu, ve…” diye bağırdılar. Fatma’nın arkadaşlarına katılmadığını gören Ahmet Öğretmen onun yanına geldi.
“Fatma kalk.” diye çıkıştı. Ama kalkmadı. Oturduğu yerden öğretmenin söylediğini aynı şekilde tekrarladı.
“Fatmaa kaaalk…” dedi. Bütün sınıfta bir kahkaha tufanı koptu. İyice heyheyleri gelen öğretmen kendisini tutamadı ve Fatma’ya hiç beklemediği bir anda tokadı yapıştırdı. Yanağı alevler içinde al al olan Fatma ağlamaklı oturmaya devam etti. Elini sızlayan yanağına götürdü. Ne yapacağını şaşırdı. Ahmet Öğretmen Fatma’nın tek kelime Türkçe anlamadığını gördü. Çaresiz kalmıştı. Sil baştan ona bu dili nasıl öğretecek ve bunun altından nasıl kalkacaktı. Bu imkânsız gibi gözüküyordu.
Merakla tekrar Fatma’nın yanı başına geldi. Yanağının sızlaması devam eden Fatma olduğu yerden kalkmadı. İstifini bozmadan yanağına elini bastırmaya devam etti. Ahmet Öğretmen yüksek sesle yeniden çıkıştı.
“Eşek Fatma…” diye bağırdı. Önce bir sessizlik oldu. Bütün cesaretini toplayan Fatma elini yanağından çekti. Aynı şekilde;
“Eşşşek Fatmaaa…” diye uzata uzata o da bağırdı. Sınıfta önüne geçilemeyecek ikinci bir kahkaha tufanı koptu. Ol sinirleri kel tepesinde toplanan Ahmet Öğretmen eline aldığı cetvelle, gözleri dönmüş bir halde sıraları tek tek dolanıp, korku içinde titreme ile açılan her minik avuca hızla ikişer kez vurdu. Sıra Fatma’ya gelince ona iltimas geçti. Fatma öğretmeninin kendisine vurmadığını görünce çok mutlu oldu. Artık öğretmeninin kendisini sevdiği duygusuna kapıldı. Fatma mutluydu ve ertesi gün sınıfın kapısını en erken açan o oldu.
Güneş zaman zaman gökyüzüne yapıştırılan pamuk öbeklerinin ardına kısa anlarla saklansa da, varlığını iyice hissettirmekte diretiyordu. İlerleyen zamanla birlikte daha önceleri de olduğu gibi Paşa Dağı’nın ardına önce saklandı ve sonrasında da kayboldu. Bozkır toprağının buğusu dindi. Pastırma yazının daha kaç gün devam edeceği belli değildi. Ama şu da var ki; varsın İstanbul Türkçesi de “bundan kelli” ol kendisini Camilili Fatma’dan kollasındı. Şimdilerde o günden bu yana aradan elli yıl kadar bir zaman geçti. Fatma'nın İstanbul Türkçesi ne denli gelişti, bilinmez. Bu konu da araştırmak yapmak isteyen olursa, varsın, buyursun araştırsın!


Amsterdam, 23 Kasım 2019



12 Kasım 2019 Salı

MOLİTYALI





 MOLİTYALI

"Yarayla alay eder,
Yaralanmış olan.
Bak nasıl da
Sararıp soluveriyor
Tanrıça kederlerden.
Sen çok daha
Parlaksın çünkü.
Sen tüm göklerdeki
Yıldızların ilki.
Sen aydınlatırsın geceyi"

Shakespeare - Sen Aydınlatırsın Geceyi

Daracık ömrümde; durmaksızın zamana atılan çentiklerle, yaşım başım fütursuzca bir danışıksızlıkla aldı yürüdü. İyiden iyiye kabardı yaşım. Herkesler gibi dur diyemedim. Başı köpüklü bir ırmak misali geçip giden ömrümün coşkulu debisinde sıkıntılar, yüreğime yapışan keder kenesi, özlem, acı, hoşluklar, tutunulacak küçük-büyük mutluluklar ve benzeri irili ufaklı güzellikler de yok değil. Yaşlı ve yorgunum artık. Ama bitkin değilim.
Mevsim bir kez daha yaz ortası. Torunlarımı görmeye gidiyorum. Kızım Pervin, bir oğuldan farksız sevdiğimiz damadımız İkram ve çocukları ile birlikte bulunduğum kasabadan otuz kilometre uzaklıkta başka bir kasabada yaşıyorlar. Torunlarımın biri kız ve diğeri de oğlan. Kıvır kıvır sarı perçemli, maviş gözlü kız torunumun adı Pelşin. Dokuz yaşında. Kürtçede yeşil yaprak anlamına geliyor. Bütün dileğim adı gibi hep yeşil ve canlı kalmasıdır. Oğlan torunumuzun adı ise Filinta. Yedi yaşında henüz. İsmi ile müsemma. Güzel mi güzel bir çocuk. Hem anne hem de baba alışılmış olmayan böylesine güzel isimlerden yana karar kıldılar. Doğrusu bu isimlere ilk başlarda alışmak kolay olmadı. Lakin zamanla benimsiyor ve alabildiğine kanıksıyor insan.
Yol üzeri uğradığım devasa zümrüt bulutlardan oluşan ormanda huzur veren bir sessizlik hâkim. Yerden ağaçların köklerinden itibaren yosun benzeri yeşillikler ağaç gövdelerini sarıp bütünü ile kaplamak istiyor. Etrafa taze yeşil yapraklar serili. Güneşten çıkagelen bütün renkler, ağaç dallarının ve yapraklarının yoğunluğu arasından hüzmeler halinde ormanın dört bir yanına serpiştiler. Beklenmedik bir anda ormanın dışından kümeler halinde gelen serçeler yeşilin bin tonunun serpiştirildiği güzellikler arasında telaş içinde kayboluyorlar. Kelebekler kanatlarının muhteşem renkleri ile var olan yelpazeye ayrı bir zenginlik katıyorlar. İnsanda ağırca bir yük olan gamı silip süpüren ormanda duyduğum hazdan çatlıyorum. Kendimi almak ne mümkün. Uzun süre burada sıkılmadan kalabilirim. Solunan her nefesle birlikte ciğerlerime tarifsiz bir huzur doluyor.
Dupduru yüzlü Eşim Gül Naz’ı dört yıl önce kaybettim. Amansız bir hastalığa yenildi, benim iğde kokulum. Avucuma aldığım sıcacık elini, benden aldı. Ellerim yapayalnız, acemice ve yek başlarına kalakaldılar. Bilemezsiniz, nasıl severdim onu. Yokluğuna alışmak ne mümkün. Onca zaman geçti, hayali her daim buğulu yaşlı gözlerimin önünde. Gül Naz her an sadece benim görebildiğim minik bin bir periye dönüşüyor gözlerimin önünde, omuzlarıma, saçlarıma, ellerime, kaşlarımın üzerine ve bütün bedenime konuyor. Kâh sol kulağıma, kâh sağ kulağıma usulca fısıldıyor. Bense bakmakla yetiniyorum, incitir bir yerlerine zarar veririm diye dokunamıyorum. Vurgunu olduğum, bakmaya doyamadığım, beni benden alıp götüren yosun gözleri, kendisine müthiş bir hoşluk katan gamzeli çehresi ile gülümseyip;
“Oldu mu ya şimdi? Üzülmek yok dememiş miydik Nihat’ım? Yelkenleri hepten suya indirmişsin yine. Üzülmekle beni de üzüntüye gark ettiğini biliyorsun. Oysa kavlimiz böyle değildi! Yapma, etme be canım. Bak her daim yanındayım, sana geliyorum. Bana hep derdin. ‘Gülen az Gül Naz.’ Sen de o çoğunluktan olma. Ne olur. Hadi bana, insanlara, kurda, kuşa, ağaca, dala, otlara, dikenlere, çiçeklere, solucana, kirpiye, kaplumbağaya, hayata ve bütün dünyaya gülümse.” diye usulca kulağımın dibinde seslendiğini duyar gibi oluyorum. Yüzümdeki bir gülümseme uzun süre donup kalıyor. Alabildiğine dalgın ve kederliyim. Sen yoksun!
Evet, torunlarıma gidiyorum. Yol kıyısında durduğum ormanlık alanda arabamı durdurdum, usulca geldim, büyükçe bir taşın üzerinde oturuyorum. Dalıp dalıp gitmelerdeyim. Gül Naz’ım bin minik peri halinde etrafımda uçuşuyor. Nasihat eyledikten sonra geldiği gibi gitti. Birazdan tekrar çıkagelir. Biliyorum, gönlü razı gelmez. Yalnız koymaz o beni.
Ormana hafiften bir imbat rüzgârı doluştu. Yüzümü, gözlerimi kırçıl bıyıklarımı hepten yalayıp geçti. İyi de oldu. Biraz olsun serinletti. Az ilerimde ben yaşlarda sakallı bir adam belirdi. İyice yaklaştı. Yüzünü daha iyi seçebiliyorum. Temiz ve bakımlı bir ihtiyar, aynı zamanda şık giyimli ve de uzunca boylu. Siyah takım elbiseli, beyaz gömleğinin üzerinde kırmızı kravatı sarkıyor. Yaklaştıkça yüzündeki hoş gülümsemesi iyice belirdi. Selam verip iki metre ileride başka bir taşa oturdu. Adeta sessizliğin içinden süzülüp gelmişti. Çok geçmeden daha öncesinden tanışıyormuşuz gibi muhabbetle tokalaştık, tanıştık. Etkilendim.
Adının Sermo olduğunu söyleyince, şaşırdım. Böylesi farklı bir ismi duymamış olmanın şaşkınlığının yüzüme yayılmasıyla başladı anlatmaya.
“Nihat Bey ben komşunuz ve aynen bunun gibi bir dünya olan Mellikka adlı yaşanabilir gezegenin Molitya ülkesinden geliyorum. Sizin bulunduğunuz bu dünya da dahil olmak zere ayrı ayrı isimleri olan ve insanların ikamet ettiği elliden fazla diğer gezegenin çoğunun büyük ülkelerini ve şehirlerini gezip gördüm sayılır. Yaşım el verdiği müddetçe de gezip görmeye devam edeceğim.” Yüzümdeki şaşkınlığın belirginliği abartılı bir şekilde ayyuka çıkmış olacak ki, anlatımına ara verip o da şaşkınlıkla benim yüzüme baktı.
“Anlattıklarım sizi şaşırtmış olmalı. Şaşıracak bir şey yok. Bütün bunlar artık bilinen şeyler. Hayatın olduğu elliden fazla dünya da diyebileceğimiz çeşitli gezegenle arasında iletişim kuruldu. Artık kimseler kendi kabuğuna çekilmiş durumda değil. İmkânları olan her insan gezegenler arası seyahate başladı. Ben de onlardan biriyim. Bugüne değin duymamış olmana şaşırmadım. Çünkü bu çok daha yeni. Yakın zamanda gezegenlerimiz arası ithalat ihracat da yapılacak. Her türlü bilgi alış verişi zaten çoktandır gündemde. Yalnız şu da var ki; örneğin biz Mellikalılar, dünyalılardan çok daha ileriyiz. En önemlisi de bizde savaşların hiç ama hiç olmamasıdır. İnsanlarımız arasındaki gelir dağılımında, adalet, eğitim, sağlık ve barınma gibi konularda gözle görülür bir farklılık yoktur. Edindiğim bilgilere göre buralarda gidişat pek de berkemal değil. Dünyadaki hangi ülkeye gidilebilir, nerede savaş yok gibi bir araştırmaya girdiğimizde ortaya çok da iç açıcı sonuçlar çıkmadığından, gönül rahatlığı ile bu diyarlara gelinmiyor. İpin ucunu epeyce kaçırmış gibisiniz. Kalpleriniz adeta sevmeme birikintisi ile dopdolu. Çok anlamsız. Daha çok edinme hırsınızdan, kelimenin tam anlamı ile birbirinizi yiyip bitiriyorsunuz.”
Çok uzunca bir vaazdı. Aniden sustu. Sükûnetle dinlemek zorunda kaldım. Gıkım dahi çıkmadı. Neye uğradığımı şaşırdım. Duyduklarıma inanmalı mıydım? Oluşan sessizliğin ardından bütün bunları bir anda düşünedururken. Yüzüme dikkatle baktı.
“Nihat Beyciyim neden bu kadar müteessirsiniz? Bir mahsuru yoksa sorabilir miyim acaba?” diye sormayı da ihmal etmedi. Artık bir cevap vermeliydim. Kekeleyecek gibi oldum. Ama dilini yutmuş numarası da yapamazdım.
“Ben… Ben dört yıl kadar önce eşimi kaybettim. Onun yokluğuna alışamıyorum. O her an aklımda. Siz çıkagelmeden önce de oturduğum bu taşın üzerinde onu düşünüyordum. Belki de bunu sezinlediniz.”
“Anlıyorum. Ama belki de sevgili eşiniz hala hayattadır. Mesela bizim Mellikka’ya gezmeye gitmiş olamaz mı? Oradan da başka gezegenlere seyahate çıkmıştır belki. Siz hiç üzülmeyin bana eşinizin adını soyadını yazın şu kâğıda. Ben iki gün sonra bizim ülkemiz Molitya ve bütün Mellika’da sizin için araştırırım. Bana adınızı, e-mail ve telefon numaranızı da yazın lütfen. Sizinle bu konu hakkında en kısa zamanda irtibata geçeceğim. Tanıştığımıza çok memnun oldum. Kafanıza takmayın. Yüreğinizi karartmayın. Özellikle de ‘zülfüyârenize, yani ince telinize dokunmayın.’ olmaz mı? Bu tel bu tel bir kere kopmayagörsün, bir daha onaramazsınız. Bana müsaade. Hadi kalın sağlıcakla.” deyip, bilgilerimi yazdığım kâğıt parçasını havada sallaya sallaya uzaklaştı. Çokça yudum kelam eyledi ve gözden kayboldu. Telaffuzunda zaman zaman hatalar da olsa Türkçesi iyi sayılırdı. Şaşırdım kaldım. Türkçeyi nerede öğrenmişti? Merak ettim.
Her şeyi ve herkesi bir anda unutmuştum. Ne kadar da nazik ve kibar bir adamdı. Ben ise adeta “dumura uğramıştım.” Ne yapacağımı ve ne diyeceğimi bilmeden taşın üzerinde uzun uzadıya kıpırtısız bir heykel gibi oturdum.
Nice sonra afacan bir sincabın daldan düşürdüğü at kestanesinin başıma düşmesi ile ayıldım. Başım çok da acıdı. Ama bunu pek de kale almadım. Yola çıkmıştım bir kere, gidip torunlarımı görmeliydim. Beni bekliyorlardı. Gitmemezlik edemezdim.
En nihayetinde torunlarım, kızım ve damadımla sarmaş dolaş olduk. Daha önceki gelişlerimde en az bir hafta kadar kalıyordum. Fakat bu defa en fazla bir gün kaldıktan sonra bir yolunu bulup eve dönmeliydim. Mellika gezegeninden Molityalı Sermo’nun anlattıkları aklımın her zerresine perçinlenmişlerdi. Bunları kızıma ve damadıma anlatamazdım. Anlamazlardı. Büyük ihtimalle onlar da hayatın var olduğu, başka insanların barış ve huzur içinde yaşadığı bu gezegenlerden veya başka dünyalardan bihaberdiler. Bu yaşlı halimle Sermo’yu ve anlattıklarını onlara söylesem, beni haklı olarak “tefe koymaları” kaçınılmazdı. En iyisi bu konuyu hiç açmamalıydım ve bir an önce eve gidip, Mellika’ya gitmek üzere bütün hazırlıklarımı yapmalı ve Gül Naz’ımı bir an evvel bulmalıydım.


Amsterdam, 12 Kasım 2019 

CHARLOTTE CAFE Annem, bildim bileli hasta, ömrü böyle geçti diyebilirim. Lakin bu kez hayli ilerlemiş olan yaşı ile artık uzatmaları oynuyo...