18 Ekim 2016 Salı

HASBİHAL



 HASBİHAL

         Altın sarısı ağaç yapraklarının, o nazlı-boğumlu-kıvrımlı dallardan, tabiatın karşı konulamaz döngüsüne bir kez daha dayanamayıp, asiliği usulca yanı başına bırakıp, birer birer yerlere düştüğü, çisil çisil yağan bir sonbahar yağmuru sonrasında yüzünü gösteren, serin ama güzel bir sabah. Güneş bulutların arasından ustaca sızmasını biliyor. Görünen o ki, hiçte acemisi değil bu işin. Komşunun altı yaşlarındaki oğlu mutlu, el sallıyor bisikletinin üzerinde. Sokağı bir baştan bir başa geçiyorlar, cellabeler içindeki Faslı karı koca. Erkek önde, karısı beş adım ardında yürüyorlar. Kadın sırtı dönük olan kocasının arkasından koşturmayı kader bilip, sürekli sağa ve sola bakışlar atıyor. Onun arkası sıra yürüdüğünden dolayı, şikayetçi değil, tam tersine belki de mutlu. Kargalar buldukları bir ekmek parçasının üzerine üşüşmüşler. Gagaları ile vurdukları darbeler ile ekmekten parçalar koparıp, midelerine indiriyorlar. Karşı binadaki yeni evli çiftler işlerine gitmek üzere birbirlerinden uzaklaşırlarken, ayrılık öpücüklerini alıyorlar. Evet sabah bir kez daha güzel. Madem sabah bu denli güzel. O halde; bu upuzun elli altı yıllık ömrü hayatımda, çağırayım hele bir kez de kendi kendimi. Buyursun gelsin, ben olan ben, yüce olduğunu hiç bir zaman iddia etmediğim huzuruma. Çağırdım, hemencecik ışınlanmış gibi buyur etti de.
         Usulca, çok ürkek bir eda ile tıklattı kapıyı, perde aralığından sızan bir ışık gibi gelip geçti, her ikimizin de evi olan hanemizden içeri. İlk defa döküp içimizi, özsöyleşiler eyleyecektik. Neden çekingen ve huzursuzdu karşıma geçip, kurulan ben. Hesap sorulmasından çekinceli idi besbelli. Bakarmısınız, tıpkı ben. Gidip gelen halogram bir görüntü sanki. Ellerimle tutamadım karşımdaki bedenimi. Yine de tokalaşma uğraşısı içinde biçare buldum kendimi. Ancak hissedemedim elimde, elimin sıcaklığını, terini, kızıl kanın ırmaklar misali devinimini. Öpüştük, kucaklaştık, sıkıca bağrını bağrıma bastırdım kendimin. Sormayın, hayli uzak kalmışız, meğer ne kadar da çok özlemişim ben beni.
         Tıpkı benim gibi giyinmişti. Bende olduğu gibi üzerindeki sade uzun kollu bir gömlek ve siyah bir pantolon. Aynı anda gülümsüyor ve yine aynı anda göz kırpıştırıyorduk. Bir ağzı ve burnu vardı. Tıpkı benim ağzım ve burnum gibi. “Pek biçimli olmamakla birlikte.” Göz göze geldik, gözleri gözlerimdi. Diz dize geldiğimiz dizleri dizlerim, elleri ellerimdi. Mumlar yaktım, ışığı kıstım, loşlaştırdım ortamı. Biliyorum pek bir romantiktir kendileri.
          “Hayırola bir şey mi oldu?” der gibi uzun uzun baktı gözlerimin derinliklerine. Gözleri gözlerim gibi buğulu idi, karşımdaki “ben”in.
         “Hiç ne olsun, bir ömür ki, gelip geçiyor. Hasbelkader şöyle bir oturup istişarede bulunalım. Nereden geldik, nereye gidiyoruz? Hani doğrusu halimiz, hiç hal değil. Başkalarını kendimizden hep daha yüksek tutup, daha çok sevip ihanet mi ettik derim, kendimize. Koca bir hayatı; bıkıp usanmadan sürekli altan almalar, hakkını savunmamak, her daim kendini incitmek, kırmak ile pul eyleyip, harman gibi savurduk. Yerlere eğilerek olduk müteşekkir, bir tek bizim ağzımızdan çıktı, her daim özür ve teşekkür.” Hiçte yabancısı değildik bütün bu masum düşünce ve davranışların. Aynı anda kırpışan gözlerimiz daldı, kıvırcık saçlı başlarımız önümüze eğildi.
         “Yerden göğe kadar, ne desen haklısın. Baltayı acımasızca ormana dalar gibi hep ama hep kendimize vurduk. Olur olmaz herkesi salt insan diye, zerre kadar hak etmediği olabildiğince ayyuka çıkardık. Kendimizi adeta pas pas eyleyip, sere serpe yerlere serdik. Bizim de insan olduğumuzu unutarak, kadir ve kıymeti yerlerde sürünerek sadece başkalarına verdik.”
         Bizimkisi açıldıkça açılıyordu. Görünen o ki, O da bugüne değin olan gidişatımızdan pek hoşnut değildi. Belli ki bir dokunsam, bin ah işitecektim. Özümüzü, belki de kanamalı yaramızı derince deştik böylelikle. Omuzunu arayıp, dokunmaya çalışıp teselli ettim, aynı zamanda ben de teselli oldum. Göz yaşlarını kurutmaya çalışırken, göz yaşlarım o anda kurudu. Apansız gülümsedi, gülümsedim. Dost oluverdik, üzüldük halimize ve birbirimize.
         Yok yere hayli uzaklardan alıp, gelmiştim kendimi. Değişecek veya değiştirilecek bir şey yoktu sanki. “Eski köye yeni adetler gelmeyecekti.” Böyle gelmiş böyle gidecek gibiydi. Tıka basa dolu sineye mi atılacaktı yine her şey. Acımasız yargılamalar, yine hep kendi kendimize yönelik olacak. İzdüşümlerimizden oluşacak olan mahkeme heyetimizde, ne yazıktır ki; yargılanan da kendimiz olacağız. İhaleyi tekrar tekrar kendimize çıkaracağız. “Gelen ağamız, giden paşamız” olmaya devam edecek. Andavallık bir kene gibi yaşantımız boyu bedenimize yapışık kalacak. Kolonyalar, bayram şekerleri tutacağız. Zamanımızı hunharca öldürürken, ölecek olan bizim ömrümüz.
         “Her hıyarım var diyene, nemlenmesin deyi, içine Tosya pirinci taneleri koyduğumuz “yerli Himalaya tuzu” doldurulmuş tuzluğumuz ile oradan oraya koşturacağız. Kendimize bir kase cacığı dahi reva görmeyeceğiz. Tuz olup, hıyarlara dökülüp, şırıl şırıl eriyeceğiz.
         Karşılıklı bakışa kaldık birbirimize.
         “Ben gideyim artık. Her ne kadar, elle tutulur, gözle görülür bir sonuç alamadıysak da, davetin için teşekkürler. Ben, sen olan benden kopup uzaklara gidiyorum yine. Bu gidişat ile bizden beklenen kişilik oluşmayacak elbette ki. Müsfette olmasak da, eminim temize çekemeyiz kendimizi. Yine de insan olabilmekte ve bu çizgide kalabilmekte fayda var elbette. Böyle gelmiş, böyle gider, gitsin de derim. Söyle bakalım can kardeşim sen ne dersin?”
         Diyecek bir şey yoktu. Kendime geldiğimde, karşımdaki "ben" çoktan seyirtmişti. Boynum bükük, gözlerim buğulu idi yine. Bitmişti hasbihal. Kendisine bir Diyaribekir karpuzu olsun kesip, ikram edememiştim. Masada lale işlemeli tek bir kahve fincanı duruyordu. Demek ki tek fincanda aynı kahveyi içmiştik. Hanede olmasa da kırk yıllık bir ömür, hatırı vardır, yine de bir onca sene. Ve hayatım kendi rutin güzergahında seyri sefer eylemeye koyuldu, kaldığı yerden. “Hoş geldiniz ağam, güle güle paşam.”




Amsterdam 18 Ekim 2016    

10 Ekim 2016 Pazartesi

ANAVATOS


ANAVATOS

         O kahrolası yıl içinde bizlere yaşatılanlar ile dünya, gayri insanlığın alabildiğine dibine vurdu. Zaman denilen kavram, yine insanlığa dair olanca emarenin tamamen toprağa gömüldüğü bir noktada seyir etti. Bize reva görülen, benim ise her an insanlığımdan baştan ayağa utanç duyduğum anılarımı anlatmaya çalıştığım bu öykü; şu an mavi, yeşil, kahve rengi, kestane veya ela gözlerinizin önünden kelimeler halinde geçip tarafınızdan okunuyorsa, bire bir yaşayıp tanıklık ettiğim, yaşanan o içler acısı olayın üzerinden yüzlerce yıl geçmiş, ben ise bu dünyadan çoktan kanatlanıp gökyüzünde, Ege’nin boncuk maviliğinde kayıp olmuşum demektir. İstedim ki bu yürek dağlayan dram gelecek kuşaklar tarafından da bilinsin, insanlık bir daha böylesi acılar ile karşı karşıya gelmesin. Anılarımı kaleme aldığım şimdilerde takvimler bin sekiz yüz yetmişleri gösterirken, ben yetmiş sekiz yaşında Yunanlı bir bayanım. Sakız Adasında yaşıyorum ve adım Melani. Bütün yakınlarımı, şefkat abidesi annemi, pos bıyıklı babamı, çakır gözlü civan delikanlı oğlumu, güzeller güzeli kıvırcık kızımı ve can kardeşlerimin hepsini art arda bir kaç gün içinde kaybettim. Aileden, bir tek ben ve eşim sağ kalabildik. Bir kaç yıl önce kocamı da sonsuzluğa uğurladım. O da, bana sorma gereği bile duymadan, beni Ege Denizi’nin mavi suları ile çevrili Sakız Adası’nda acımasızca yapayalnız, bir başıma bıraktı.
         Yıllar, acılara gark olmuş bir halde, art arda bağlı tren vagonları gibi birbirini kovaladı. Zehirli acımı, içimi acıta acıta yüreğimin derinliklerinde sakladım, saklıyorum. Ailemin acısını da elbette unutmadım. Ama asıl anlatacağım, beni daha farklı bir üzüntüye boğan, ölümsüz bir aşktan geriye kalan, olabildiğince insani ve bir  o kadar da devasa olan bir aşkın acı anıları. Ancak yok edilen bu aşkın acısı benim olduğu kadar, bütün adalıların da yüreklerinin derinliklerinin adeta bir “kavun acısı.”
         Bin sekiz yüz yirmi ikili yıllardı. Sakız Adası’na bahar bütün güzelliği ile hükmediyordu. O zamanlar eşimle yaklaşık kırk yaşlarındaydık. On sekiz yaşında bir kızımız ve on altı yaşında bir oğlumuz vardı. Aktarmaya çalıştığım yaşadıklarımızı; benden önce veya sonra belki de pek çok kişi tarafından yazılmış ve daha yazılacaktır da. Bir kez de ben anlatmadan, içimdeki ağuyu dışarı atmadan, bütün bedenimi saran kavun acısından kurtulamayacağım.
         Onların aşkı dünyada yaşanan en güzel, saf, temiz ve en insani duyguları barındıran, ada halkının gıpta ile baktığı sımsıkı bütünleşmiş, iki insanın bütünlüğünü  simgeleyen bir sevgi yumağını andırıyordu. Aşıklar Asta ve Milo’ya kalsa, günün yirmi dört saati bıkıp usanmadan el ele tutuşacaklar ve her ikisi de açık yeşil gözlerini hiç ama hiç birbirinden ayırmayacaklardı. Dünyaya geldikleri Avgonima Köyü’nde ve Sakız Adası’nda onların kalplerinin göğüs kafeslerini delercesine çarpmalar eşliğinde dile getirdiği, dillere destan bağlılık, iki insan arasındaki sevgiye, sakız ağaçlarının altında, köy kahvehanelerinde, panayırlarda ve her sohbet ortamında örnek gösterilen bir aşktı.
         Bahar mevsiminin bütün albenisi ile adaya bir defa daha sökün ettiği bu günlerde, Milo yine sevdiğinin elinden tuttuğu gibi, O’nu Avgonima dışındaki sakız ağaçları bahçelerine götürdü. Her defasında olduğu gibi, yüksek bir kayalığa çıktı. Ellerini kıllanmaya yeni başlayan yüzünün iki yanında tutarak, avazı çıktığı kadar uzaklarda sere serpe yayılmış Chios şehrine doğru bağırdı.
         “Astaaa.. Seni seviyorummm…” Ses yankılanıp bir bumerang gibi dönünce, gülümseyerek çıktığı kayalıktan indi. Sakız ağaçlarına kesitler atan köylüler, bıçaklarını bir müddet bırakıp, bu yankılanmaya gülümseyerek kulak verdiler. Milo görevini yerine getirmiş olmanın edası ile yerini Asta’ya bıraktı. Bu kez aşklarını, kurda, kuşa, börtü böceğe ve bütün Sakız Adası’na ilan etmenin sırası Asta’da idi.
         “Miloooo… Ben de seni seviyorummmm…” Chios şehrine çarpıp gelen sevgi çığlıkları iki sevdalıyı bir kez daha alabildiğine mutlu kıldı. Birbirlerine sıkı sıkı sarılırlarken, Milo sevdiğinin gül yüzünü avuçlarının içine aldı. Kıvrımlı dolgun dudaklarına defalarca buseler kondurdu. Düz kömür karası saçlarını parmakları ile taradı. Onlar kendilerini, tabiatın ve adalıların huzurunda dünyanın en mesut gençleri olarak ilan ettiler. Hiç ama hiç ayrılmayacaklarına dair, uzun uzadıya göz göze gelip, bir kez daha kavli karar ettiler.
         Milo her zamanki gibi, sakız ağacına elindeki küçük uçlu bıçağı ile kesikler atarken de sol kolunu Asta’nın beline doladı. Üst üste sakız ağacından billur damla sakızlarının ağaç altındaki beyazlığa damlaması için çok derin olmayan ustaca kesitler attı. Adanın dört bir yanı sakız, nar, karabiber, çam, bal tadında incirler veren ağaçlar ve kehribar üzüm bağları ile kaplıydı. Dağ taş tam bir doğa harikasıydı. Ataları bunu yüzlerce yıl koruyup bugüne değin getirmişlerdi. Dünyanın başka hiçbir yerinde olmayan sakız ağaçları huzurun, barışın, insanca yaşamın ve güzelliklerin hüküm sürdüğü ismi ile özdeşleşen güzelim adalarına özgüydü.
         Aile arasında sözlenmişler, bereketli olacağını umut ettikleri sakız hasadının ardından, bütün adalıların davetli olduğu güzel bir düğünle dünya evine gireceklerdi. Avgonima Köyü’nde babasının yaptırdığı taş evlerine taşınacaklar, diledikleri kadar boy boy çocukları olacaktı. Üzerinden onlarca yıl da geçse, birlikteliklerine özenle kattıkları güzellikler dolu her yıl, sakız ağaçlarına atılan her kesit gibi dibine aşk damlacıkları olarak akacak, sevgileri damlaya damlaya mavi Ege olup, büyüyecekti.
         Milo komşularının sakız ağacı bahçesinde telaşlı bir hareketliliğin olduğunu görünce, kolunu Asta’nın narin belinden çekip, O’nun telaşlanmaması için elinin tersi ile yanağını okşayıp, acele ile taş duvarı atlayıp, soluğu komşularının bahçesinde aldı. Köylüleri Nikos Halkio Köyü’nden bir kaç kişinin korku ile askerlerin adayı karış karış taramaya başladıklarını ve bir kaç güne kalmadan da buralarda olacaklarını anlatıyorlardı. Milo duyduklarına inanamadı. Gelenler Osmanlı askerleri idi. Önüne gelen herkesi çoluk çocuk, yaşlı kadın ve hasta demeden yakaladıkları gibi asıyorlardı. Hemen telaş ve korku içinde olup, biteni bir sakız ağacının gövdesine sarılmış olan Asta’nın yanına geldi. Asta’ya hiç bir açıklamada bulunmadan, elinden tuttuğu gibi, tepeden aşağı koşturarak, nefes nefese bir kilometre ilerideki köylerine geldi. Bütün köylüler şaşkınlıkla köy meydanına toplanmışlardı. Çok geçmeden kendisi ile Asta’nın anne ve babasının bir arada onları telaş içinde ararlarken buldular. Anne ve babaları onları gördükleri zaman sıkıca sarılıp her ne kadar rahatlamış olsalar da, durum oldukça vahimdi.
         Komşu köyler Zyfias, Chalhios, Lithi, Vavilli ve Halkio’dan da insanlar gelmişlerdi. Hararetle ne yapabileceklerini yüksek sesle tartışıyorlardı. Avgonima köyünün ileri gelenlerinden yaşlı ve bir o kadar da saygın bir insan olan Mikis bıyıklarını çekiştirip, etrafındaki kalabalığı teskin etmeye çalıştıysa da, bunun pek bir yararı olmadı. Mikis yüksek bir kayanın üzerine çıkıp, köylülerine seslendi.
         “Sevgili insanlar, sevgili Sakızlılar. Kulağımıza gelen haberlerin hiç hoş olmadığını sizler de artık biliyorsunuz. Bu haberler hiç te hayra alamet değiller. Osmanlı askerleri insanlarımızı katlederek adamızın içlerine, yani bize doğru hızla ilerliyor. Bu durumda bizim yapabileceğimiz ne yazık ki pek bir şey yok. Moralinizi daha fazla bozmak istemiyorum. Ama Osmanlı askerlerinin dünyanın dört bir bucağındaki daha önceki istilalarını bilmiyor değilsiniz. Dünyanın her tarafında oluk oluk kan akıttılar. Şimdi sıra biz masum ve savunmasız Sakızlılar da. Bizden ne isterler, doğrusu bilemiyorum. Acı olan da şu ki, kendimizi savunacak her hangi bir gücümüz de yok. Edindiğim bilgilere göre bütün adalılar Anavatos surlarına sığınmak için hızla ilerlemeye başlamışlar. Bizim de hemen toparlanıp, Anavatos’a tırmanmamız belki de tek kurtuluşumuz olabilir. Diğer komşu köylere de haber saldık. Bir saat sonra yanımıza yük olmayacak şekilde çok az miktarda yiyecek ve içecek alıp, Anavatos’a gideceğiz. Hepinizi Avgonima dışında bekliyorum. Tanrı yardımcımız olsun.” Mikis kayanın üzerinden indi ve köy meydanındaki evine doğru yöneldi. Köylüler korku içinde evlerine dağılırken;
         “Amin… Amin.” Sesleri hepsinin ağzından uğultu halinde bir anda yükseldi. Ve adalılar geçitsiz, aşılamaz, çıkılamaz anlamına gelen Anavatos’a doğru ilerlemeye başladılar.
         Homeros gibi büyük bir Yunan ozanına ev sahipliği yapan bu şirin adayı, korkunç büyüklükteki bir katliam bekliyordu. Sakızlılar hızla Anavatos’a doğru koşturup, tırmanmaya çalışırlarken, Osmanlı askerleri de, bahar ile birlikte dört bir yanı bezeyen gelincik, papatya, menekşe, çiğdem ve sümbül çiçeklerini ayaklarının altında ezerek hızla ilerlediler. Ellerine geçirdikleri günahsız bütün adalıları, yakaladıkları yerde acımasızca astılar.
         En nihayetinde Milo, Asta ve öykü anlatıcınız ben-Melani’nin aileleri de Anavatos’a her tarafımız yara, bere ve çizikler içinde, ölü yorgunluğunda ulaşabildik. Görünen o ki, burada da günlerimiz, belki de saatlerimiz sayılı idi. Can havli ile korku içinde olup biteni beklemeye koyulduk. Yiyecek ve içeceğimiz oldukça sınırlı idi. İdareli kullanmamız gerekiyordu. Anavatos’taki birer kaleyi andıran taş evlere sığındık. Anavatos’lular başka köylerden ölüm korkusu ile akın eden bizleri sımsıcak bağırlarına bastılar. Ancak tamamı ile savunmasızdık. Geçit vermeyen, aşılamayan, çıkılamayan Anavatos da, gözlerini masum insanların kanına dikmiş olan Osmanlı askerleri tarafından geçilip, aşılıp, çıkılacaktı.
         Anavatos’un surlarının ve taş evlerinin duvar diplerinde yorgunluktan çoğumuzun uykuya daldığı, yükseltinin de etkili olduğu biraz serince olan günün sabahında, şafak sökerken askerlerin dört bir yandan tırmandığını gördük. Korkumuz çok büyüktü. Etrafta çıt çıkmıyordu. Adalıların yapabileceği tek şey yukarıdan askerlerin tırmanışını engellemek için, büyük kayaları ve taşları onların üzerlerine doğru yuvarlamaktı. Bu önlem belli bir zaman askerlerin tırmanışını engellese de, çok geçmeden yeni yollar bulup, sinsice ilerlediler. Yakaladıklarını anında olduğu yerde öldürüyorlardı. Bütün insanlar titreye titreye birbirlerine sarılıyor, kadınlar, çocuklar ağlıyorlardı. Ölüm korkusu ile bu ölüm adamlarının eline geçmektense kendilerini kayalıklardan aşağı atmaya başladılar. Kadınlar kucaklarında sıkı sıkıya sardıkları bebekleri ile yüzlerce metre yükseklikteki Anavatos kayalıklarından aşağı atmaya başladılar. Bütün Sakız adası Anavatos’a kurtuluş umudu ile gelmişlerdi. Fakat Anavatos da bizim için bir kurtuluş olmadı.
         Milo ve Asta bulunduğum yarı yarıya yıkık duvarın on metre kadar ilerisinde korku ile birbirlerine sokuldular. Milo’nun aniden ayağa kalkıp, Asta’nın elinden sıkıca tutup, uçuruma doğru koştuklarını gördüm. Bütün köylüler, anne ve babaları engel olmaya kalktılarsa da, bunun önüne ne yazık ki geçemediler. Onların önüne geçmekte çok geç kalınmıştı. Uçurumun başına geldiğimizde, Milo ve Asta çoktan kendilerini uçurumdan aşağı bırakmışlardı. Avgonima Köyü’nün bu dillere destan aşkı, insanımızın yüreğine su serpen, gülümseten sevdası böyle ölümsüzleşti. Bütün köy halkı feryat, figan eyleyip, ağıtlar yakıp, dövünüp çaresizce ağladılar. Anavatos’a tırmanan askerler bütün Sakızlıları yakalayıp, meydanda topladılar. İnsanlar arasında maddi durumu iyi olduğunu gözlemledikleri bir grup insanı ayrı bir köşede topladılar. Bunların arasında ben ve kocam da vardı. Ama ailemin diğer kalanları, oğlum, kızım, annem, babam ve kardeşlerim diğer kalabalığın arasındaydılar. Neden ikiye ayrıldığımızı anlayamadık. Boynu bükük başımıza gelecekleri beklemeye koyulduk.
         Milo deliler gibi sevdiği nişanlısı Asta’nın elinde tutup, kayalıklardan aşağı atlarken;
         “Seni seviyorummm…” diye avazı çıktığı kadar som defa bağırdı. Asta yere çakılırken ancak;
         “Seni sevi….” Diyebildi. Kanlar içinde birbirlerine yakın, uçurumun dibinde düştüler.
         Askerler bütün sakız ağaçlarımızın kuruması için, o güzelim canlıların köklerine tuz serpiştirdiler. Yani yalnız insanlarımızı değil, damla damla elmas zerrecikleri halinde gözyaşı döken ağaçlarımızı, üzüm bağlarımızı, kırlarımızdaki gelincikleri, papatyaları, menekşeleri de katlettiler. Ağaçlarımızda öten yüzlerce çeşit kuşumuzu, ürkek tavşanlarımızı, baykuşlarımızı, kaplumbağalarımızı, evet bütün canlılarımızı korkutup, uzaklaştırdılar, katlettiler.
         Ailem de dahil olmak üzere yaklaşık 47.000 insanımızı hunharca astılar. Binlerce insan Milo ve Asta’yı takip edip, uçurumdan aşağı atladılar. 50.000 Sakızlı Kahire ve İzmir’deki esir pazarlarına sürüldüler. Benim ve kocamın da içinde bulunduğumuz, varsıl olduğumuza inandıkları 2.000 kişilik bir grup, katliamdan arta kaldık.
         Büyük ozanımız, dünya mirası Sakızlı Homeros’umuzun dediği gibi;
         “Temiz kalp, zehirli dillerin bozduğunu düzeltir.” Zamanla temiz kalpler, zehir dillerin gayri insani tahribatını düzelecektir. Zehirli diller yok olmaya mahkum olurken, Ege denizinin kıyılarında yer alan halklar, bu eşsiz maviliğe bakıp, mavimtırak bir renk alan gözleri ile semalarında kanat çırpan barış güvercinlerini, büyük gülümsemelerle izleyecekler.
          Ve yine ozanımız Homeros, Taş üstünde taş, omuz üstünde baş bırakmayıp, Ege insanlarını katlederek insanlıktan alabildiğine uzaklaşanlara, Odeysseia’da olduğu gibi aynen şöyle seslenecektir.
         “Yanıp kül olmuş bir şatodan başka bir şey bırakmayın ölüme.”
         Ege’de, daha doğrusu bütün dünyada, barış yer edinirken, dünyada ölüm ve öldürmenin yeri dar olacak. Ölüm yanıp kül olmuş şatosu ile baş başa kalacak. Milo ve Asta’lar; her daim sımsıkı el ele tutuşacaklar. Kalplerde aşk yoksulluğu asla yaşanmayacak! Yürekler, barındırdıkları aşklar ile Ege kıyılarındaki mavi dalgalar gibi durmaksızın çarpacaklar.



Amsterdam, 10 Ekim 2016

CHARLOTTE CAFE Annem, bildim bileli hasta, ömrü böyle geçti diyebilirim. Lakin bu kez hayli ilerlemiş olan yaşı ile artık uzatmaları oynuyo...