26 Nisan 2011 Salı

BİR MEVTADAN MEKTUPLAR – 2








MEVTADAN MEKTUPLAR – 2 
         Canım çok sıkkın. Hani ne yapacağımı kestirebilsem, belki biraz olsun rahatlarım. Durum böyle olmasına rağmen, daha önceki mektubumda, sizlere ilk fırsatta yeniden yazacağıma dair söz verdiğimden, iş başa düştü. Bu nedenle bunalım ve buhran hallerimi bir tarafa bırakıp, sizlere yeniden yazmalıyım, diye düşündüm. Günlerdir her tarafta kaynayan kazanlar, burnuma gelen o iğrenç ve yapış yapış katran kokuları, inşa halindeki ne idüğü belirsiz asma köprüler ve diğer hazırlıklar; zaten darmadağın olan beynime, çok olmazsa olmazımmış gibi bin türlü olumsuzluğu getirip, çöreklendiriyorlar. Derken insanda zırnık kadar akıl ve moral kalmıyor. Sanki Allah’ın "ittir ettiği" bu yere gelmek için bizzat kendim davetiye çıkarttırmışım da, bundan benim haberim yok. Bunalmamak elde değil. Fakat yapılacak bir şey de yok elbet. Beklemek ve sabretmek paslı bir tepside sunulan tek seçenek. Umarım uzun uzadıya yazmaya çalıştıklarımla sizleri sıkmıyorumdur. Sürç-i lisan ediyorsam af ola. Bu satırları insanlık adına sizlere tüm iyi niyetimle yazdığımı bilmenizi isterim. 
         Bir önceki mektubumda, adresim belli olursa bunu da ileteceğimi belirtmiştim. Övünmek gibi olmasın ama gerek dünyada, gerekse burada sözümün arkasında hep durdum ve bu nerede olursa olsun, iki elim kanda veya biri yağda biri balda da olsa, bu böyle devam edecek. Ben de öyle hile hurda olmaz. Bu satırları okurken hafiften dudaklarınızın tebessüm etmek için gerildiğini görür gibi oluyorum. Duyduğunuz güvenden dolayı sizlere müteşekkirim. Beni bu nahoş ortamda, bir yudum da olsa hoş kılıyorsunuz. 
         Bu diyarda yavaş yavaş kıdemli oluyorum. İnsanoğlu, her şeyin çaresi olan zamanın (hızla olmasa da), kabullenilmesi olanaksızmış gibi görünen tüm güçlükleri,  sonuçta özüne buyur etmek zorunda kalıyor ve akabinde de bunlara kanıksıyor. Size peşinen söyleyeyim. Allah ömrünüzü uzun kılsın. Her beşerin yolculuğu er veya geç buraya olacaktır ki, bu şimdiye değin hep böyle olageldi. Dediğim gibi geldiğinizde, beni bulursanız kısıtlı da olsa tüm olanaklarımı size seferber edeceğime dair de sizleri temin ediyorum. O yaşam aşkıyla pır pır eden yüreğiniz rahat etsin. 
         Bu güzergaha doğru, dönüşü olmadığı söylenen yolculuğun konforu da yine maddi durumunuza bağlı. Zenginin işi her zaman olduğu gibi, Almanya’dan daha iyi. Onların gelişi son derece lüks uçakların kendilerine tahsis edilen VIP kısımlarında oluyor. Fakir ve garibanlar da her an devrilecekmiş gibi yalpalayan, eski püskü otobüsler ve diğer vasıtalar ile aylarca süren bir yolculuk sonrasında bin bir zahmet ve sıkıntı ile ulaşıyorlar. Aslına bakarsanız çarçabuk ulaşmanın bir anlamı da yok. Zenginler onları nelerin beklediğini bilmedikleri ve keyiflerine olan düşkünlüklerinden dolayı bu işi olabildiğince aceleye getiriyorlar. Koştura koştura gelinen yer, bu zahmete hiç de değmiyor. Reklam olmasın ama ben Mercedes marka bir araba ile geldim. Yolculuk oldukça rahattı. Yolda piknik falan yaptık, konakladık ve kendimizi fazla yormadık. Ben bu zorunlu yolculuğa, gece ve gündüz gidilecek, ince ve uzun olarak tarif edilen yola bir tanıdık ile birlikte çıktım. Gerçi fazla samimiyetimiz yoktu ama aynı mahallede oturuyorduk. Yol arkadaşımın kendisinden pek de hoşlanmazdım. Bunu mahallede her ne kadar belli etmemeye çalışsam da vücut dilim ele verirdi. Kendisi oldukça varlıklı sayılırdı. Dünya görüşünün bana ters olması, ister istemez aramızda belli bir mesafenin oluşmasına neden oluyordu. Ama yine de sağ olsun, rica minnet sonrasında beni arabasına aldı. 
         Bulunduğumuz yeri biraz tarif edecek olursam. Burası yüksek tepelerden oluşan, engebeli bir yer. Öyle fazla bir yeşillik, park, bağ ve bahçe yok. Bir kaç tane nehir geçiyor. Fakat bunlar nereden doğarlar ve nereye dökülürler, henüz bu coğrafi bilgileri edinemedim. Gereksiz bir bilgi olduğu için acelesi de yok. Dünyayı karış karış belledik de ne oldu sanki. İşte sonumuz bu. Bu deve öyle veya böyle güdülecek. Çünkü bu diyardan ayrılmak yok. Bulunduğumuz yer oldukça geniş bir alan. Çok ilerilerde göğe kadar kara perdeler yükseliyor. Bu perdelerin arkasını göremiyoruz. Söylenen o ki; perdenin bir tarafı cennet, diğer tarafı ise cehennemmiş. Ben de buradakilerin yalancısıyım. Kendi gözlerimle henüz göremedim. 
           Size,  bana yazmanız için, daha yeni edindiğim adres bilgilerimi vereceğim. Buraya Araf Mahallesi diyorlar. Henüz posta kodu uygulamasına geçilmemiş. Ama Pazar günleri de dahil postacıyı her gün görüyorum. Kapı kapı dolaşıp, duruyor. Ben daha herhangi bir mektup almadım. Anlayamadığım; siyah üniformalı posta görevlisi, kime mektup verse, sanki celpname vermiş gibi, alıcıya hemen elindeki kirlenmiş buruşuk defteri imzalatıyor. İşin tuhaf yani da, her imza atanın yüzü kızarıyor ve soğuk terler döktüğünü gözleminizden kaçırmıyorsunuz. Gördüğüm bu, sanırım pek hayra yorulacak haberler yer almıyor. O nedenle böylesi bir mektubun gecikmesi veya hiç gelmemesi daha iyi olacağı kanaatindeyim. Size vermek için adresim tam belli oldu, ama kartvizit bastırma olanağım henüz olmadı. Yoksa bu mektup ile birlikte bir de kartımı eklerdim. Hamiline falan yazmama da gerek kalmazdı. Her hâlükârda yakınım sayılırsınız. Mekânımın ve gönlümün kapılarının her zaman içe doğru açık olduklarını bilmenizi isterim. 
         Yukarıda da yazdığım gibi buraya geldiğinizde hiç değilse, size biraz olsun yol gösterir ve rehberlik ederim. Karınca kararınca da olsa bir nebze yardımımın dokunması halinde kendimi ziyadesi ile mutlu hissedeceğim. Unutmadan adresimi aynen yazıyorum.  
Rahmetli Mevtaoğlu 
Araf Mahallesi 
Sırat Köprüsü Bulvarı 
Kazancılar Sokak No: 2. Katran Sitesi 
                   Arafgrad/ Mevtanistan 
         Arafgrad şehri çok yüksek tepelerin üzerine inşa edilmiş. Manzara fena değil. Söylentiye göre; buraya getirilen bizler, cennet veya cehenneme gönderilmeden önce burada bekletiliyormuşuz. Herkes yüreği ağzında ne ile karışılacağını bekliyor. Görünen o ki, daha çok bekleyecek gibiyiz. Aramızda şöyle sakallı cinsinden olan bazıları kendilerinden pek emin görünüyorlar. Onlara göre cennetin zümrüt taşlı altın anahtarı kendilerine her an takdim edilebilir. Volta atıp, ellerini kıçlarının üstünde birleştirip, “benim yerim kesin cennet” diyorlar. Ama yine de kimin ne olacağı belli olmaz. Ben nereye gideceğimi pek kestiremiyorum.
         Doğrusu o kadar da kötü bir insan da değildim. Aynada kendime bakıp, aynayı taşlamamın gereği yok. Hiç bir Allah’ın kuluna zararım olmadı. Evet, yeri geldi, eğlendim, içtim, gezdim tozdum. Bildiğim kadarı ile hiç bir insana iğne ucu kadar zararım olmadı. Bu konuda değil aynada kendimi taşlamak, sevsem abartmamış olurum. Kendimden eminim ve zaten bu tüm çıplaklığı ile dosyamda da yazılmış olması gerekir. Yine de zamanı geldiğinde hangi tombala taşını çekeceğiz, bilemiyorum. 
         Size sözünü ettiğim perdelerin ardının bir tarafının cennet, bir tarafının da cehennem olduğunu söylüyorlar. Kulağıma gelen anlatımlara göre; cennet kat kat yükseliyormuş. Her yükseltinin malikleri, kişilerin amellerinin iyilik oranına göre belirlenecekmiş. Yani en iyiler, en üst katlarda ikamet edeceklermiş. Cehennem ise uçsuz bucaksız bir uçurum. Keşke size daha güzel şeylerden söz edebilsem ama yok. Gidişat içimi burkup, kıyım kıyım ediyor. Sizin de moralinizi allak bullak ediyorumdur. Yükü duygudan ibaret yüreklerinize korku salmak değil amacım. Zaten korkulacak bir şey de yok. Hâkim olan salt bir belirsizlik. O kadar. Aklınıza sakın kötü şeyler getirmeyin. İyi birer insan olmaya çalışmışsanız burada cennete girmek için değildir elbette. İyi olmak içinizde vardı. Aksi takdirde bir nevi alış veriş ve sahtecilik olurdu ki, bu da sizi ziyadesiyle mutsuz kılardı.
Bu karanlık konuları daha fazla deşmemin anlamı olmasa gerek. Vereceklerini söyledikleri kırk tane Huri veya Nuri de hiç ilgimi çekmiyor. Hangi dünyada olursa olsun, dünyalar kadar sevdiğim eşim ile bir birliktelik bana yeter. 
         İçimizde bir umut ile yaşıyoruz. Bulunduğumuz çizgi belki de güzelliklerin sonu, kötülüklerin başı değildir diye. Kaldığımız bu tampon bölgenin özelliği bu. 
         Oldum olası şiire meraklıyımdır. Bizim binanın alt kısmında İranlı bir Azeri kalıyor. Geçenlerde Ömer Hayyam’ın şiir akşamı düzenlediğini söyledi.  Büyük bir coşku ile kalktık gittik. Organizasyon çok muhteşemdi. Doğrusu büyük keyif aldım. Hayyam o ölümsüz rubailerini ince uzun sakallarını sıvazlayıp okurken, komşum da elini ağzına siper ederek, bana Azeri Türkçesi ile aktarıyordu. Fakat okuduğu tüm rubailer bildiğimiz rubailerdi. Adamcağız yüzlerce yıldır burada olduğu halde yazdıklarına tek satır eklememişti.  Şaşkınlığımı üzerimden atamadıysam da, yine de çok güzeldi. 
         Antepli Abdullah Dayımı, Zeki Müren ve Ayhan Işık'ı hala arıyorum. Sanırım yakında izlerine rastlarım. Bu konu da yeni yeni edinmeye başladığım ahbaplarım da bana yardımcı olacaklar. Bakalım onlar ne durumdalar. Bu konuda sizleri de elimden geldiğince bilgilendirmeye çalışırım. Aslına bakarsanız gidip, görülmesi gereken o kadar çok insan var ki, hangi birisini gidip göreceksiniz. Zaten haftada bir gün iznimiz var. Burada on güne bir hafta diyorlar. Bir ay kırk günden, bir yıl ise on sekiz aydan oluşuyor. Saçmalıkların bini bir para. Diyeceğim dokuz gün karın tokluğuna her gün on beş saat çalışıp, ancak bir gün tüm yorgunluğunun üzerine gelip çullandığı gün dinlenme günümüz oluyor. 
         Memleketim, eşim çocuklarım, akrabalarım, arkadaşlarım ve dostlarım burnumda tütüyor. Aklıma geldikçe yüreğim daralıyor, adeta nefes alamaz hale geliyorum. Kendi kendime konuşuyor, bağırıyor, çağırıyorum. Ancak sesimi kime duyurabilirim ki? Kim bilir ardımdan ne büyük bir yas tutmuşlardır. Sağ olsunlar, ailemin yanı sıra sevenim çoktu. İnanmayacaksınız ama bir kaç kez de ben kendim için ağladım, saatlerce gözyaşı döktüm. 
         Sizlere yazmaya devam edeceğim. Yeni gelişmeler ile bu çok merak ettiğiniz diyardan haberdar etmeye çalışacağım. Bu sır perdesini kimselere sezdirmeden aralayıp, bir ilki gerçekleştireceğim. Bendeniz de Neşet Ağamın dediği gibi: “Ayaklarınızın turabı, gönüllerinizin hızmatçısıyım.” Dünyadaki tüm insanların büyüklerinin ellerinden, küçüklerinin gözlerinden; dil, ırk, din ve mezhep gibi yapay kavramları gözetmeksizin öperim. Mutlu kalın. Sağlıcakla kalın! 
Amsterdam, 25 Nisan 2011  
  
 
 

14 Nisan 2011 Perşembe

BİR MEVTADAN MEKTUPLAR - 1


MEVTADAN MEKTUPLAR - 1
        Hayat mı? İstemim dışında var olan keyfime zoraki değmeselerdi, elbette tarifsiz güzeldi. Hani sıkıntılar girdabı, marazlı, hasta, sakat, kör, topal, yatalak da olsan, aksırsan tıksırsan da ve bir ekmeği beş nüfusa yetiremesen de dünyada yaşamanın güzelliği anlatılır gibi değildi. Hayatımın, yani sayılı günlerimin kıymetini iyi bildim sayılır. Yaşamın var olan bütün dallarını kıskıvrak elime geçirdim ve onlara olabildiğince sıkı sıkı tutundum. Tam anlamıyla keyfini çıkarıyordum, ta ki şu an içinde bulunduğum bu derin çukura birileri düşürene kadar. Anlayacağınız, kaçınılmaz son beni de gelip, buldu ve her şey olanca güzelliği ile geride kaldı.
        Kısa bir süre önce; uzun, kapüşonlu, entariye benzer elbisesi ve elinde büyük bir tırpan ile birileri gözüme ilişti. Gözüm pek tutmadı kendisini. Kötü şeyler olacaktı. Çok geçmeden tahminimde yanılmadığımı anladım. O her şeyi pervasızca alt üst etti, yaktı, yıktı, kül etti. İstemediğim halde beni alıp, bilmediğim bu yere getirdi. Benimle randevu yapmakta ısrar ediyordu. “Git başımdan kardeşim. Başka işin, gücün yok mu senin?” falan dedimse de, bir türlü başımdan savamadım. Dediklerime hiç kulak asmadı bile. Kardeşi falan da değilmişim. Ben de biliyorum kardeş olmadığımızı elbet, tanrı yazdıysa bozsun. Demem o ki, ben de lafın gelişi öyle söyleyip, başımdan savarım sandım. Lakin olmadı. Nuh dedi, peygamber demedi. İnadında sonuna kadar direndi. Yalvarmam ve yakarmam da, yanıma kâr kaldı.
        Zorla suçlu gibi getirildiğim bu yerde, işler tahmin edemeyeceğiniz kadar karışık ve yoğun. Kimin ne zaman ne olacağı belli değil. Başımızı kaşıyacak vaktimiz yok, her işe bizi koşuyorlar. Öyle yevmiye falan da yok. Kölelik devrinden çok daha kötü. Bu arada zaman kazanıp, randevu yaptığımız kişinin adını hatırlamaya çalışıyorum. Dedim ya öyle çok yapılacak şey var ki, başta akıl namına bir şey kalmadı. O nedenle her şeyi unutur olduk. Yanılmıyorsam adı “Azrail” olsa gerek. Doğru değilse siz düzeltiniz lütfen. Tanıştığımızda, ekselansları sanırım böyle bir isim söylemişti. Hatta kendisinin melek olduğunu falan da söylemişti. Her ne kadar “yaşamak direnmektir” dense de, en azından bu şiar buralarda tutmadı. Ben direnince, zaptı rapla ve bir sürü silahlı ve külahlı adamıyla gelip, beni de öteki dünya da denilen buraya yaka paça, hırpalayarak getirdiler.
        Biraz önce, beni alıp getireni çok merak ettiğim için, internet odasındaki görevliden rica minnet müsaade alıp, internete girdim. Aman allahım, ne kadar yavaş. Sayfanın açılması için yarım saat beklemek zorunda kaldım. Dünyadaki bağlantı buradakinden milyon defa daha hızlı. Ama neye mal olursa olsun öğrenmeliydim. Yoksa zaten tavşan uykusunu aratmayan yarım yamalak olan uykumuz da kaçacaktı. Öyle ya burada zaman kavramı yok, ona göre de kimsenin acelesi yok.
        Bu nedenle bağlantı ne kadar uzun sürerse sürsün. Sanırım teknoloji de dünyadakinden çok daha gerilerde. Alt yapı falan zaten hak getire, ara ki bulasın. İki lafın belini kıracağın kimsecikler yok. Ben de dahil, gördüğüm herkes düşünceli, dalgın ve tedirgin. İnsanı çıldırtan bir belirsizlik var. Bazen tanıdığım simalara rastladığım da oluyor. Kısa bir süre önce Liz Taylor’u gördüğüm de çok şaşırmıştım. Ben O’na o kadar hayran öldüğüm halde, hanım efendileri selamımızı bile almadı. Oysa ben peşinden koşup, imzalı bir resmini soracaktım. Bizim Ayhan Işık’ın yirmi kilometre ileride kaldığını söylediler. Zeki Müren de yakınlarda bir yerdeymiş. Memleketimin insanı. En azından gider onları görürüm ilk fırsatta. Hiç değilse oturur, varsa birlikte bir çay içer, memleketten bahsederiz. Memleket dedim de, buraya hiç haber ulaşmıyor. Çok zaman olmadı. Sanmıyorum ama Avrupa Birliği yolunda ilerleme var mı? Ergenekon davası ne oldu? Mısır ve diğer arap ülkelerinde herhangi bir değişiklik oldu mu? Saymakla bitmez, merak ettiğim o kadar çok şey var ki. Yakın zaman da memleketten tanıdık birileri gelse diyeceğim ama, olmayan düşmanım da gelmesin. Kalsın olduğu yerde. Gelirse biraz olsun merak ettiğim şeyleri öğrenirim. Tabi gelen kişi dünyadan bihaber değilse. Her şeyi ve herkesi öyle çok özledim ki, boynu bükük kalan çocuklarımı, bir güne bir gün beni incitmeyen dünyalar tatlısı karımı, arkadaşlarımı, kısacası herkesi. Siz de işiniz gücünüz yokmuş gibi, şimdi benim cennette mi yoksa cehennemde mi olduğumu da merak ediyorsunuzdur. Bırakın o da benim özelim olsun. Ben hiç bir şeyi ağzımdan kaçırmadım, tabi siz de duymadınız. Etraf tele kulak kaynıyor. Aslına bakarsanız şu mübarek ağzımda ıslanacak bakla falan da yok. Ama ne bileyim, bu diyarda daha çok yeniyim. Herhangi bir duyum almadım ama neme lazım; belki buraların da “ergenekonu, jitemi, her türlü kontrası ve derinlikler için hizmet veren bilumum vatan-millet-Sakarya hizmetinde kuruluşları vardır. Nerede kalmıştık. Evet, güç bela Azrail’in adını araştırmıştım, onu anlatmaya çalışıyordum. Buradaki ‘Google’a “Azrail’in diğer adı nedir?” diye girdiğiniz zaman, bir yerlerde “melek’ül mevt – ölüm meleği” yazsa da, asıl ilginç olan satırlar aynen şöyleydi. Azrailin diğer adı ‘Antep Canavarı Antep’li Abdullah Dayı” dır. Doğrusu şaştım da kaldım. Adamın ünü ta buralara kadar gelmiş. Biraz daha araştırdığımda, Antep’linin 1991 Haziranında benim gibi mevta olduğunu açıklıyordu. Anlaşılan Abdullah Dayı da buralarda olsa gerek. Sakın bir de o benimle randevu yapmaya kalkmasın. Bu kadarı yeter ama değil mi?
          İnsan bir defa ölür, on kez değil ya! Abdullah Dayı’nın hikayesi oldukça garip ve de tüyler ürpertici. Adam kendi çapında, yukarıda adını saymaya çalıştığım el pençe “vatan-millet ve Sakarya” hizmetlileri gibi bir kişiymiş. Gerçi onun öyle el pençe hizmet gibi bir kaygısı olmamış. İnanmayacaksınız ama Abdullah Dayı tam 43 kişiyi bu tarafa göndermiş. 38 ayrı cezaevinde 48 yıl hapis yatmış. 1991 Haziranında çıktıktan sonra da 48 gün yaşayamadan, bizim tarafa postaladıklarının ardından kendisi de, soluğu burada almış. Dayımın kitabını dahi kaleme almışlar. Dayıma ait bazı bilgileri not ettim. Aslında bilgisayarda çıktısını alacaktım ama yazıcı (printer) olmadığı için yapamadım. Ben de oradaki bir tükenmez kalemle hohlaya hohlaya kalemi ısıtıp bir kağıda bir şeyler karaladım. Oysa burası öyle sıcak ki, (dünyadan kalma alışkanlık işte, kalemi hohlamanın ne alemi var ) dışarıda yüzlerce kazan fokur fokur kaynıyor. Hayatımda hiç bu kadar çok çirkin kadını bir arada görmemiştim.
        Etrafta katran kokusuna benzer bir koku da var sanki. Her yüzlerce litrelik kazanın başında büyük kepçeleri ile birer çirkin kadın görevlendirmişler. Çirkin kadının yapacağı yemek de, olsa olsa kendisi gibi olur. Şahsen ben olsam; böyle binlerce insanımla bir yere yemeğe davet edilsem ve yemeğin bu kadar çirkin yaratık tarafından yapıldığını görsem, bunu kendime yapılmış bir hakaret sayarım. O yemeğe kaşığımın ucunu dahi daldırmadan çeker giderim. Bu kadar büyük kazanlarda kime yemek yapıp, kimi ağırlayacaklar bilemiyorum. Savaştan dönen bir ordu mu ağırlanacak acaba, dedim ya ben daha yeniyim bilemiyorum. Burnumu da her şeye sokmasam aslında iyi ederim. Sorması ayıp, bu kadar kazanı nereden buldular. Be mübarekler yüzlerce gereksiz kazanı alacağınıza, üç beş kuruş verip, şuraya bir yazcı alsanız daha iyi olmaz mıydı? Derdini kime anlatacaksın ki, Allah bilir burada Marko Paşa da yoktur. Ama olağan üstü bir hazırlık olduğu bes belli. Çünkü herhangi bir tören havası falan yok. Hadi hayırlısı bakalım ama, içim de pek rahat değil doğrusu. Bir tedirginliktir sardı, bütün bedenimi. Pek iyi şeyler olacağa benzemiyor. Az ileride de uzunca bir köprüyü andıran bir şeyler yapılıyor. Ben köprü diyorum ama, şimdilik sadece çok ince ve uzun bir ipi bir uçtan diğer uca gerdirmişler. Köprünün olduğu yer oldukça derin bir uçurum. Fakat müteahhit işi iyice ağırdan alıyor. Sanki köprü yapılmayacak da, bu ipte cambazları yarıştırıp, gösteri yapacaklar. Aklım epey eksik geldi, bunu da anlayamadım. Doğrusu dayımı oldukça çok sevdim. Nazım’in aynı cezaevinde olduğunu duyunca, onu da koğuşlarına almak için cezaevi müdürü ile görüşmüş. Nazım koğuşlarına verilirse bir daha adam öldürmeyeceğine dair, Bursa savcısına da yemin billah namus sözü vermiş. Hatta bunun için rüşvetini de eksik etmemiş. Çok geçmeden Nazım’ı aynı koğuşa vermişler. Burada dayımın kitabından biraz alıntı yapayım. Turhan Temuçin adlı tanımadığım bir yazar tarafından kaleme alınmış. Ne diyeyim eline, yüreğine sağlık, ama dayımda anlatım o biçim. ‘Savcının yanından çıkınca koğuşa gittim. Baktım ki eşyalar yeni koğuşa taşınmaya başlamış.Yeni koğuşa taşındığımızda, Nazım baba da biraz sonra eşyalarıyla geldi. Zaten bir eşyası da yoktu. Kalktım elini öpmek istedim vermedi, boynuma sarılıp beni öptü.
          "Abi" dedim, "senin suçun ne? Niye yatarsın burada?
          "Benim suçum kalemimdir. Şiirlerimdir. İnsanları sevmemdir. Memleketimi de çok severim."
          Peki abi, biz yazmasını bilmeyiz ama, bizde insanları severiz. İnsanlara kötülük gelmesin diye işler yaptık. Haksızlığa tahammül etmeyiz, haksızlığa uğrayanın yanında oluruz.
          Benim atalarım da bu memleket için savaşmıştır. cenk etmiştir. O zaman bizim bunlardan da suçumuzun olması mı gerekir?"
          "Yok, sizin bunlardan suçunuz olmaz. Size bunlardan bir şey demezler, bize derler. Bu yüzdende bana ceza verirler."
          "Neden?"
          "Çünkü bana komünist diyorlar."
          "Komünist ne demek ağam?"
          "İşte bu anlattıklarım, yazdıklarım, düşüncelerim komünistlik oluyor."
          Ben bu "komünist" sözünü yeni duyuyordum.
          Güldüm:
          "O zaman demek ki, ben de komünistim de haberim yokmuş."
          Bu kez de o dev gibi adam güldü:
          "Yok olmaz öyle şey. Çünkü sen haksızlıkların üzerine silahla gidiyorsun. İnsan sevgisini, haksızlık yapanı öldürerek göstermek istiyorsun. Ben bu işi kalemimle yapıyorum. Kalemimle anlatıyorum.Senin silahın patladığı yerde kalır, benim kalemimse bu haksızlıkları anlatarak, bir gün bu düzeni patlatır, anladın mı?"
          Hiç bir şey anlamamıştım, ama bu dev gibi yiğit adamı çok sevmiştim. Nazım daha sonra Ankara’dan gelen bir emirle başka bir yere nakledilince, Abdullah Dayı; “Savcı ile olan kavlimiz bozuldu” deyip, icraatlarına kaldığı yerden devam etmiş. Peki ben ne yapayım. İyisi mi sorup soruşturayım. Abdullah Dayıyı bulayım. Görünen o ki, burada her şey zorlaşacağa benziyor. Köprüler, kazanlar falan yüreğimi daralttı. İyisi mi dayımın adamı olayım, kendisi ile güzelce muhabbetimi artırayım. Koluna gireyim, dost olayım, aramızdan su sızmasın. Hatta olmadı naramızı atıp, bize yan bakan kimsenin olup, olmadığını öğrenelim. Etrafı kolaçan edelim. Bari onun sayesinde; burada iyice ıslanıp, erimeye yüz tutan tuzumuzu biraz olsun kuruturuz, diye düşünüyorum. Dedim ya hayat güzel, nerede olursa olsun. Madem bundan sonra bu mekandayız, o halde bunu iyi kılmanın yollarını araştırmak gerekiyor. “Ya Allah, ya bismillah.” Kolları sıvayıp Abdullah Dayıyı bulayım. O’nu bir güzel kucaklayayım, o mübarek ellerinden öpeyim. Saygıda kusur etmeyeyim. Ağzından çıkan her kelimeyi bir emir olarak göreyim. Hemşehri sayılırız, hatta akraba dahi olabiliriz diyeyim. “Abdullah Dayı nerelerdesin? Bekle beni geliyorum. Bekle ne olursun!” Mutlu olun. Beni kafanıza takıp, düşünmeyin. Hayatın tadını çıkarıp, diyarınızı peşin yaşanan cennet eyleyin. Ömrünüz bereketli olsun. Bir daha ki mektubumda adresim belli olursa yazarım. Kim bilir belki sizlerden de bana yazanlar olur.
          Kalın sağlıcakla. Selam ve sevgilerimle…

Adı – sanı mühim olmayan bir Mevta
Amsterdam, 10 Nisan 2011

6 Nisan 2011 Çarşamba

RAMİ’DE HÜZÜN


RAMİ’DE HÜZÜN
         
         Çok da uzaklarda değil, hemen karşıda, yüzlerce yıldır inatla dimdik ayakta kalarak, geçmişe tanıklık eden ve koskoca bir alana yayılan tarihi Rami Kışlası. Çok uzağında olan güneş, bulutların ardındaki nazlı misafirliğini sona erdirerek dünyadan el ayak çekince, türkülere konu olan bu tarihi yapı, daha önce binlerce defa olduğu gibi, başka bir günün karanlığına bürünüyordu. 1960 yılına kadar faal kalan Rami Kışlası, tüm anıları, tarihe yaptığı tanıklığı ile asırlarca; sayısız amansız savaşçının korunağı olmuştu. Düşman olarak adlandırılan insanlar, nasıl öldürülür, bağırlarına nasıl süngü saplanır,  kelleleri bir kılıç hamlesi ile gövdelerinden nasıl ayrılır, tüm bunların eğitimleri yine burada verilmişti. Ölümün adamlarına komutlar verilirken, istila akınlarının hareket noktası da olan bu mekanda, elde edilen ganimetler büyük kavgalar ve patırtılar ile yine bukışlada pay edilmişti. Ne yazık ki bu koskoca yapı; devasa duvarları, yüksek  kapıları, menteşelerindeki paslı çivileri, sıvasının her zerresi, her an düşecekmiş gibi duran duvardaki yontulmuş taşı, tozu ve toprağı ile pek çok olaya lallığı ile tanıklık ettiğinden, kırık dökük de olsa tek bir kelime olsun dışa vuramıyordu.
         Kışlanın Dumlupınar kapısının önünde, gündüze göre daha bir hareketlilik yaşanıyordu. Kapıdan girip çıkan kalabalığın ağızlarından dumanı andıran buharlar yükseliyordu. Hava soğuktu ve yer yer buzlanma hakimdi. Doktor Nevzat Bey, sahibi ve aynı zamanda başhekimi olduğu  altı katlı lüks polikliğinin penceresinden yakınındaki bu tarihi kışlanın önünde olup biteni, günün yorgunluğu tüm bedenine çöreklenmiş bir halde gözetliyordu. Bir yandan da hemen hemen her akşam olduğu gibi yine türküsünü mırıldanıyordu.

“Rami kışlası kapısı
Islak yıldızlara bakar
Sarı duvarlar ardında
Askerler gülleri bekler

Rami kışlası kapısı
Ardında kapalı düşler
Işır gecenin koynunda
Doğunca ıslak güneşler
......................................”
Bu türkü hem olanca yorgunluğunu alıp götürüyor, hem de yüreğinde her an hissettiği derin hüznünün, yıllardır kabuk bağlamayan yarasının ilacı ve bir nevi panzehri oluyordu. Yoğun bir günün daha sonuna gelmişti. Onlarca hastasına yardımcı olup, onların yaralarına merhem, acı dindirici ve çare bulucu olmaya çalışmıştı. Polikliniğin birinci katındaki pencerenin pervazına, boynunda çıkarmadığı stetoskobu ve beyaz önlüğü üzerinde olduğu halde, dayadığı sol omuzunu biraz hareket ettirerek, camın alt kısmını kaplayan buğuya dört harfli bir kelime yazdı. Sesli olarak okuyup, Suna... Suna...  diye, bir kaç kez tekrarladı. Yaşlılığın belirtilerinin iyice görüldüğü emektar elinin titreyerek ve içi burkularak  yazdığı, biricik kızlarının adıydı.
         Derin bir iç çekişin ardından önlüğünü ve stetoskobunu arkasındaki sandalyenin üstüne atıp, acele ile paltosunu giydi. Adımları O'nu parkın arkasında bulunan evine götürüyordu. Yol boyunca, yanından gelip geçenleri görmüyor, tanıdıkların verdiği selamları almıyordu. Dalgın dalgın kızını ve yaşlı yüzünde o inanılmaz güzelliğini hala koruyan, fedakar karısını düşünüyordu.
         Yaklaşık on dakikalık bir yürüyüşün ardından evine geldi. Üç basamaklı merdiveni çıkıp, haki yeşile boyalı, cam kısmı tamamen döküm demirli ağır kapıyı usulca ittirerek açtı. Nevzat Beyin  geldiğini duyan; karısı Suzan Hanım kocasını, yüzündeki ağır hüznün gölgesinde kalan bir sevinçle, boynuna sarılarak karşıladı. Ardından pileli beyaz önlüğü ile yardımcıları Fahriye geldi ve Nevzat Beyin paltosunu alıp, yan duvardaki vestiyere asmak istediyse de, Suzan Hanım buna müsaade etmedi. Paltosunu kendisi asıp, tüm gün görmediği kocası ile böylelikle yakınlaşacaktı. Buğulu gözlerini kocasından kaçırmaya çalışarak, gurur duyduğu bu adama sanki yıllarca görmemiş gibi boynuna sarılıp, uzun uzadıya kokladı. Nevzat Bey eşinin ellerinde tutup;
“Neyin var, ne oldu hayatım?”
“Gelmiyor Nevzat, gelmiyor. Kendi evinde kalmak istiyor. Nuh diyor, peygamber demiyor. O lanet olası kararından da vaz geçmiyor. Ne olacak böyle? Hangi anne ve baba böylesi bir karara kayıtsız kalır, yüreğimiz buna daha fazla nasıl katlanır?”
Nevzat Bey ağlamaklı bir sesle, çaresizce kafasını iki yana sallayıp;
“Bilemiyorum Suzan. Ben de ne yapacağımızı bilemiyorum.” demekten başka bir  şey söyleyemedi. Hüznü daha da artmış olarak, oturma odasına geçti. Güzel ve huzur dolu yuvalarında tam bir matem havası hakimdi.
         Suna yaklaşık on yıldır babasının evinden iki sokak ileride, yardımcısı Hanife ile birlikte kalıyordu. Koyu kahve rengi gözlerini kırpıştırarak, parmaklarına doladığı uzun ve bukleli kumral saçlarını durmadan çekiştiriyordu. Yüzü soluk ve gözlerinde ise fer kalmamıştı. Yine yıllardır sürekli ağrılar içinde uzandığı yatağındaydı. Çok önemli bir karar almış ve bunu anne ve babasına, doktorlarına bildirmişti. Bu kararında direnecek ve en küçük bir taviz vermeyecekti. Gözlerini hafif yana çevirerek, sesli olarak;
“Buraya kadarmış.” derken, ardından gözlerini usulca yumdu. Ömrü boyunca hayatında elle tutulur bir şey yoktu. Olumsuzluk diz boyunu aşıyordu. Yıllardır hastane, ilaç kokuları, duvarlara asılı iskelet afişleri, insanları susturmaya çalışan beyaz önlüklü hemşire resimleri, mavi önlükleri ile fakir görünümlü hasta bakıcıları, hastalarına tepeden bakan uzaylı doktorlar ve benzeri, görünümler ve objeler. Bu tek düzelikten artık iyiden iyiye gına gelmişti. Dünyada tutunacağı tek bir dal yoktu. O her gün derin bir uçurumdan aşağı hızla kayıyordu. Oysa daha otuz beşine yeni girmişti. Şaire göre yolun yarısı olsa da, onun için yolun sonuydu. Bir hayli engebeli olan yolu, artık hiç bir yere çıkmıyordu. Aklına yıllardır o çok tuttuğu Rus atasözü bir kez daha geldi.
“Şanslı insanların horozları bile yumurtlamaya başlar” . İçinden; “Horozlardan geçtim, bırakın onları bir tarafa, benim tavuklarım dahi yumurtlamıyor.” diye mırıldandı. Şans kendisinden yana değil gülmek, kaş göz bile etmiyordu.
         Oldukça varlıklı ve iyi kariyerleri olan bir anne ve babanın tek kızıydı. Çocukluğunda herkesin hayranlıkla gözlerini alamadığı şipşirin bir kızdı. O güzelim yıllar, el sallayıp, çar çabuk geride kalmıştı. İlkokuldan  itibaren bütün okullarda onun azmi, terbiyesi, zekası ve gösterdiği başarı konuşulur ve hep örnek olarak gösterilirdi. O yıllar arkadaşları, öğretmenleri ve çevresindekiler tarafından ne çok sevilirdi. Herkes kendisi ile arkadaş ve dost olmaya can atardı. Bulunduğu ortamda etrafına adeta pozitif enerji pompalardı. Fakat daha sonra karabasan gibi sökün eden zaman, ne yazık ki çok sevimsiz yıllardan oluşuyordu.
         Ortaokul son sınıfta, çok soğuk bir İstanbul günüydü. Suna ateşler içinde yüzü, gözü ve boğazı şişmiş bir halde eve döndü. Annesi Suzan Hanım biricik kızının bu halini görünce çok telaşlanıp, kocası Nevzat Beyi acele eve çağırdı. İlk muayeneyi Nevzat Bey yaptı. Ardından kızını acele ile kendisinin polikliniğine götürdü. Olup biteni babası da görmüştü, sadece aşırı soğuk algınlığıydı. Biraz dinlenme ve iyi bir vitamin takviyesi ile kısa sürede geçerdi. Doktor arkadaşı;
“Suna’nın bademcikleri çok şişmiş. Hocam isterseniz ileride tekrar sorun olmaması için bademcikleri alalım mı?” diye sorunca, anne ve baba da itiraz etmediler. Tıp dünyasında az görülen bir olay oldu. Alınan bademciklerin ardından bir çok hastalık adeta kol kola girip, bu dünya tatlısı küçük insan bedenini istila ettiler.  Astım, Şeker, tansiyon ve derken pek çok hastalık el birliği ile Suna’ya hayatı zindan ettiler. Yaşam kalitesi hepten yok oldu. Tedavi için gitmedikleri doktor, hastane ve ülke kalmadı. Fakat hiç bir doktor Suna’nın derdine derman olamıyordu. Okul dışındaki tüm zamanları ailecek hastaneleri dolaşmakla geçiyordu. Yıllar su gibi değil, var olan kahredici güçlükler ve ağrılarla geçti. Tedavi için İsviçre, Amerika, İngiltere ve Almanya’ya da gittiler, ama tüm uğraşıları sonuç vermedi. Liseden sonra İstanbul Teknik Üniversitesi’ nin bilgisayar mühendisliği bölümünde okumaya başladı ve onca hastalığa rağmen büyük başarılar gösterip, okulunu bitirdi. Üniversitenin son sınıfında aynı okuldan Ümit adlı bir arkadaşı oldu. O´na yakınlaştı, bağlandı ve çok sevdi. Yan yana yürüdükleri zaman dahi başını O´nun göğsünün hizasına getirip, kuytu bir liman gibi O´na sığınıyor, sıkıntılarını o an için olsun bir nebze unutuyordu. Hastalığı konusunda Ümit ile fazla konuşup, bu konuda O´na bilgi verememişti. Bedeninin her yanında acılar hissetse de, sevdiğinin elinden tutup yürümeyi, yatağında uzanmaya yeğliyordu. Kısa sürede pek çok şeyi paylaştılar. Ümit ile birlikteliğinde Suna’nın hayata bakış açısı alabildiğine değişmiş ve yaşama daha iyi tutunmaya başlamıştı. Güneşli güzel bir bahar gününde yine el ele dolaşırlarken, Suna’nın midesi aniden bulanmıştı. Ardından kendisini tutamamış, büyük bir mahcubiyet ve utanma duygusu ile sokak ortasında istifra etmek zorunda kalmıştı. O günden sonra da Ümit’i bir daha göremedi. Hastalığının nasıl olduğunu, onun arkadaşlarından gizlice öğrendiğinden, bunu ilişkilerinin önünde büyük bir engel olarak görmüş olmalıydı. Ümit de kendisine ne yazık ki umut olamamıştı. Can havli ile tutunmaya çalıştığı bu dal da zayıf çıkmış ve çatırdayarak kırılıp, O´nu bir kenara fırlatmıştı. Uzun zaman yaşadığı bu hayal kırıklığını unutamadı. Bu kısa süreli güzel günler, bir kaç tane fotoğrafta kaldı. Daha sonra yoğunlaşan ağrılar, hastane ziyaretleri ve tedavi uğraşıları bu kırgınlık alevinin üstün biraz olsun kül serpiştirdi.
         Gelinen zaman aşamasında ise kendisine göre, artık hayatla çok cılız olan bağlarını koparmanın zamanı gelmişti. Bunu daha fazla sürdürmenin hiç bir yararı yoktu. Bu nedenle bir an önce yaşam ile olan tatsız ve çelimsiz olan bağını koparmak için bütün tedavileri ret edecekti. Artık yeterdi. Bundan sonra hiç bir doktora gitmeyecek, ilaç almayacak, daha az gıda alacak, temiz ve daha çok oksijen almak için iki de bir gitmekten bıkıp usandığı Kaz Dağlarına da çıkmayacaktı. Tüm ilaçlarını çöpe attı. Hastaneler ile olan tüm randevularını iptal etti. Başta anne ve babası olmak üzere, onun tedavisini mutlaka sürdürmesi gerektiğini, yaptığının anlaşılır tarafının olmadığını, bunun bir cinayet olduğunu söyleyenlere karşı inatla ayak diredi.
         Şair Hilmi Yavuz’un bu dizelerini çok seviyordu. Bu dizeler adeta onun bu garip ve hüzün yüklü yolculuğunun rehberi gibiydi.
''..........................................................................
Acının vergisini verdik, gülün haracını ödedik,
Hüznü demirbaş defterinden düşmeye geldi sıra
............................................................................''

O Rami’nin hüznüydü. Bu hüznün de Rami’nin demirbaş defterinden düşürülmesinin zamanı gelmişti. Bunun için yardımcısı ile birlikte tüm hazırlıklarını tamamladı. Evine çağırdığı bir tabut yapımcısına ceviz ağacından, taslağını kendisinin çizdiği bir tabut yaptırdı. Tabutun baş tarafına gelecek şekilde mektup sığacak kadar bir de açıklık bıraktırdı.  Tüm akrabalarına, arkadaşlarına ve dostlarına kararını bildirip, ölümünden sonra kendisine mektuplar yazmasını ve bunları tabuttan içeri atmasını ve bu tabutla gömülmesini rica etti. Bu sevdiklerinden son isteği olmuştu.  Şaşkın bakışlarla bakanlara;
“Belli mi olur, belki yazdıklarınızı okuma olanağım olur. Ben de sizlere yazarım.” diyordu.  Facebook arkadaşlığından ve cep telefonlarından kendisinin hatırı için, verilerini silmemelerini de sıkıca tembihliyordu. Hatta öldükten sonra kendisini aramaları halinde, belki de telefonlarını yanıtlayabileceğini söylemeyi ihmal etmiyordu.
         Aylar sonra demirbaş defterinden Rami’deki hüzün düşürüldüğünde, Suna’nın tabutundan içeri doğru bukleli saçlarının arasına, gözlerinin üzerine, anlına ve tüm bedenin etrafına yüzlerce mektup doluştu. Dostları ve arkadaşları Suna’yı facebook sayfalarından ve cep telefonlarından silmedi. Aradan uzunca bir zaman geçmesine rağmen, kimse kimseye Suna’nın mektubuna yanıt verip, vermediğini veya O´na telefon edip etmediğini soramadı. Rami’de hüzün; yerini Suna ile dopdolu anılara ve inanılması güç insani ilklere bıraktı.

Amsterdam, 6 Nisan 2011
                                      


CHARLOTTE CAFE Annem, bildim bileli hasta, ömrü böyle geçti diyebilirim. Lakin bu kez hayli ilerlemiş olan yaşı ile artık uzatmaları oynuyo...