28 Aralık 2015 Pazartesi

ATEŞ



ATEŞ

"Tanrı görmesin harflerimi
İnsan bir hata diyor durmadan
Ve hatasını düzeltmek için
Acı veriyor
Sadece acı."


Bejan Matur


Hızla geçip giden onlarca bin yıla karşın, Dünyalıların “kelebek ömrü” yaşamlarında; insanlık kavramı bütün zorlamalara karşın keşfedilemeyenlerden olmaktan kurtulamadı. İnsan diye adlandırılan çeşitli renk, ırk, inanç, kültürel ve etnik farklılığı barındıran beşerin; kıyısından, köşesinden, yüreğinden, elinden, beyninden ve de şiş göbeklerinden, bu ulvi kavram adına bir şeyler her daim eksik kalakaldı, bu anlamda bir çentik atılamadı. Gelinen noktada, ateş yeniden mi bulunmalı acaba diye, düşünmeden edemiyor insan. Bir de yeniden, sil baştan yeni ak sakallı peygamberler buyur edip gelecekse; bu kez sakallı olmayan, tıraşlarını güzelce olmuş, mis amber kokularını sürmüş, saçlarını taramış, erkek olmaları da şart değil hani, tercihen alımlı, güzel Tanrıça Afrodit gibi bayanlar olmalı belki de. Tekerlekler menzile tam gaz dönedururken, içinde insani yaptırımların bulunduğu, yeni altın varaklı kalın kitaplar da inmeli mi dersiniz? En son bin beş yüz yıl kadar önce gelip, insanlara Arap çöllerinden işmar eden peygambere kadar, gelenlerin bugüne değin anlatımlarının ve sağlık verdiklerinin, görünen o ki pek de faydası olmamış gibi. Gösterilen yolda, bir arpa boyu gidilmediği de görülmeli artık. O nedenledir ki, şimdilerde çok yeni ve oldukça farklı şeyler söylemenin zamanıdır. Kızıl ateşin aydınlığının ve sıcaklığının biteviye sönmemesi için, avurtlarımızı zurna veya saksafon çalanlar gibi şişirip şişirip, kuvvetlice üflemeli, şavkı gözlerimizi kırpıştıran o muhteşem kızıl güzelliğin kuş misali elimizden kaçıp, gitmesine mahal verilmeden, kor alevler yeni kuru odunlar ile beslenmeli.

Olur ya, gelmelerine gereksinim duyulursa, yeni gelen peygamberler çok farklı nutuklar atmalı. Mesela Tanrının hiç te anlatıldığı gibi cehenneminin olmadığını. O nedenle kimselerin kara katran kuyularına atılmayacağını. Kazanlarda tamtamlar çalıp, kimselerin yanmayacağını, insan bedenlerinin soslanıp, mangal partilerine malzeme olmayacağını anlatmalılar, Kim ne yaparsa yapsın, ne günah işlerse işlesin, salt yaşamı ve yaptıkları doğrultusunda insanlık, onur ve haysiyet çıtasının kertesini, kendi başının dikliği için, daha yukarılara kaldıracağını söylemeli belki de. Korku ile sevginin bir arada olamayacağı belirtilmeli. Tanrının yamyam olmadığının altı çizilmeli. Cehennem diye bir kavramın olmadığı, Tanrının, insanlığın yaşadığı bu gezegenin ilk önce cennete çevrilmesini istediği, doğanın korunması, dünya güzelliklerinin gelecek kuşaklara miras olarak bırakılıp, har vurup harman savrulmaması gerektiği, rant uğruna her şeyin mübah görülmemesi insanlığa ince ince anlatılarak iletilmeli elbette.
Ateş yeniden bulunmalı. Bulunan ateş harlanmalı. Var olan bütün ışıklar yakılmalı. Güneş bütün renkleri ile doğmalı. Kör karanlık aydınlatılmalı. Büyük insanlığın, büyüklerinin baş danışmanlığına belki de “Küçük Prens” mi getirilmeli. İnsanlığa “görmenin göz ile değil, bunun bir yürek işi” olduğu kavratılmalı.
Mesela Nazım yeniden sevda ve aşk şiirleri yazmalı. “Salkım söğütler ağlayıp, karalar bağlamamalı” gayrık. “Bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi birlikte-kardeşçesine yasanmalı. Bursa’da havlucu Recep’e, Karabük’teki fabrikada tesviyeci Hasan’a, fakir köylü Hatçe Kadına, ırgat Süleyman’a, sana, bana, düşünen insana ve de vatana kimseler düşman” olmamalı, “dolaşbilmeli, hem de elini kolunu sallaya sallaya, bu memlekette ve de tüm dünyada, en şanlı elbisesi ile, yani işçi tulumu ile hürriyet.”
İnce Memet atını incitmeden mahmuzlayıp, yalnızca Çukurova'yı, Anavarza’yı değil, dünyayı, dört nala bir baştan bir başa koşturmalı. Abdi Ağalar kovulmalı dünyamızdan. Memed’ler ince veya kalın olsunlar fark etmez, tarlalarını sürüp, Hatçe’lerini atlarının terkilerine alıp, rahvan yürümeliler. Şair Hasan Hüseyin’in de dizelerinde haykırdığı gibi; Hatçe’ler “çok şükür çok şükür büyüseler de, hem Hatiş olmalılar, hem de istiyorlarsa komünist bile olabilmeliler,” özgür ve hür bir dünyada. Dört bir yanda beyaz güvercinler uçuşmalı.
Güney Yılmaz’lar ki; “kendisinden başka herkesin üzüntüsünü, üzüntüsü, acılarını acıları yapmışlar.” O nedenle hayat kendilerine mutlu olma şansını çok görmemeli. İnsanlığın, “dünyanın öbür ucunda, hiç tanımadığı birisinin gözyaşına içi parçalanabilmeli.” Belki de kediler için ağlandığı, kuşların yası tutulduğu” zaman insan da olunur, insanlık da yeniden keşfedilir.
Ateş yeniden bulunmalı. Tekerlekler hızla dönmeye devam etmeli. Hamingway’in eseri (silahlara veda), insanlar gerçekten de insan ise, film olarak kalmamalı, silahlara gerçekten veda edebilmeli. Aram Tigran’ın dediği gibi tank, tüfek ve toplardan cümbüş yapılmalı. Veysel’in gözleri iyileştirilip, “yürüdüğü ince ve uzun yolu,” asfaltlanıp genişletilmeli belki de. “Sadık yari kara toprağa” bakan gözlerle kavuşmalı Şatıroğlu Veysel. Gönlü alınıp, özür dilenip, küsüp gitmesine müsaade edilmemeli Ertaş Neşet. “mezar arasında harmanın olmayacağı” sözüne kulak verilmeli. “İki büyük nimet olan, anaların ve yarların” kıymeti bilinmeli, her ikisinden de vaz geçilmemeli.
Dostoyevski’nin insancıkları, fakir memur Makar Devushkin, sevdiği uzak akrabası Varvara Alekseyevna’ya sevda mektupları yazmaya devam etmeli. Aşkları dallanıp budaklanmalı ve meyvelerini vermeli. Bu ölümsüz sevgi, salt mektuplaşma düzeyinde kalmamalı. Makar sevdiceği Varvara’nın yumuk ellerini tutup, gözlerinin içine bakarak aşkını, “meleğim, anacağım, Varvara’m” diyerek açıklayabilmeli. Bu kor alevlerle yanan sevda da finalini yaşayabilmeli.
Keza Ahmet Arif; Leyla Erbil’e “Oy sevmişem ben seni” diye, haykırırken; yazıktır, günahtır, şair yüreği platonik bir aşka gark olmamalı. Leyla’sı da aynı tonda ve sevecenlikte avazı çıktığı kadar haykırıp, “ben de seni seviyorum, lo lo  Kürt uşağı” diyebilmeli. Ahmet Arif’in o nadide duygu yüklü yüreğine dokunabilmeli, bazı şeyler yarım kalmamalı.
Mem û Zin, Ferhat ile Şirin, Leyla ile Mecnun sevdalarını doyasıya yaşamalı. Aşkları için zindanlarda ölmelerine, dağları delmelerine, ne de mecnun olup, çöllerde kaybolmalarına gerek olmamalı.
Ateş yeniden bulunmalı. Dönen tekerlekler, dünya çocuklarını alıp, Güney Afrika’ya götürmeli. Şen şakrak çocuklar, dans ederek, dedeleri Madiba’nın ellerini öpmeliler. Apartheidlerin köküne kibrit suları dökülmeli. “O güzel insanların, o güzel atlara binip gitmelerine” bir daha asla müsaade edilmemeli artık. İnsanlığı keşfeden bu güzel insanların mirası olan insanlık bir tarafa atılmamalı. Bu güzelim, kır çiçeklerinin buram buram koktuğu, ferah, aydınlık yolda kendine yakışır değerlere, kendini keşfetmeye doğru, peygamberlere gereksinim duymadan ilerlemeli insanlık.

Ateş yeniden bulunmalı. Hızla dönen tekerlekler, insanlığı daha iyi insanlar olmaya doğru taşımalı. Bu newroz ateşi dünyayı ipil ipil aydınlatmalı, kızıl alevler insanların yüreklerini ısıtıp, güzelliklere doğru akıp, gitmelerine teşvik etmeli. 
Sonuç olarak, pek de pembemsi olmayan kan revan içindeki hazin tabloya rağmen, yine de bir türkü mırıldanmakta fayda var gibi.
"Ah bir ataş ver cigaramı yakayım.
Sen salın gel ben boyuna bakayım."




Amsterdam, 28 aralık 2015

16 Aralık 2015 Çarşamba

MIRMIR IN HOLLAND

MIRMIR IN HOLLAND

Bin bir türlülüğünün yanı sıra, bir o kadar da ihtişamlı rengi barındıran lalelerin, kanalların ve yel değirmenlerinin ülkesi Hollanda’da yaz mevsimi yok denecek kadar az sürüyor. Temmuz ayının ortaları olmasına rağmen, sıcak ve ışıl ışıl bir güneşin hakim olduğu gün yüzünü bu yıl da görmedik. Yaz aylarında böyle olduğu halde, kış mevsiminde de sabahın olmadığı da başka bir gerçek. Bugün Temmuz ayındaki o sıcak ve pırıltılı ender günlerden biri. O nedenle günü bir kuş misali elimden kaçırmaya hiç niyetim yok. Kahvemi aldım ve yirmi metre kareden oluşan bahçeme gelip, emektar hasır sandalyeme kendimi attım. Çok önemli değil elbette, nasıl desem, kahvemi nasıl içtiğimi merak ettiğinizi sanmıyorum, ama belki de bilmek istersiniz diye, kulağınıza fısıldayayım mı? Sade. Kahvemi merak etmiyor olabilirsiniz, ama beni yavaş yavaş merak ettiğinizi sezinliyor gibiyim. Kimim, erkek miyim, kadın mı, kaç yaşındayım, adım ne ve takip edegelen sorular. Belki de “Hayır canım, nereden çıkardınız, ne diye merak edeyim.” de diyebilirsiniz. Hakkınız var.
Bahçem rengarenk ve yemyeşil. Kutu gibi olsa da, var olan alanın uygun yerlerine kuytu ve köşelere olabildiğince çok birbirlerini etkilemeyecek, bir renk harmonisi ve ahengi oluşturacak şekilde çiçekler ektim. Çiçekleri de merak ettiniz değil mi? Evet, şimdi çiçekleri fısıldama sırası. Malumunuz Hollanda’da olduğumu ilk başlarda söyledim. Laleler ilk akla gelenler tabi. Yüzlerce lale, ben pek çoğunun adını öğrenemedim. Bakın burada kapı yanındaki sol köşeden itibaren pembe ve kırmızı olanları var. En sevdiğim lale türü ise papağan dedikleri tür. Diğer adı ile “parrot” lalesi. Değişik renk ve şekillerde. Çiçeği tırtıllı, tam açılmamış ama büyük bir yumru gibi, dolu dolu. Bahçemdekilerin rengi pembe. Papağan lalesinin yanı sıra benim favori lalem, endemik süs bitkilerinden olan Hakkari’nin başı karlı ve bulutlu dağlarında yetişen “ters lale”. Ne yazık ki, bahçemde bunlardan yok. Onları yetiştirmek diğerlerine göre zor olsa gerek. İsimleri genelde latince ama size burada bulunan bir iki tane de kırmızı lalemi tanıtayım. Bakın gördünüz mü bu “Brunello”. Kıpkırmızı değil mi? Bence laleden çok bir gülü daha çok andırıyor. Ve bu da “cefè noir,” yani benim siyah kahvem. Ne güzel değil mi? Gelin gelin sizi ilginç bir lale ile daha tanıştırayım.
Ukalalık gibi algılamayın lütfen. Niyetim salt bu güzellikleri, bu gökkuşağını andıran renk şölenini sizinle paylaşmak. Şimdi sıra sarı kızlarımda. Siyah kahve lalesinin yanındaki sarışın da, bir papağan cinsi. Adı Hamilton. Çiçek yaprakları ne kadar da dikenli dikenli. Dokunun dokunun korkmayın, elinize batmazlar, sadece oldukça sivri tırtıllılar. Ama nasıl da güzel ve sarılar değil mi? Bu sarışın da mı kim? Bunun adı Texas Flame, yani Texas alevi. Sarı gibi görünse de, saçlarına yer yer kırmızı röfleler attırmış gibi değil mi?
Lale bölümümüz bitti. Bundan sonrası hem renk hem de çiçek türü olarak karışık. "cemali güzeller" ile başlayalım mı?. Gördüğünüz gibi sarı, mavi, beyaz bütün renklerden varlar ve iç içeler. Ya bu mor mor "hanım düğmelerine" ne demeli. Nasıl da alımlılar değil mi? Hanımlardan bahsetmişken, bunlar da “hanım sallandı” çiçekleri. Renklerindeki canlılığı görüyor musunuz. Bu güzellik anlatılamaz ki. Gel gelelim “mümüdük” çiçeğine. Aman Tanrım nasıl da mor mor ve salkım salkımlar. Şaşırıp hayran kalmamak elde değil. Baş döndürücü kokuları ile yaseminler, ballı babalar. "Fare kulakları" çiçekleri, masmavi ve dimdik. Daha sonra "ak yıldızlar, çan çiçekleri," ah güzelim "süsenler", muhteşem "peygamber çiçekleri," kar misali bembeyaz dökülen "çoban yastıkları." Bakın bu "kır sümbülünü" mutlaka görmeli ve koklamalısınız. Safir taşı gibi, derin mi derin bir mavilik, okyanusa dalar gibi bir şey. Kırların sümbülü olur da, koca dağların sümbülü olmaz mı? İşte bunlarda başlarında ihtişamlı taçları ile kraliçeleri andıran, "dağ sümbülleri." Pembiş "sütleğenler."  "Hanım elleri;" bembeyaz, narin, ince, estetik, hoşlar ve insanın içini bu kadar çarçabuk ısıtmasını kim öğretti bunlara? "Newroz" çiçekleri. Bunların çizimini tanrı mutlaka ressam Van Gogh’a yaptırmıştır. Yapraklarına serpişen sarıya bakarsanız siz de bana katılırsınız. Nasıl sizce de değil mi? Yine sarı sarı "karahindibalar." Minik minik beyaz "müge" çiçekleri. "Aslan ağzı" çiçeklerine ne dersiniz. Krem rengini andırsalar da, daha çok açık sarı değil mi? Ve son olarak da benim canım “unutmabeni” çiçeklerim. Maviliklerinde pek iddialı olmasalar da, güzellikleri unutulacak gibi değil.
Umarım sizi sıkmamışımdır. Size bir kahve dahi sunmadım. Çiçeklere daldık gitti, yani güzelliklere. Kusuruma bakmayın ne olur. Ne kadar kötü bir ev sahibiyim. Buyurun şöyle oturun, yordum sizi. Biraz önce unutmabeni çiçeklerini gösterirken, kendimi tanıtmayı unuttuğumu hatırladım. Ben Sude hanımın kedisi “Mırmır”. Yalanlarıma aldanmayın. Öyle sade kahveler falan da içtiğim yok. Sude hanım çok içiyor, ben de O’na özeniyorum. Hatta bir keresinde Sude Hanım mutfağa gitmişti ve fincanın dibinde çok az kahve kalmıştı. Güzel sahibem bu kadar çok sevdiğine göre ben de şuracıkta tadına bakayım dedim. Bakmaz olaydım, kahvenin berbatlığına mı yanarsınız, Sude Hanıma yakalanmama mı. Sude Hanımdan ne kadar çok memnunum bilemezsiniz. O kadar hanım hanımcık ki. Kahve içmeme kızıp, terlik falan da atmadı tabi. Sadece garipsedi ve şaşkınlıkla baktı. Telaşlandım, fincanı devirdim. Kalan kahve olduğu gibi kar beyazı tüylerime döküldü. Tüylerimden söz açmışken, kendimi çok beğenirim. Güzelliğim Allah vergisi. Gözlerimin güzelliği dünyanın dört bir yanında konuşulur. Çünkü ben bir Van kedisiyim. Vaktimin çoğunu ya bahçedeki çiçeklerin arasında, ya da cımbızım olmasa da aynanın karşısında geçiririm. Pembe, uzun, ince dilimi çıkarır, bütün tüylerimi tek tek tarayıp, temizlerim. Sude hanım gibi gözlerime sürme çekmeme gerek yok. Güzellikleri malumunuz. Bu konuda mütevazi olmamı beklemezseniz sevinirim. Sude Hanım gözlerine sürmeler çekse de, O’nun da gözleri oldukça güzel. Masmavi derin denizler gibi. Baktığınız zaman bu deryalara, eğer yüzme bilmiyorsanız daha fazla bakamazsınız. Boğulacağınız hissi çok geçmeden gelir sizi bulur. Ardından kendinizi mahcup bir eda ile yere bakar bulursunuz.
Yıllarca önce Türkiye’den buralara kaçmak zorunda kalmış. Şimdilerde altmışlı yaşlar da. Dedim ya hala çok ama çok güzel, "cami de mihrap da yerinde duruyor," hem de dimdik. Hiç bir deprem çatlak dahi oluşturmamış. Ülkesinde gazetecilik yapıyormuş. Bana anlattığı kadarı ile; bir eylül günü asker postallarının sesi ülkenin dört bir yanında duyulur olmuş. Ardından tank sesleri ve her yeri ölüm kusan silahların gölgeleri kaplamış, bütün ülke topraklarında bir şiddet sarmalı hakim olmuş. Sude Hanım şanslıymış bir yolunu bulup, bu laleler, kanallar ve yel değirmenleri ülkesine gelmiş. O barbarca işkencelere maruz kalmamış. Beni beş yıl önce bir arkadaşı ile daha ben yavru iken getirtti. Hayal meyal hatırlıyorum. Uçak denen o devasa kuşlardan birine bindiğimizi ve midemin berbat bir halde bulandığını hatırlıyorum. Ben bildim bileli her gün ve her an yazıyor. Bu yüreğini yıldızlara asmış olan kadın, bütün gün ne yazar ben de bilmiyorum. Yazdıklarından bazılarını bir gün olsun bana okumadı, fikrimi sormadı. Oysa beni ne kadar da çok sever. Yazarken çoğu zaman beni alıp, masasına bilgisayarının yanı başına oturtur. Gözlerime bakarak yazmaya başlar, tabi ben de baygın baygın O‘nun gözlerine.
Size bahçede bir sürü birbirinden alımlı ve mis kokulu çiçek gösterdim, sizleri onlarla tanıştırdım. Ama asıl çiçeğim ile henüz tanıştırmadım. Evet benim en güzel çiçeğim. Bakın dış kapıyı açıyor ve içeri giriyor.
Mırmır… Neredesin kızım? Ben geldim.”
Miyav… miyav.” Evet bu gelen Sude Hanım. Çok güzel değil mi? Anlatımımın ne kadar da eksik kaldığını gördünüz mü? Size bir sır da vereyim mi? Galiba son zamanlarda sevdiği bir adam da var. Kıskansam da, O'nun hayatta daha da mutlu olmasını istediğim kadar, hiç bir şeyi istemiyorum. Sude Hanım mutluluğu hak ediyor, çok mutlu olsun. Lalelerin arasında, kanal boylarında, yel değirmenlerinin etrafında, sevdiğinin kolunda ve tabi ben de kucağında olayım ve sülün gibi dolanan çok mutlu bir kadın olsun.
Tüylerimi okşar mısınız? Korkmayın, tırmalamam. O kadar da vahşi değilimdir, Övünmek gibi olmasın, Van'liyim dedim ya. Sizi öpebilir miyim?





Amsterdam, 16 Aralık 2015 




13 Aralık 2015 Pazar

PİRO





PİRO

Yaşı kemale erdiğinden olacak, çok yüksek olmasa da tepeleri tırmanmakta, artık bir hayli zorlanıyordu. Oysa belalı başında kavak yellerinin esmekte olduğu zamanlar, değil bu Pur yaylasının kıçı kırık yüz metrelik tepesini; binlerce metre yüksekliğinde, geçit ve adamı saklayıp ele vermeyen sarp dağları, ay ışığında şavkı yüzlerce metre ileriden görülen mavzeri, omuzundan çapraz beline doğru uzanan sıra sıra inci gerdanlıklar gibi dizili domdom kurşunları, kafasını dimdik tutan boynuna sarkıttığı dürbünü, ayağında İzmir efelerinin körüklü çizmeleri ile uçurumları ve kayalıkları bana mısın demez, bir ceylan misali sekerek çıkardı. Şimdilerde ise kendisini adeta kabuğuna iyice çekilmek zorunda kalan bir kaplumbağa gibi, kimsenin etlisine sütlüsüne karışmaz, "bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın" diyen, miskin bir ihtiyar gibi yaşıyordu.
Henüz yirmili yaşlarda iken kanun ile ters düştü. Hiç istemediği bir öldürme olayında, kendisini savunmak zorunda kaldığından elini İstemeden kana buladı. Olay sonrası çok geçmeden tasını tarağını toplayıp, terki diyar edip, gözlerden ve gönüllerden hayli ırak gitti. İç Anadolu bozkırındaki Kürt köylerinden kaçışı, onu güneyde Çukurova’ya kadar getirdi. Önceleri bölgede dağa çıkan bir kaç eşkıyanın yanında yer aldı. Her defasında kısa aralıklarla eşkıyaların adamı olmayı ret edip, ayrıldı. Çok geçmeden kendine bağlı gözü pek adamlarını toplayıp, başına geçti.
Etekleri neredeyse Akdeniz’den çıkagelen Toroslar, Bolkar, Tahtalı, Ala dağlarının zulalarında saklanıp, kendisini güvende hissettiğinde düzlüğe indiği Anavarza kayalıkları ve Çukurova büklerinde uzun yıllar, “dediğim dedik” hüküm sürdü. Vicdanı hiç bir zaman gaddarlıktan yana olmadı. Zalimin yanında bir dakika olsun yer almadı. Yanındaki adamlarına ve çevre halkına karşı her daim adil olmaya çalıştı. Paylaşımdan büyük mutluluk duydu. Bir kaç kez çatışmalarda hafif sıyrıklar ile postu deldirdiyse de, bedeninin direngenliği ile kefeni her defasında yırttı. Elinden geldiğince mazlumun, fakir-fukaranın, savunmasızın ve halkın yanında yer alarak bu yalçın dağlara adını Kürt Piro Ağa olarak yazdırdı. Yöre halkı, Kürt Piro Ağa ismini her zaman büyük bir saygı ve minnetle andı. Torosların eteklerinde ve Anavarza toprağında yaşayan börtü böcek, bir birinden güzel öten bin bir kuş, kayalıkların üzerinde av peşinde fır dönen kartallar, burcu burcu kokan olabildiğince albenili kır çiçeği, deve dikeni, kengerler, çiğdemler, çamlıklar, mersin ağaçları, kıvrıla kıvrıla süzülen yılanlar, solucanlar, kertenkeleler, kaplumbağalar, tavşanlar, tilkiler, sırtlanlar, kurtlar, çakallar ve bilumum canlı; kendilerini Kürt Piro Ağa’nın koruması altında buldular. Torosların eteklerinde toprağı üzerinden atıp fışkıran, güneşe merhaba diyen her çiçeğin başında dakikalarca durur, onları koklar, kızlarım diye incitmeden okşar ve mis kokularını ciğerlerinin derinliklerine hapsedercesine çekerdi.
Oysa şimdilerde, Philips marka transistörlü radyosunu sırtlanıp, Pur Yaylasının yirmi haneden oluşan yerleşim yerinin karşısındaki tepeye tırmanırken ıhlayıp pufluyordu. Artık yetmişli yaşlardaydı. Yirmi yıl önce çıkan bir genel aftan faydalanıp, sarp dağlardan düzlüğe inip, insanlarının arasına katıldı. Önceleri, sanki ayakları yere basmıyor gibiydi. Yaşama yeniden katılıp, adapte olmakta oldukça zorlandı. Göstermelik bir askerlik sürecinin ardından, baba ocağına döndü. Ne yazık ki o yokken, Anne ve babası da ölmüşlerdi. Cenazelerine dahi gelememişti. Beşikte bırakıp gittiği köyündeki bebekler, büyüyüp askerliklerini tamamlayıp, nişanlanmışlar, evlenmişler ve çoluk çocuğa karışmışlardı. Uzun bir eşkıyalık serüveninin ardından, erken yaşta kocasını kaybeden Zerya ile konu komşu aracılık yapıp, Piro’yu baş göz ettiler. Yaşı ilerlemiş olmasına rağmen pek de şikâyetçisi olmadığı bu evlilikten, pırıl pırıl iki oğlu ve bir kızı oldu.
Pur Yaylası’nın tepesinin doruğuna ulaştığı zaman oturacak düz bir taş aradı. Bir çalılığın arkasına saklanan büyükçe düz bir taşı yerinden kaldırıp uygun bir yere atıp, ayaklarını yaya yaya oturdu. Akşam karanlığı iyiden iyiye çöktü. Alabildiğine berrak görünen gökyüzünde yer yer parlak kırpılmış yıldızlar salınırken, ay gümüş renginin tüm tonları ile çıkageldi. Piro radyosunun düğmelerini tütünden tamamen sararan boğumlu parmakları ile çevirdi. Radyodan art arda anlaşılmaz gürültüler geldi. Uzun bir uğraşıdan sonra Erivan radyosunu bulduğu zaman, ellerini çekti. Radyoyu kendisine doğru sağ ayağının dibine koydu. Erivan radyosunu ancak bu yükseltide dinleyebiliyordu ve Ayşe Şan çok içli bir sesle “Salıho” stranını (Kürtçe türkü) söylüyordu. Elini pantolonunun cebine daldırıp, gümüş tabakasını çıkardı ve Zerya’sının saçlarını andıran bir tutam altın sarısı tütün alıp, sardı. Tütün genzini yaksa da Saliho stranının melodisi yüreğini yaktığı için bu daha baskın geldi. İlkel yapılı yayla evlerinden sönük ışıklar süzülüyordu. Ayşe Şan'dan sonra neşeli bir strana başlayan, Kürt müziğinin gökyüzündeki yıldızı Mehmet Arif Cızrawi, “Kıne” (kısa) adlı bir Kürt dilberine dillere destan aşkını anlatırken, ay elini çenesine götürdü, yanıp sönerek göz kırpan yıldızlar ise uçsuz bucaksız bir halaya durdular. Radyo “dengbej” Mehmet Arif Cizrawi’nin, insanın kalbini dağlayan sesini mucizevi bir şekilde getirip, Pur Yaylası’nın tepesinde Piro’nun hafiften tüylenen kulaklarına aynen şöyle ulaştırdı.
“Kinê
Adın ne güzeldir bu dünyada,
Kinê Kinê
senin başın için,
ah bu yüreğim el vermiyor ki adını söylemeye
yaman, yaman, yaman...
Adın alemin içinde şirindir
yüreğim el vermiyor ki, adını telaffuz edeyim.
Ben şehirlere gitmek mecburiyetindeyim.
Senin aşkın için diyar diyar dolaşmaya oy oy oy Kinê,
mecburum ben şehirlere gidip dolaşmaya.
Humus şehrine, Hama’ya
altın, gümüş, yakut ve zümrütten yapılmış,
bu dünya malı olan bir kemer,
getireyim Kinê me.
Takayım ince beline
yaman yaman yaman....
Düğünlere, halaylara gitmesi için,
yeşilliklere, sazlıklara, dere kenarlarına
o keten elbiseni lo lo yırtmaya..
yaman, yaman, yaman...
……………………”
Piro uzaklara daldı gitti. Tabakasından tutam tutam tütün alıp sardı. Olacak gibi değildi. Bu güzelim dil, güzelim melodiler yasaklıydı. Onca yıl Çukurova’da tüfek çatmış, vurmuş vurulmuş, zalimin ensesine çökmüş, kurt ve kuş ile arkadaş olmuş, çiçeklerle konuşmuş, dağlara hükmetmişti. Doğada ne kurt kuşun ötmesine, ne de kartallar baykuşlara böylesi yasaklamalar getirmemişti. Vakti zamanında dünyaya kafa tutan Piro, melodileri bu yasaklı dilde, gizli, saklı dinledi.
Piro uzun uzadıya dinlediği ve mest olduğu melodiler ile sık sık eşkıyalık yıllarına gitti. Bir taraftan da çok tatlı bir uyku bastırdı. Eriwan radyosu yasaklı bir dilden stranları Pur Yaylası’nın tepesinde özgürce sürdürdü. Piro tepede uyuya kaldı. Ay gökyüzündeki yıldızları toplayıp, gitti. Uzaklardan şaşılası güzellikteki renkleri ile sökün edip, gelen güneş; ışıklarını Piro’nun üzerine serpiştirirken, Eriwan radyosunda coşkulu sesi ile Meryem Xan ve ardından da Tahsin Taha yeni bir stranı yorumluyorlardı. Güneş renkli, sıcak, tatlı ve parlak, yaşlı Kürt Piro uykulu ve mahmur, Pur Yaylası birbirine karışan insan ve hayvan seslerinden dolayı gürültülü, kocası gece eve gelmeyen, acaba başına bir şey mi geldi diye meraklanan, sarı saçlı, üzüm gözlü, yaşı ilerlemiş olsa da güzelliğini sürdüren Zerya ise oldukça telaşlıydı.

Amsterdam, 13 Aralık 2015


6 Aralık 2015 Pazar

O




O

“Hasret ateşiyle dövülmüş sımsıcak bir demir gibi
Ne güzel şey düşünmek seni.”
                                      Nazım Hikmet

O, benim on dört yaşımın, pırıl pırıl, pır pır atan, duygulu minik-çocuk yüreğimin, sancılı ilk göz ağrısı idi. Başımdan geçen, kalbime derinlemesine musallat ettiğim, pek çoğu da platonik olan aşklarımın, belki de en platonik olanıydı. Uzaktan uzağa kımıl kımıl, hareketlerini, gülüşünü, bakışlarını, konuşmasını pür dikkat izlediğim, kendisine ha bugün ha yarın diye açılacağımı umduğum ve karşılığının alınması ile ölesiye mutlu olacağımı bildiğim zavallı, susuz kalmış kızıl bir gül misali boynu bükük, üzgün, süzgün ve vuslat özlemi ile dopdolu bir aşktı O.
O, ne şaşılası, anlatılamaz bir güzellikti. Buğulu zeytin gözlerinin iriliği, baktığınızda derinliği insanı soluksuz kılan, kirpiklerinin kıvrımlı uzunluğu, kaşlarının o güzelim eğimi, dudaklarının korluğu, gamzeli yanaklarının parlaklığı, saçlarının kömür karası bukleler halinde çağlayanlar misali bedenine dökülüşü ile, var olan aklımı, uzun süre gelmemek üzere, başımdan hepten alıp gidendi O. Her ne zaman gözlerim kendisine ilişmeye görsün, başımdan uçup giden aklım, beraberinde açılan göğsümden fırlayan yüreğimle el ele verip, bu muhteşem güzelliğin karşısında, beni yapayalnız ve biçare bırakırlardı.
Çehresinin inanılmaz güzelliği, yaşayan canlı bir Yunan heykeli gibiydi. O sert kar beyazı mermerdeki fazlalıkları yontup, dünyanın en güzel heykeli olan Afrodit’i yaratan, ünlü heykeltıraş Praksitales, sanki zaman tünelinden geçip, dünyaya yeniden gelerek, O’nun da gizli saklı bir heykelini yapmıştı. Tanrı da verilen bu inanılmaz, şaheser emek karşısında, şapka çıkartmak zorunda kalıp, bu esere can ve kan vermişti. Aynı Tanrı, bununla kalmayıp, sonrasında insanı mest eden o şaşılası gülümsemeyi, nasıl da sihirli bir şekilde, o gamzeli güzelim yüze kondurmuştu.
Bir insana, en sıradan bir giysi dahi, şaşılacak derecede, ancak bu kadar yakışırdı. Takıp takıştırdığı her obje sanki, sadece O'nun üzerinde, var olan değerinin bin katını katlayarak güzelliğine güzellik katar, kıymet bulurdu. Ayakkabı bağcıklarının dahi, çok daha ayrıcalıklı, estetik ve en güzel O’nun ayaklarında durduğuna inanırdım. Vakti zamanında; Yüreğimi yakıp, kasıp kavuran, depremlerle yerle bir eden, virane çeviren, “memleket bakışlı gözlerine saatlerce bakıp, kendimi anlatamadığım” bir aşktı O. “Son hayalim, son hasretim, son sözüm, nar tanem, yutkunuşum, uyanışlarımın en güzeli” idi O.
Çocuk kalbimin ölesiye vurgunu olduğu bu aşka açılabilmek için hep uygun zamanı bekleye durdum. Her gelen an, o an değildi. Lakin ben bekleyedururken, öyle bir an gelmişti ki, çok ama çok geç kalmıştım. Yanında ben yürüyeceğim, elinden ben tutacağım, gözlerinin derinliğinde ben kaybolacağım darken, gördüm ki bunu başkası bütün bu ulaşılmaz güzellikleri, çoktan yapar olmuş. Benim yaşamdan en büyük isteğim olan bu arzumu, elini çabuk tutan en yakın arkadaşıma kaptırmıştım. Dünya başıma yıkıldı. Art arda aylarca şiddetli artçı depremlerim dur durak bilmedi. Yeryüzü ve gökyüzü yer değiştirdi. Kapkara bulutlar yeryüzünde dolaşır oldu. “Kalbimden kalbine giden, görünmeyen büyülü yol” gaddarca kesildi. Ben, ben olmaktan çıktım. Dünyamdan geçtim. Tadım tuzum kalmadı, tükendi. Tutunduğum bütün dallar ansızın koptu. Uçsuz bucaksız uçurumlarda hızla düşer oldum. On dört yaşında olmama rağmen, saçlarım apansız kar beyazı oldu. Esir düştüm, tutuklandım, yüzlerce yıl rutubetli-karanlık hücrelerde unutuldum, işkenceler gördüm, ölüm oruçlarına yattım, sürgün edildim, özgürlüğüm gasp edildi, ellerim kelepçelendi, ayaklarıma prangalar takıldı, yüreğim koparıldı, köyüm yakıldı, ana dilim, kimliğim, kültürüm, gelenek ve göreneklerim yasaklandı, zifiri bir karanlık, afakanlar bastı. “Her yanı çiçekler açmış, yemişlerle dolu bir fidana benzeyen güzel yüzüne hasret yaşar” oldum. “Beni kör kuyularda merdivensiz, denizler ortasında yelkensiz, beni O’suz, beni bensiz bıraktılar.”
Vakti zamanında, “bana memleket, bana su, bana tat, bana uyku, bana rüzgar gibi esen sevgili” idi O. On dördümde, benim gözümde, dimağımda, minik yüreğimde, o taze bedenimdeki bütün hücrelerimle hissettiğim bir tanrıça idi O. Beş yüz yaşıma da gelsem, O benim çocuk masum kalbimin ilk aşkıydı. Yaşayacağım beş yüz yılın inim inim unutulmaz sızısıydı. “Manolya kokulu başını bir kez olsun kollarımın arasına alamadığımdı.” Ve O, şimdi nerelerdeydi? Evlendi mi, çocukları var mı, hayatta mı, ne yapar-ne eder, O hala öyle güzel mi, gamzeleri duruyor mu, gözlerinin derinliğinde hala kayıplar oluyor mu? Yıllar yılı O’nu unutmayıp, hatırladığım gibi, O da beni hatırlar mıydı? Heyhat olan oldu ve onlarca yıl sonra, şimdilerde beynime çöreklenen, salt bir soru yumağı oldu O.

Amsterdam, 5 Aralık 2015


CHARLOTTE CAFE Annem, bildim bileli hasta, ömrü böyle geçti diyebilirim. Lakin bu kez hayli ilerlemiş olan yaşı ile artık uzatmaları oynuyo...