FATMA’NIN “S” Sİ
Karmaşa koleksiyonu 90’lı
yıllar. Ülkenin dört bir yanında olduğu gibi, vefalı-kadim dostlukları ile
bilinen başkent Ankara’da da dağ taş ayrımı gözetmeksizin yaşanan; Tanrıya
doğru üst üste yığılı onlarca katla yükselen, bir beton patlaması söz konusuydu.
Şehir derme çatma kabuğunu, yumurtadan çıkmak isteyen bir civciv misali
zorluyor. İnsanları birbirinden koparan, aynı zamanda da kavuşturan başkentin
dışına açılan İstanbul, Eskişehir ve Konya yollarına doğru neredeyse göz açıp
kapama hızında devasa binalar inşa ediliyor. Kar beyazı pamuk bulutlar
arasından boy gösteren yapılar geçen her gün ile birlikte daha da çoğullaşıyorlar.
Her canlı için kişiye has
bir öyküden ibaret olan hayat; her yönü ile tekdüze rutin devamlılığını da
olanca hızıyla sürdürmüyor değil elbette. Sokaklarda simitçilerin ciyak ciyak
bağrışmaları dur durak bilmeden devam ediyor. İnsanlar itişe kalkışa doluştukları
orantısız yüksek kaldırımlı sokaklarda, varmak istedikleri yerlere doğru pür
telaş yürüyorlar. Sigara dumanları altında kalan Sakarya birahanelerinde usulca
tokuşan buğulu bardaklardan art arda tiz çınlama sesleri yükseliyor. Bıyıkları
yeni terleyen gençler, sevgili adayı genç kızların elinden tutmak için fırsat
kolluyorlar.
Topal Mahmut lokantada
masasına gelen acılı şalgam suyundan bir yudum aldı. Dumanların yükseldiği
ekmek arası kokorece özenle isot ve kekik serpti.
Camgöz Şaşı Güvercin üst
üste kanat çırpmaları ile Kocatepe Camisinin minaresine her ne hikmetse namaz
kıldıracakmış gibi, gereksiz yere Bursalı imam Hüsamettin'den daha önce ulaştı.
Hüsamettin Hoca’nın akşam namazı için camiye varmasına daha üç yüz metre kadar
bir mesafe gözüküyordu. Yol boyunca, köse kalan usundan; cemaatinin bu akşam
kaç kişi olacağını ve en önemlisi de karısı ile gecenin ilerleyen saatlerinde,
çocuklar derin uykulara vardıktan sonra; ağız tadı ile halvete
girip-giremeyeceğini, badem bıyıklarının altından tatlı tatlı umutlu
gülümsemelerle geçirdi.
Yaşlı dilenci Songül onur
kırıklığının utancı ile gelip geçenlere titrek elini açtı. Avucunda ağırlığını
hissettiren metal para hayal dünyasını uyandırdı. Torunu Mehmet'in elinde yarım
somun ekmek belirdi. Avucunu hızla sıkıca kapattı.
Ayakkabı boyacısı on üç
yaşındaki Silo, grand tuvalet giyinen Selim Bey’in sağ ayağındaki kundurayı
boyadı. Sıranın sol kundurada olduğunu belirtmek için siyah boyalar içindeki
parmakları ile ayakkabının altından vurdu. Bugün de okula gitmemişti. Eve ekmek
götürmesi gerekiyordu. Selim Bey ani bir refleksle ayağını değiştirdi. Sılo,
iyi bir bahşiş bekleyişi içine girdi.
Zafer Çarşısı’nda sahaf
Fikri kitapların rutubet kokmaması için dükkânının kapısını ardına kadar açtı.
Havalanması için kitap sayfalarını bir bir araladı. Kitap almaya gelen olmadı.
Balgat, Çukurambar,
Öveçler, Dikmen, Mamak, Şentepe ve diğer gecekondu mahallelerinde derme çatma
taş duvarlarla çevrili mütevazı tek katlı evler toprakla bir ediliyorlar.
Yerlerine gürültü ve patırtılarla ürküntü veren, yağmur sonrası çıkan mantarlar
misali yerden devasa binalar türüyor.
Ankara’nın bilinen
çehresi tam anlamı ile Çarşamba pazarına dönüyor. Binlerce ağaç boğumlu
köklerinde yıllar boyu barındırdıkları yaşama tutkusu ile sevgili misali
sarıldıkları mis kokulu topraktan, hayat damarlarından koparılıyorlar.
Yerlerine derinlemesine kum ve metal karışımı gri betonlar dökülüyor. Çimenler,
kuş iğdeleri, ateş dikenleri, dağ muşmulaları, sevgi çiçekleri, ebruli
hanımelleri, Anadolu karanfilleri, papatyalar, gelincikler ve yüzlerce çeşit
kır çiçeği "döl israfı müteahhitlerin" emirleri ile ağır tonajlı,
gürültülü buldozerlerin büyük tekerlekleri altında eziliyorlar. Tavşanlar,
tarla fareleri, tilkiler, baykuşlar, kurtlar, keklikler ve akla gelebilecek
irili ufaklı her çeşit canlı buğulu gözlerle sıcak yuvalarını terk etmek
zorunda kalıyorlar. Milyonlarca karınca, solucan ve böcek de acımasız bir
şekilde aynı akıbete uğruyorlar. Pek çok canlıya yaşam hakkı tanınmıyor. Dünya
adeta zehirleniyor.
Şehrin yerleşim alanının
dışına taşması, beraberinde bu yeni semtlerde ikamet edenlere de her türlü
hizmetin belediye ve aynı zamanda da yeni iş alanları arayışında olan
girişimciler tarafından götürülmesini zaruri hale getirdi. Bu girişimcilerden
biri de Kör Zewe’nin tatlı gülümsemeli oğlu Kel Mustafa idi. Kel Mustafa, çocuk
yaşta traktör ve arabalarla yakından haşir neşir olduğundan, yaygın dilini bir zahmet uzatıp “mürekkep
yalama” işine vakit ayıramadı. O nedenle okuma yazma ile haliyle pek de
ilintili olamadı. Gecesini gündüzüne katıp kardeşi Bilo ve Camili Köyü’nden birkaç
kişi ile birlikte Ankara’nın Kızılay ve yeni oluşturulan Konutkent semtleri
arasında birkaç otobüs ile belediyenin yapmadığı toplu taşıma işini yapmaya
koyuldu. Oldukça zor bir iş olsa da, üstesinden gelmeye bütün azmi ile
çabaladı.
Konutkent semtinin çiçeği
burnunda sakinlerinden kızıl bukleli Filiz Hanım ise en nihayet istediği
büyüklükte bir eve taşındı. Mutfağı, banyosu, yatak odaları ve oturma salonu
alabildiğine büyüktü. Evini kendi zevkine göre hiçbir masraftan kaçınmadan
dayadı-döşedi. Onun felsefesine göre güzel bir ev, mutluluğun yarısı demekti. O
güzelim mutfağında üç ay kadar önce evlendiği eşi Burhan Bey ile birlikte,
istediği yemekleri hazırlayacak ve arkadaşlarını gönül rahatlığı ile davet
edeceklerdi. Artık yavaş yavaş da olsa, uzun bir süredir ara verdiği Kızılay
semtindeki işine yeniden başlayabilirdi. İzinli günler çarçabuk geride kaldı.
Kel Mustafa’nın şirketinin iki semt arasında servis yaptığını biliyordu. Servis
idaresini arayıp sabah ve akşam kalkış saatlerini, aynı zamanda aracın plakasını
öğrenmesi iyi olacaktı.
“Alo… Konutkent Taşıma
Servisi… Buyurun!”
“İyi günler beyefendi.
Adım Filiz Büyükova. Ben Konutkent’e yeni taşındım. İş yerim ise Kızılay
semtinde. Çok yerinde ve güzel bir hizmet veriyorsunuz. O nedenle her gün
Kızılay’a giderken sizin otobüsünüzü kullanmak istiyorum. Size zahmet, bana
önce sabah saat 8.00 sıralarında Kızılay istikametine giden aracınızın plakasını
kodlayabilir misiniz?”
Kel Mustafa daha önceleri
birkaç arkadaşının aynı şekilde adlarını veya yine araçlarının plakalarını
kodladıklarını duymuştu. Bir anda tereddüt etse de kendisini bir gölge misali
her daim takip edegelen ve bütün özgüvenini kel kafasının içinde yeniden
toparlamasını bildi. Titrek ve ürkek bir sesle Filiz Hanıma bütün kibarlığı ile
cevap vermeye çalıştı:
“Filiz Hanım, adım
Mustafa. Bizi seçtiğiniz için size çok teşekkür ediyorum . Müsaitseniz size
önce sabah saat 8.00' de Konutkent'ten hareket eden aracımızın plakasını
kodluyorum. Kalem ve kâğıdınız var mı acaba?
“Evet, Mustafa Bey. Kalem
ve kâğıdım var. Buyurun sizi dinliyorum.”
“Efendim… Eee… Önce
Fatma’nın S si…” Filiz Hanım doğru mu duyuyorum diye şaşakalsa da, doğru duymuştu.
“Ne dediniz Fatma’nın
S’si mi? O nasıl olur? Ha ha! Ha ha ha… hahaha!”
Kel Mustafa, neye
uğradığını şaşırdı. Arkadaşları da aşağı yukarı böylesi bir kodlama
yapıyorlardı. Filiz Hanım’ın kendisinin herkesin yaptığı kodlamadan oldukça
farksız yaptığına neden bu kadar güldüğünü, kendisini alaya aldığını
anlayamadı. Acaba nerede ve nasıl bir yanlış yapıyordu? Sesi daha çok titrer
hale geldi, sus pus oldu. Kendisini gölge misali takip eden ol özgüveni
sıfırlandı. Yoksa "baltayı taşa mı vurmuştu?" Filiz Hanım’ın yükselen
kahkahaları kulaklarında çınlasa da en nihayetinde son buldu. Bir insanın bu
denli saf ve temiz olması Filiz Hanım’ın çok hoşuna gitti.
Mutlaka büroya gidip
kendisini görmeliydi. Hayatı boyunca bu denli bir kodlama duymamıştı. Belli ki,
Mustafa Bey okuma ve yazma konusunda pek de iyi değildi. Ama bütün iyi niyeti
ile sorulanı cevaplamaya çalışıyordu. Filiz Hanım, kahkahalarını sonlandırıp
gülmekten yaşaran gözlerini sol elinin tersi ile sildi.
“Mustafa Bey, sizden özür
diliyorum. Kendimi tutamadım. Ama inanın çok hoşsunuz. Bunu bütün kalbim ve
benliğimle taahhüt ediyorum. Beni ne kadar çok güldürdünüz. Allah da sizi
güldürsün. Acaba birazdan vaktiniz var mı? Büronuz bana çok yakın. Size de
uygunsa gelip bir bardak çayınızı içmek istiyorum.”
“Tabi… Filiz Hanım
buyurun gelin, başım gözüm üstüne. Ben hemen çaydanlığın altını yakayım. Sizi
bekliyorum.”
“Tamam, Mustafa Bey en
geç on dakikaya kadar oradayım. Görüşmek üzere.”
“Görüşmek üzere… eee…
Filiz Hanım.”
Hava biraz serinceydi.
Sonbahar, güneşin çekilmeye başlamasıyla kendisini daha çok hissettiriyordu.
Sokaklarda sarı yaprakların şöleni yaşıyordu. Konutkent sakinleri işlerinden
evlerine dönmeye başladılar. Filiz Hanım, sırtına bordo renkli püsküllü şalını attı
ve kapıyı çekti. Sokak yüksek topuklarından çıkan seslerle yankılandı. Doğrusu
şıklığına diyecek yoktu. Sokakta yürüyenler, gözlerinin ucuyla onun bu alımlı
haline bakmadan edemediler. Eşi Burhan Bey de iş toplantısından dolayı eve geç
geleceğinden, kendisini yemeğe beklemiyordu. Birkaç yüz metre sonra Kel
Mustafa’nın bürosunun kapısını usulca açtı. Arkasındaki kırmızı kadife panonun
haşmetine ve sert bakan Atatürk tablosuna rağmen Kel Mustafa’nın yüzünde büyük
bir mahcubiyet sezilirken, biraz da telaşlıydı. Filiz Hanım’ın çehresinde ise
attığı kahkahaların izleri görülüyordu. Kel Mustafa’ya elini uzattı. Farkında
olmaksızın kestane gözlerini önüne düşürmüş bir halde Filiz Hanım’ın yumuk
elini uzun uzun tuttu. Karşısındaki şık hanımın gözlerinin çağla yeşiline
bakamadı.
“Mustafa Bey, beni bugün
ne kadar çok güldürdünüz. Siz çok yaşayın emi. Biliyor musunuz? Benim karnım
çok acıktı. Az ilerideki kebap salonunda bir şeyler yiyecektim. Dedim ya beni
çok güldürdünüz, nasıl desem, kendimi size karşı bunca kahkahadan sonra bir
yemek için borçlu hissettim. Ne diyorsunuz o zaman? Geliyorsunuz değil mi? Hem
bu arada, aracınızın plakasını da daha almadım.”
“Tamam, Filiz Hanım. Sizi
güldürebildiysem ne mutlu bana. Çok iyisiniz. Buyurun hemen gidelim.
Memnuniyetle.”
Lokanta penceresinin
kenarında menüden yemek çeşitlerine bakmaya koyuldular. Kel Mustafa’nın
yazılanları okumakta zorlandığını gören Filiz Hanım, daha fazla uzatmadan
karşısında bulunan bu hoş ve naif adama yeniden seslendi:
“Mustafa Bey, ben karışık
ızgara alacağım, siz de aynısından ister misiniz? Buranın kebabı güzeldir. İsterseniz
birer de ayran alalım.”
“Evet, tabi. Ondan olsun.
Beni utandırıyorsunuz. Aslında benim sizi yemeğe davet etmem gerekir.”
"Bu çok da önemli
değil. Biz artık dostuz. Bir dahaki sefere de siz ısmarlarsınız. Ne dersiniz?"
Kel Mustafa ve aracın
plakasını sormaya çekinen Filiz Hanım, yemeklerini yemeğe koyuldular. Bu sırada
kebap salonunun birkaç sokak ilerisinde devam eden inşaatta yorgunluktan bitap
düşen işçiler, uzun ve ağır iş günün ardından tozlu tulumlarını çıkardılar.
Kararmak üzere olan günde Tanrıya doğru yükselmeye devam eden binaların
inşasına kısa bir süreliğine ara verildi. Beton karma makineleri duruldu.
Sessizlik hakim oldu. Topal Mahmut, kokoreci beğenmedi. Silo aldığı yirmi lira
bahşişi önce cılız suratına sürttü. Sonrasında parayı büyük bir mutlulukla
pantolonunun sağ cebine yerleştirdi. Sakarya'daki birahanede karşılıklı bira
içen gençlerden Metin, sevgilisi Selma'nın elinden tutmakla kalmadı, kuytuluk
bir yerde ilk öpücüğünü de aldı. Karışık ızgaraların tadına diyecek yoktu.
Kebabın yanı sıra içtiği köpüklü ayran Kel Mustafa'nın kömür karası
bıyıklarında ince beyaz bir çizgi bıraktı. Filiz Hanım, gülmemek için kendisini
zor tutuyordu. Otobüsün plakası 06 FS 685’i defterine kayıt etti. Yüksek kaldırımlı
Ankara sokaklarında ise daha az telaşlı insan kaldı. İtişip kalkışma yoktu.
Simitçiler sokaklardan evlerine çekildiler.
Ankara, 18 Eylül 2018