27 Eylül 2018 Perşembe

FATMA’NIN “S” si










FATMA’NIN “S” Sİ

Karmaşa koleksiyonu 90’lı yıllar. Ülkenin dört bir yanında olduğu gibi, vefalı-kadim dostlukları ile bilinen başkent Ankara’da da dağ taş ayrımı gözetmeksizin yaşanan; Tanrıya doğru üst üste yığılı onlarca katla yükselen, bir beton patlaması söz konusuydu. Şehir derme çatma kabuğunu, yumurtadan çıkmak isteyen bir civciv misali zorluyor. İnsanları birbirinden koparan, aynı zamanda da kavuşturan başkentin dışına açılan İstanbul, Eskişehir ve Konya yollarına doğru neredeyse göz açıp kapama hızında devasa binalar inşa ediliyor. Kar beyazı pamuk bulutlar arasından boy gösteren yapılar geçen her gün ile birlikte daha da çoğullaşıyorlar.
Her canlı için kişiye has bir öyküden ibaret olan hayat; her yönü ile tekdüze rutin devamlılığını da olanca hızıyla sürdürmüyor değil elbette. Sokaklarda simitçilerin ciyak ciyak bağrışmaları dur durak bilmeden devam ediyor. İnsanlar itişe kalkışa doluştukları orantısız yüksek kaldırımlı sokaklarda, varmak istedikleri yerlere doğru pür telaş yürüyorlar. Sigara dumanları altında kalan Sakarya birahanelerinde usulca tokuşan buğulu bardaklardan art arda tiz çınlama sesleri yükseliyor. Bıyıkları yeni terleyen gençler, sevgili adayı genç kızların elinden tutmak için fırsat kolluyorlar.
Topal Mahmut lokantada masasına gelen acılı şalgam suyundan bir yudum aldı. Dumanların yükseldiği ekmek arası kokorece özenle isot ve kekik serpti.
Camgöz Şaşı Güvercin üst üste kanat çırpmaları ile Kocatepe Camisinin minaresine her ne hikmetse namaz kıldıracakmış gibi, gereksiz yere Bursalı imam Hüsamettin'den daha önce ulaştı. Hüsamettin Hoca’nın akşam namazı için camiye varmasına daha üç yüz metre kadar bir mesafe gözüküyordu. Yol boyunca, köse kalan usundan; cemaatinin bu akşam kaç kişi olacağını ve en önemlisi de karısı ile gecenin ilerleyen saatlerinde, çocuklar derin uykulara vardıktan sonra; ağız tadı ile halvete girip-giremeyeceğini, badem bıyıklarının altından tatlı tatlı umutlu gülümsemelerle geçirdi.
Yaşlı dilenci Songül onur kırıklığının utancı ile gelip geçenlere titrek elini açtı. Avucunda ağırlığını hissettiren metal para hayal dünyasını uyandırdı. Torunu Mehmet'in elinde yarım somun ekmek belirdi. Avucunu hızla sıkıca kapattı.
Ayakkabı boyacısı on üç yaşındaki Silo, grand tuvalet giyinen Selim Bey’in sağ ayağındaki kundurayı boyadı. Sıranın sol kundurada olduğunu belirtmek için siyah boyalar içindeki parmakları ile ayakkabının altından vurdu. Bugün de okula gitmemişti. Eve ekmek götürmesi gerekiyordu. Selim Bey ani bir refleksle ayağını değiştirdi. Sılo, iyi bir bahşiş bekleyişi içine girdi.
Zafer Çarşısı’nda sahaf Fikri kitapların rutubet kokmaması için dükkânının kapısını ardına kadar açtı. Havalanması için kitap sayfalarını bir bir araladı. Kitap almaya gelen olmadı.
Balgat, Çukurambar, Öveçler, Dikmen, Mamak, Şentepe ve diğer gecekondu mahallelerinde derme çatma taş duvarlarla çevrili mütevazı tek katlı evler toprakla bir ediliyorlar. Yerlerine gürültü ve patırtılarla ürküntü veren, yağmur sonrası çıkan mantarlar misali yerden devasa binalar türüyor.
Ankara’nın bilinen çehresi tam anlamı ile Çarşamba pazarına dönüyor. Binlerce ağaç boğumlu köklerinde yıllar boyu barındırdıkları yaşama tutkusu ile sevgili misali sarıldıkları mis kokulu topraktan, hayat damarlarından koparılıyorlar. Yerlerine derinlemesine kum ve metal karışımı gri betonlar dökülüyor. Çimenler, kuş iğdeleri, ateş dikenleri, dağ muşmulaları, sevgi çiçekleri, ebruli hanımelleri, Anadolu karanfilleri, papatyalar, gelincikler ve yüzlerce çeşit kır çiçeği "döl israfı müteahhitlerin" emirleri ile ağır tonajlı, gürültülü buldozerlerin büyük tekerlekleri altında eziliyorlar. Tavşanlar, tarla fareleri, tilkiler, baykuşlar, kurtlar, keklikler ve akla gelebilecek irili ufaklı her çeşit canlı buğulu gözlerle sıcak yuvalarını terk etmek zorunda kalıyorlar. Milyonlarca karınca, solucan ve böcek de acımasız bir şekilde aynı akıbete uğruyorlar. Pek çok canlıya yaşam hakkı tanınmıyor. Dünya adeta zehirleniyor.
Şehrin yerleşim alanının dışına taşması, beraberinde bu yeni semtlerde ikamet edenlere de her türlü hizmetin belediye ve aynı zamanda da yeni iş alanları arayışında olan girişimciler tarafından götürülmesini zaruri hale getirdi. Bu girişimcilerden biri de Kör Zewe’nin tatlı gülümsemeli oğlu Kel Mustafa idi. Kel Mustafa, çocuk yaşta traktör ve arabalarla yakından haşir neşir olduğundan,  yaygın dilini bir zahmet uzatıp “mürekkep yalama” işine vakit ayıramadı. O nedenle okuma yazma ile haliyle pek de ilintili olamadı. Gecesini gündüzüne katıp kardeşi Bilo ve Camili Köyü’nden birkaç kişi ile birlikte Ankara’nın Kızılay ve yeni oluşturulan Konutkent semtleri arasında birkaç otobüs ile belediyenin yapmadığı toplu taşıma işini yapmaya koyuldu. Oldukça zor bir iş olsa da, üstesinden gelmeye bütün azmi ile çabaladı.
Konutkent semtinin çiçeği burnunda sakinlerinden kızıl bukleli Filiz Hanım ise en nihayet istediği büyüklükte bir eve taşındı. Mutfağı, banyosu, yatak odaları ve oturma salonu alabildiğine büyüktü. Evini kendi zevkine göre hiçbir masraftan kaçınmadan dayadı-döşedi. Onun felsefesine göre güzel bir ev, mutluluğun yarısı demekti. O güzelim mutfağında üç ay kadar önce evlendiği eşi Burhan Bey ile birlikte, istediği yemekleri hazırlayacak ve arkadaşlarını gönül rahatlığı ile davet edeceklerdi. Artık yavaş yavaş da olsa, uzun bir süredir ara verdiği Kızılay semtindeki işine yeniden başlayabilirdi. İzinli günler çarçabuk geride kaldı. Kel Mustafa’nın şirketinin iki semt arasında servis yaptığını biliyordu. Servis idaresini arayıp sabah ve akşam kalkış saatlerini, aynı zamanda aracın plakasını öğrenmesi iyi olacaktı.
“Alo… Konutkent Taşıma Servisi… Buyurun!”
“İyi günler beyefendi. Adım Filiz Büyükova. Ben Konutkent’e yeni taşındım. İş yerim ise Kızılay semtinde. Çok yerinde ve güzel bir hizmet veriyorsunuz. O nedenle her gün Kızılay’a giderken sizin otobüsünüzü kullanmak istiyorum. Size zahmet, bana önce sabah saat 8.00 sıralarında Kızılay istikametine giden aracınızın plakasını kodlayabilir misiniz?”
Kel Mustafa daha önceleri birkaç arkadaşının aynı şekilde adlarını veya yine araçlarının plakalarını kodladıklarını duymuştu. Bir anda tereddüt etse de kendisini bir gölge misali her daim takip edegelen ve bütün özgüvenini kel kafasının içinde yeniden toparlamasını bildi. Titrek ve ürkek bir sesle Filiz Hanıma bütün kibarlığı ile cevap vermeye çalıştı:
“Filiz Hanım, adım Mustafa. Bizi seçtiğiniz için size çok teşekkür ediyorum . Müsaitseniz size önce sabah saat 8.00' de Konutkent'ten hareket eden aracımızın plakasını kodluyorum. Kalem ve kâğıdınız var mı acaba?
“Evet, Mustafa Bey. Kalem ve kâğıdım var. Buyurun sizi dinliyorum.”
“Efendim… Eee… Önce Fatma’nın S si…” Filiz Hanım doğru mu duyuyorum diye şaşakalsa da, doğru duymuştu.
“Ne dediniz Fatma’nın S’si mi? O nasıl olur? Ha ha! Ha ha ha… hahaha!”
Kel Mustafa, neye uğradığını şaşırdı. Arkadaşları da aşağı yukarı böylesi bir kodlama yapıyorlardı. Filiz Hanım’ın kendisinin herkesin yaptığı kodlamadan oldukça farksız yaptığına neden bu kadar güldüğünü, kendisini alaya aldığını anlayamadı. Acaba nerede ve nasıl bir yanlış yapıyordu? Sesi daha çok titrer hale geldi, sus pus oldu. Kendisini gölge misali takip eden ol özgüveni sıfırlandı. Yoksa "baltayı taşa mı vurmuştu?" Filiz Hanım’ın yükselen kahkahaları kulaklarında çınlasa da en nihayetinde son buldu. Bir insanın bu denli saf ve temiz olması Filiz Hanım’ın çok hoşuna gitti.
Mutlaka büroya gidip kendisini görmeliydi. Hayatı boyunca bu denli bir kodlama duymamıştı. Belli ki, Mustafa Bey okuma ve yazma konusunda pek de iyi değildi. Ama bütün iyi niyeti ile sorulanı cevaplamaya çalışıyordu. Filiz Hanım, kahkahalarını sonlandırıp gülmekten yaşaran gözlerini sol elinin tersi ile sildi.
“Mustafa Bey, sizden özür diliyorum. Kendimi tutamadım. Ama inanın çok hoşsunuz. Bunu bütün kalbim ve benliğimle taahhüt ediyorum. Beni ne kadar çok güldürdünüz. Allah da sizi güldürsün. Acaba birazdan vaktiniz var mı? Büronuz bana çok yakın. Size de uygunsa gelip bir bardak çayınızı içmek istiyorum.”
“Tabi… Filiz Hanım buyurun gelin, başım gözüm üstüne. Ben hemen çaydanlığın altını yakayım. Sizi bekliyorum.”
“Tamam, Mustafa Bey en geç on dakikaya kadar oradayım. Görüşmek üzere.”
“Görüşmek üzere… eee… Filiz Hanım.”
Hava biraz serinceydi. Sonbahar, güneşin çekilmeye başlamasıyla kendisini daha çok hissettiriyordu. Sokaklarda sarı yaprakların şöleni yaşıyordu. Konutkent sakinleri işlerinden evlerine dönmeye başladılar. Filiz Hanım, sırtına bordo renkli püsküllü şalını attı ve kapıyı çekti. Sokak yüksek topuklarından çıkan seslerle yankılandı. Doğrusu şıklığına diyecek yoktu. Sokakta yürüyenler, gözlerinin ucuyla onun bu alımlı haline bakmadan edemediler. Eşi Burhan Bey de iş toplantısından dolayı eve geç geleceğinden, kendisini yemeğe beklemiyordu. Birkaç yüz metre sonra Kel Mustafa’nın bürosunun kapısını usulca açtı. Arkasındaki kırmızı kadife panonun haşmetine ve sert bakan Atatürk tablosuna rağmen Kel Mustafa’nın yüzünde büyük bir mahcubiyet sezilirken, biraz da telaşlıydı. Filiz Hanım’ın çehresinde ise attığı kahkahaların izleri görülüyordu. Kel Mustafa’ya elini uzattı. Farkında olmaksızın kestane gözlerini önüne düşürmüş bir halde Filiz Hanım’ın yumuk elini uzun uzun tuttu. Karşısındaki şık hanımın gözlerinin çağla yeşiline bakamadı.
“Mustafa Bey, beni bugün ne kadar çok güldürdünüz. Siz çok yaşayın emi. Biliyor musunuz? Benim karnım çok acıktı. Az ilerideki kebap salonunda bir şeyler yiyecektim. Dedim ya beni çok güldürdünüz, nasıl desem, kendimi size karşı bunca kahkahadan sonra bir yemek için borçlu hissettim. Ne diyorsunuz o zaman? Geliyorsunuz değil mi? Hem bu arada, aracınızın plakasını da daha almadım.”
“Tamam, Filiz Hanım. Sizi güldürebildiysem ne mutlu bana. Çok iyisiniz. Buyurun hemen gidelim. Memnuniyetle.”
Lokanta penceresinin kenarında menüden yemek çeşitlerine bakmaya koyuldular. Kel Mustafa’nın yazılanları okumakta zorlandığını gören Filiz Hanım, daha fazla uzatmadan karşısında bulunan bu hoş ve naif adama yeniden seslendi:
“Mustafa Bey, ben karışık ızgara alacağım, siz de aynısından ister misiniz? Buranın kebabı güzeldir. İsterseniz birer de ayran alalım.”
“Evet, tabi. Ondan olsun. Beni utandırıyorsunuz. Aslında benim sizi yemeğe davet etmem gerekir.”
"Bu çok da önemli değil. Biz artık dostuz. Bir dahaki sefere de siz ısmarlarsınız. Ne dersiniz?"
Kel Mustafa ve aracın plakasını sormaya çekinen Filiz Hanım, yemeklerini yemeğe koyuldular. Bu sırada kebap salonunun birkaç sokak ilerisinde devam eden inşaatta yorgunluktan bitap düşen işçiler, uzun ve ağır iş günün ardından tozlu tulumlarını çıkardılar. Kararmak üzere olan günde Tanrıya doğru yükselmeye devam eden binaların inşasına kısa bir süreliğine ara verildi. Beton karma makineleri duruldu. Sessizlik hakim oldu. Topal Mahmut, kokoreci beğenmedi. Silo aldığı yirmi lira bahşişi önce cılız suratına sürttü. Sonrasında parayı büyük bir mutlulukla pantolonunun sağ cebine yerleştirdi. Sakarya'daki birahanede karşılıklı bira içen gençlerden Metin, sevgilisi Selma'nın elinden tutmakla kalmadı, kuytuluk bir yerde ilk öpücüğünü de aldı. Karışık ızgaraların tadına diyecek yoktu. Kebabın yanı sıra içtiği köpüklü ayran Kel Mustafa'nın kömür karası bıyıklarında ince beyaz bir çizgi bıraktı. Filiz Hanım, gülmemek için kendisini zor tutuyordu. Otobüsün plakası 06 FS 685’i defterine kayıt etti. Yüksek kaldırımlı Ankara sokaklarında ise daha az telaşlı insan kaldı. İtişip kalkışma yoktu. Simitçiler sokaklardan evlerine çekildiler.

Ankara, 18 Eylül 2018

CHARLOTTE CAFE Annem, bildim bileli hasta, ömrü böyle geçti diyebilirim. Lakin bu kez hayli ilerlemiş olan yaşı ile artık uzatmaları oynuyo...