19 Şubat 2011 Cumartesi

GOYİM’ LERİ BEKLERKEN






GOYİMLERİ BEKLERKEN


Aldırmadan, acımadan, utanmadan
Kocaman yüksek duvarlar ördüler dört yanıma.
İşte oturuyorum şimdi umutsuz
Bu yazgı kemiriyor beynimi, başka şey yok aklımda;
Yapacak neler vardı dışarıda.
Ah, duvarları örerken nasıl görmedim onları?
Ne sesini duydum örücülerin, ne gürültüsünü.
Çıt çıkartmadan kapamışlar bana dünya kapılarını.”
Kavafis, Barbarları Beklerken (Duvarlar)


O bir “goyim”. Musa Peygamberin deri tabakaları üzerine büyük bir ihtimamla yazdığı, Yahudilerin kutsal kitaplarından Talmud’da sık sık bahsettiği bir goyim o. Kutsal kitap Talmud’a göre Yahudi olmayan herkes birer goyimdir. Bu sözcük Müslümanların “gavur-kâfir” tabirleriyle birebir aynı anlama gelse de goyim olmanın aşağılanma seviyesi diye adlandıracağımız kırık çıtanın yüksekliği, Yahudilik inancına göre çok daha yukarılardadır.
Öyle ki aslında o bir canlı olarak insan bile değildir. Yahudi olmayan, bir diğer adıyla, yani goyimler, Tanrı tarafından insan görünümünde yaratılmış hilkat garibesi-mendebur ucubelerdir. Dünyanın yegane sahibi ve tek üstün ırk olan Yahudilerin emirlerine amade, ilelebet el pençe bekleyen kürek mahkûmu hizmetçilerdir goyimler. Gerçek bir Yahudi’nin gözünde goyim denilen kişilik, sözüm ona canlı bir yaratık olsa da gerçek anlamda bir hiç bile değildir.
Günümüzde ürperti veren bir yükselişle nüfusu yedi milyar gibi devasa bir sayıyı ardında bırakan; çeşitli din, dil, ırk, renk, katman, dünya görüşü ve pek çok bariz farklılıktan oluşan insanlığın arasında da, ne idüğü belirsiz, hani mecazi anlamda tam da Yahudilerin tanımlamalarıyla örtüşen, bir goyim de diyebileceğimiz bir gramlık faydasından çok milyonlarca kat daha fazla zarara sebebiyet veren pek çok ucube yaratık hiçbir engele takılmadan fütursuzca ellerini kollarını sallaya sallaya dolaşmaktadırlar. Bu kişiliklerin pek çoğumuzun yüreklerinde zamanla açtıkları yaralar dehşetli acılara neden oluyor. Aldığımız nefesle inip kalkan göğüs kafesimizin sol yanındaki cevherde şefkatle korumaya çalıştığımız, adeta kuş tüyü yatağında mışıl mışıl huzur içinde uyuyan mutluluğumuzun, en nihayetinde kanatlarını hızla çırpan minik bir serçe misali uçup gitmesine neden oluyorlar.
Bir goyimle yaşanan ilişkide yapılan kötülük insan yüreğinde beterin beteri, adeta nefes aldırmaz bir kâbus olup üzerinize çöreklenir. İnsan kendisini apansız bir uzam boşluğuna düşmüş gibi hisseder. Çok geçmeden kendinizi koca bir dağın yorgunluğunda bulursunuz. Goyime sarf ettiğiniz onca emek, yapılan onca iyilik, verilen insani değer kendileri tarafından bir anda sıfırlanır.
Goyimla kurulan her ilişki, insanoğluna en nihayetinde büyük bir mutsuzluk getirir. Bu birlikteliğin getirisiyle dünyası başına dar edilir, bir çırpıda her şey tuzla buz olur. Yıllar yılı oluşturma çabası içinde olduğu güzelim insani düzen alabora edilir. Sebep olduğu depremin sarsıntısı ise, yaşanan şokun etkisinde, yârinin yanağından doyulmaz buseler alan dudaklarını uçuklatacak kadar büyük olur. Kişi üzerinde yarattığı hasarın bertaraf edilip giderilmesi çoğu zaman oldukça uzun bir zamanını alabilir. Ömrünüzün geriye kalan kısmını yüreğinize goyim tarafından doldurulan cam kırıklarıyla geçirirsiniz. Verilen tahribat mağdurun ruhsal hassasiyetine de bağlı olarak onlarca yıl sürebilir. Goyim insanı insan kılan değer yargılarının köküne kibrit suyu çeker. Hatır, iyilik, örf, âdet, incelik, nezaket, güzellik ve sevgiye zerre kadar mekân tanımaz. Bunlar bir goyim için içi boş, kof ve kıymeti harbiyesi sıfırın çok altında olan gereksiz kavramlardır. Değil bir fincan acı kahvenin, sunulan tonlarca balın hatırı saniyelik değildir. Ancak işi görülene kadar bu kavramlara önem verir gibi gözükmesini de çok iyi bilir. Zaten köprü geçildikten hemen sonra, bu kavramlar yanı başındaki suya kaşla göz arasında hemencecik, vefasızlığın timsali olan bir tekmeyle atılır. Elbette onun da goyim olmasını gerektirecek nedenler ve bu olumsuzluğa zemin teşkil edecek ortam veya derin bataklık bütün belirleyiciliğiyle mevcuttur. İşin acı tarafı, söz konusu kişilik istese de bu konuda elinden bir şey gelmez. Zamanında savunmasız olan ve bulunduğu ortamdan kaynaklanan nedenlerle, bu kişiliği tamamen eline geçiren ahtapot görünümündeki karmaşık manevi güç onlarca koluyla onu kenetler. Bundan sonrasında can havliyle ortaya konacak olan çırpınışlar haliyle beyhude kalır. Goyimliğini tüm kırıcılığı, insanlara verdiği manevi tahribat, sınırsız arsızlık, kof ukalalılık, densizliği, mide bulandıran ve zerre kadar olmayan vefasızlığını, pes ettiren nankörlüğü, ihaneti ve daha akla hayale gelebilecek olan bütün olumsuz yanlarıyla sürdürmek zorundadır. Bu gayri insani tavırlar, artık onun vazgeçemeyeceği yegane temel besin kaynağıdır. O artık misyonunu acımasızca sürdürmek yükümlülüğündedir.
O dünyaya goyim olarak gelmemiştir. Aslında goyim biçaredir, bu iğrenç kişilik yapılanması konusunda yapabileceği pek bir şey yoktur. Öyle veya böyle serde goyimliğin genleri onda da silsile yolunu takiple gelip dört başı mamur bir edayla yayıla yayıla beyninde bağdaş kurmuştur. Daha sonraları bu olumsuzluğun farkına varsa da böyle olmasını zorunlu kılan, insanlık için çok nahoş durumlar doğuran ve artık yerleşik bir hal alan iğrenç kişiliği, zavallı benliğinden söküp atması olanaksızdır. Zamanla gelinen geriye dönüşün olmadığı aşamada kendisinden goyimleştiğini görmesini beklemek de haksızlık olur. Zira söz konusu kişilik ve ortam bu halinin gayet normal, hatta vaziyetin tamamen berkemal olduğu algısına kapılır. Vicdani muhasebe zaruriyetinin gereksizliğine, herhangi bir olumsuzluğun hiç de mevzubahis olmadığına bütün doğallığıyla kendisini ikna eder.
Goyim kişilik genelde çok elverişsiz ve özellikle de sevgisiz bir ortamda dünyaya gelir. Elde olmayan avuçta zaten nafiledir. Bu ortamda “at ve avrat yoktur. Şan, silah, şöhret zurnada peşrevdir”. Yoksulluk çoğunlukla diz boyudur. Kırıntı halinde de olsa sevginin minik kırıntılarına, devasa büyüteçlerle de baksanız, iğne ucu büyüklüğündeki herhangi bir izine maalesef rastlayamazsınız. Toplum, ilgi, nezaket, duygu, vicdan, empati ve pek çok benzeri kavramla hiç ilintili değildirler. Yer aldığı olabildiğince olumsuz bir konumda olan ortam, onun adeta besin kaynağına dönüşür ve bu kaygan zeminde goyim kişilik, söz konusu misyon adayının dimağında gün geçtikçe güverir.
Goyim başkaları tarafından sevilmez. Halet-i ruhiyesinin ve tavırlarının iticiliği herkes tarafından bariz bir şekilde görülebilir. Küllenen sönük yıldızıyla, kendisi de dahil olmak üzere hiç kimseyle barışık değildir. Bütün konulardaki tılsımlarını tamamen kaçırtmıştır. Sürekli tedirgin, huysuz, haşarı, huzursuz, hırslı, hırçın, köylü kurnazı, kaçık, kaba, kavgacı, kırıcı, tam bir huşunet yanlısı, yaralayıcı, yırtıcı ve yıkıcıdır. Diz boyunu aşan megalomanlığı her an ayyuktadır. En büyük kendisidir, başka büyük yoktur. Her şeyi o bilir. En iyiyi o yapar. Tek doğru ona ait olandır. Mercimekten hallice beyniyle her daim ve her yerde “ulu hazretleri” ön plandadırlar. Onun dipsiz kuyu egosunun önüne geçmek olası değildir, bir milimlik çıkarı her türlü değerin binlerce kat üstündedir. Dünya denilen “kavanoz kıçlı” bin bir güzelliği ve çirkinliği bünyesinde barındıran yaşlı gezegen, zaten onların etrafında ve adeta onların yüzü suyu hürmetine durmaksızın fır döner. Bütün keramet onlardadır.
Bu bağlamda söylenecek şey, goyimlerin daha fazla insanı huzursuzluğa, mutsuzluğa, biçareliğe ve yüreklerinin oluk oluk kanamasına sebebiyet vermemeleridir. Her ne kadar Nâzım misali, “Yürek değil be, çarıkmış bu, manda gönünden, teper ha babam teper, paralanmaz, teper taşlı yolları” deyip ciddiye almadan üzerinize almak istemezseniz de goyimler insanlığa büyük zararlar veriyor. “Denizler ortasında yelkensiz, dipsiz kuyularda merdivensiz” çar naçar bırakılmanız an meselesidir. İnsanların dört çevresini dikenli tellerle çevrili yüksek burçlu mutsuzluk duvarlarıyla örüyorlar. Bu duvarlar, mağdur olan insanlara dayanılmaz acılar verip sevgi dolu kalplerinde ise oluk oluk kanayan onulmaz yaralar açıyor.
Dört gözle bekleneduran, biteviye “Godot’yu bekler” gibi şirret kişilikli goyimler veya barbarlar olmamalı. Sevgiyle, olabildiğince bir genişlikte kucak açılan, kızıl güller, karanfiller, mor menevşeler, mimozalar, mis kokulu -güzelim- nazlı kır çiçekleriyle karşılanan insanlık ve güzellik olmalı. Ola ki bir tesadüf eseri isteminiz dışında bir goyimle yolunuz kesişirse, tez elden lavlarını püsküren bir yanardağdan, tsunami, veba, deprem, sel baskını, hortum fırtınası ve akla gelen bütün felaketlerden kaçarca-sına uzaklaşın. Yem olmayın, kurtarın kendinizi.
Anadolu’da söylenegelen ve k
ıymeti harbiyesi çok olan deyimdir: “Katran kaynatılarak şeker elde edilmez.” Goyime ne yaparsanız yapın, isterseniz allayıp pullayın, altın veya gümüş suyuna batırın, başınıza taç yapıp taşıyın ama goyimle bir yerlere varılmaz. Ancak hepten bir daha belinizi doğrultmamak üzere yok olursunuz. Bahar yüzü göremezsiniz. Güneş yüzünü sizden saklar. Ay küskün bir halde çok uzaklara kaçar. Var etmek çabası içinde olduğunuz lolipop renklerindeki dünyanız kararır. Yüreğiniz sararır. Kanınız durur. Aklınızın suyu çekilir. “Aşil topuğunuzdan” vurulmanız an meselesidir. Hain pusularda bekleyen insanlık düşmanı bu eciş bücüş, sinsi kişilikler ne kadar tez elden keşfedilir ve var olan ilişkide araya ne kadar çok mesafe konulursa, edinilen hasar da o denli asgari düzeyde olur. Dikkat, sağdan, soldan, aşağıdan, yukarıdan, önden ve arkadan goyimler geliyor!

Amsterdam, 16 Eylül 2004




14 Şubat 2011 Pazartesi

GUNDİ AYDO

 GUNDİ AYDO*

                                                                                             
         Büyük burunlu, kırçıl pos bıyıklı, boksör çeneli, geniş ve açık alınlı, altmış yaşına merdiven dayamış, ter kokulu şapkasının altında henüz dökülmemiş kıvır kıvır saçları ile gariban bir gundidirAydoAydo gundi gelip, gundi  giden, yirmi dört ayar bir gundi oğlu gundiGundilik Aydo’nun kıçına kırk tane ayağı (iğne sivriliğinde), olanca gücü ve eşek inadı ile kenetlenen, koparılıp atılması kabil olmayan, kendisi ile tinsel, tensel ve her açıdan bütünleşmiş - yapışık kömür karası bir kenedir adeta. Babasından devraldığı bu mirasın çok da kıymeti harbiyesi olmadığı gibi, toplum içinde benliğine mahcupluk ve eziklik veren cinstendi.
         Gundi Aydo’nun köyündeki  dar yaşam alanı, haşır neşir olduğu insan sayısı, yaşamın çeşitliliği ve kalitesi pek de yüksek değildir. Sosyal  ve kültürel faaliyet alanı da haliyle oldukça sınırlıdır. Dünyada insanın başını döndürecek kadar çok, hızlı ve artçı gelişmeler, olaylar olduğu halde, Gundi Aydo bu açıdan diğer gundileri gibi adeta ayrı bir gezegenin insanıdır. Olup bitenlerden bihaberdir. Deyim yerinde ise bu konuda en işitme özürlü “Sağır Sultandır” gundi Aydo. O, yaşananları gundiliğinden dolayı çoğu zaman, sağlıklı değerlendiremez. Yaptığı siyasi tercihler bilimden, çağdaşlıktan ve daha yüksek olan insani yaşamdan yana değildir, çünkü o bunları kavrayıp göremez. Aldığı eğitim sağlıklı düşünebilmesi için oldukça yetersizdir. Gundi Aydo’ların belirleyici çoğunluğunun seçtikleri, bir avuçluk azınlığın borusu öter. Okuma ve yazması olmayan Gundi Aydo’lar; imza yerine mürekkebe batırdıkları parmakları ile insanlığın kaderini belirlerler.
         Üretmekten alıkonulan “milletin efendisi” olduğu vurgulanan gundiliğin bu payesi de inandırıcılığını hepten yitirmiştir. Kendi ihtiyacı olan bir kaç yumurtayı dahi köy bakkalından alan Gundi Aydo’ların, başkalarının efendisi olma özelliği de, büyük bir yalana dönüşmüştür.
         Tek hobisi, boş zamanlarında evinin duvarına sırtını dayayıp, gözlerini kırpıştırarak güneşe yüzünü dönüp, çömelmiş bir vaziyette oturan Gundi Aydo’nun, köylü olmasının avantajları ve dezavantajları birbirinden oldukça farklı ve çoktur. Bunlar sayılmak ile bitmez. Gundi Aydo’lar yaşanan etkinliklerden, dünyada var olan onca olanaklardan ya bi haberdirler, ya da bunu kavrayacak bir yeti veya hayal gücüne sahip değildirler. İnsanlar için olan onca güzellik, kültürel etkinlik, eğlence ve benzeri aktiviteler; onların ayaklarının altından coşkulu bir akarsu gibi akıp, gider. Onlar susamadıkları için, çağıldayan bu berrak sudan bir yudum dahi  içmezler. Metropollerde, şehir ve kasabalarda her gün yüzlerce opera, müzikal, her türden müzik konserleri ve tiyatro gösterileri yapılır, salonlar hınca hınç dolar. Gundi Aydo ne yazık ki tüm bunlardan bir nebze olsun nasibini alamaz. Sinema, konserler, müzikal, opera, bale,  tiyatroya ve resim sergilerine gitmez. Herhangi bir yayın, kitap ve gazete okumaz. Günün birinde eşi, çocukları, arkadaşları veya bir yakını ile birlikte kar beyazı örtülerin serildiği masaların bulunduğu bir restauranta gidip, mum ışığının pır pır ettiği loş bir köşede oturmaz. Bir kadeh rakı veya şarabı yudumlayıp, ne başkalarının ne de kendisinin şerefine kadeh tokuşturup, sevdikleri ile güzel bir yemek yemez. Sevgilisi veya nişanlısı ile bir pasta hanede buluşup, Colaturka** içip, pasta yiyemez. Gundi Aydo’nun buluşma yeri gizli saklı bir samanlıktır.  Nişanlısının elini samanlıkta bulunan, güzel gözlü boz eşeğin mahzun bakışları altında, mis amber kokular içinde tutar. Kırmızı bir elmayı yer gibi, şapur şupur nişanlısının al yanaklarından öper.
         Televizyonda Brezilya’yı aratmayan dizi enflasyonundan, bu sıralar revaçta olan “Fatma Gülün suçu ne?” yi seyreder, daha fazla dayanamaz ve Fatma Gül’ün suçunu üstlenir. “Hanımın çiftliği” dizisinde; kah Kabak Hafız’a, kah Zaloğlu’na acır. Dizilerini seyrederken höpürdederek tavşan kanı çayını içer, yanı sıra kavurga-qelinek (kavrulmuş buğday) yer.
         Nazım, AragonNeruda ve E.A.Poe’dan gürül gürül aşk şiirleri okumaz. Gundi Aydo Figaronun düğününe değil, köyünde üç gün üç gece süren Fadime’nin düğününe gider. Tabanca ile havaya kurşun sıkıp caka satar. Radyo veya televizyonlarda insan ruhunu okşayan Edit Piaf, Louis Armstrong, Nina Simone, Mercedes Sosa, İbrahim Ferrer, Bill Evens, Beethoven, Mozart ve Bach’ın melodileri Gundi Aydo’ya bir şey ifade etmez.
Oysa Ferdi Tayfur onu sığıntı halinde yaşadığı, tutunamadığı şehir yaşantısından köyüne dönmeye, köyünün yağmurlarında yıkanmaya, Fadime’nin düğününde halay çekmeye davet eder. Çeşmenin başına varmanın pişmanlığını yaşar.  Güzelin güzel yüzünü çeşme başında gördüğünden dolayı, hem kendisine, hem de dinleyicisine kahrettirir.
         Hakkı Bulut zar zor bulduğu, gidip gelmeler yaşayan sevgilisine ne köşkünün, ne de sarayının olduğunu saklamadan, dobra dobra severse kendisini köylü olarak sevmesini bas bas bağırır. Adı üstünde bu arabesk melodiler Gundi Aydo’nun tüm damarlarına nüfus edip, onu transa sokar, aklını başından alıp, onu dumura uğratır.
         Gundi Aydo köyünde karşıdan karşıya geçerken, trafik lambasını beklemesine gerek yoktur. O nedenle freni patlayan kamyonun da altında kalmaz. Simitçi, kalaycı, hurdacı, eskici ve her türden seyyar satıcının tiz haykırışları evindeki sessizliği bozmaz. Gundi Aydo’ların kendisi gibi köylü olan karşı cinsleri, balık istifi dolu toplu taşım araçlarında “fortçuların” tacizine uğramaz, cüzdanları çalınmaz. Daha insani bir yaşam için yapılan protesto gösterilerine katılıp, polis tarafından coplanıp, kurşunlanmazlar. Dolmuş, otobüs, ekmek ve diğer bilumum kuyruklarda beklemezler. Ama istediği gibi yerlere tükürür, stres nedir bilmez, canı sıkılmaz, bunalımlara girmez, zamanla yarışma kaygısı olmaz. Olmayan randevusuna geç kalmak gibi bir sorunu zaten hiç yoktur. Her gün ütülü elbise giyme, sakal traşı olma, ayakkabılarını boyama, makyaj yapma gibi bir sorunları yoktur.  Çöp, kanalizasyon ve benzeri vergileri vermesine gerek kalmaz.
        Gundi Aydo’lar bu dünyadan pek çok güzelliği yaşamadan, ömür denilen  bir zaman süresine bin bir yoksulluk ve hastalığı serpiştirerek doldururlar. Bir kaç köylüsünün omuzlarında, ahşap bir tabutun içinde mezarlığa doğru, geriye dönüşün olmadığı bilinen bir yolculuğa çıkar. İmam efendi bilinen sorusunu, sesini gürleştirip, aksini söylemeyin sakın dercesine yükseltip sorar.
“Ey Cemaati müslimin... Merhum Gundi Aydo’yu nasıl bilirdiniz?”
“İyi bilirdik.” Söylenen sanki: “İyi bilirdiniz, o zaman gömün toprağa gitsin” dir.
         Gundileri tarafından iyi bilinen, ama milletin efendisi olup, olmadığı tartışmalı olan Gundi Aydo’ya, işin iyi tarafı hakkı olan da, olmayan da bol keseden “Helal olsun!” der. Böylelikle, yıllarca üstünde koşuşturduğu memleket toprağından, bağrına en sevdikleri tarafından onlarca kilo yığılan Gundi Aydo “seke seke”*** veda etmiş olur.

            *Köylü Aydo
            ** Bu yazıya Colaturka sponsorluk vermiştir. Yazıda rakı ve şarap kelimeleri kullanılmasaydı, ödeme iki katı yapılacaktı. Fakat verilen bir birimlik destek yeterli görüldüğünden, bu haram kelimelerin kullanılması daha ağır bastı.
            *** Can Yücel – Seke seke şiiri.
http://forum.mevsimsiz.net/index.php?showtopic=960  Son derece iyi bir hümanist şair olan Şükrü Erbaş’in bu linkteki şiiri de ön yargısız okursanız, büyük keyif alacaksınız.



Amsterdam, 14 Şubat 2011


                                                      




CHARLOTTE CAFE Annem, bildim bileli hasta, ömrü böyle geçti diyebilirim. Lakin bu kez hayli ilerlemiş olan yaşı ile artık uzatmaları oynuyo...