VE
Açık balkon
kapısından gelen öğle vakti ezanının sesi ile içi geçtiği halde daldığı bir
anlık uykudan uyandı. Eşarbını uzandığı koltuğun yanındaki sehpadan alıp,
çenesinin altından çok sıkmayacak şekilde bağladı. Ankara’da oldukça bunaltıcı bir
yaz günü idi. İlerleyen yaşı itibarı ile iyice derine kaçmış, büyük birer
pırlanta taşı misali hala parlamaya devam eden kara gözlerini oğuşturup,
ayaklarını sürüyerek balkona çıktı. Balkon, evin içine kıyasla daha serince
idi. İnce parlak ve yumuşacık bir deri ile kaplı boğumlu ellerinin yardımı ile
balkondaki sandalyeyi altına gelecek şekilde gürültü ile çekiştirip, yavaşça
oturdu. Çıkık çenesini, balkon demirine üst üste koyduğu ince kemikli kollarına
dayadı. İki ayrı kuyudaki birer kömür parçasını andıran gözlerini kısıp, sokağı
seyre daldı.
Ezan
sesi kesileli çok olmasına rağmen mahalle camisine doğru hala telaşla koşturanlar
vardı. Sokağı, beklenmedik bir anda davul ve zurna sesi sardı. Kurdele ve
çiçekler ile süslenmiş bir kaç araba, var olan dayanılmaz gürültülerine klakson
seslerini de katıp, karşı binanın önünde durdular. Davul ve zurnanın sesi
kulakları tırmalarken, arabalardan süslü püslü giyinmiş kızlı erkekli gençler
indiler. İçlerinde damat olanı, acemi adımlarla komşu eve doğru gençler ile
birlikte yöneldi. Düğün bu akşamdı ve gelini baba evinden alacaklardı. Bir anda
çevredeki bütün binaların pencerelerinden meraklı kadın ve erkek kafaları
uzandı. Balkonlara çıkanlar, balkon demirlerine yaslanarak, hafif aşağıya doğru
eğilip, gelin alma seremonisini izlemeye koyuldular. Gelin evindeki gerekli
işlemlerin yapılmasının ardından, çok geçmeden ak bir gelinlik içinden komşunun
bir kuğuyu andıran kızları, mahcup damadın kolunda, davul zurna ve gençlerin
alkışları arasında merdivenleri indiler. Yüzlerinde büyük gülümsemeler ile gürültülerini
artırarak, yeniden geldikleri arabalara doluştular.
Emine
iyice konsantre olup, seyre dalmış olmalı ki, çene kemiğinin kolunu bir hayli
çukurlaştırıp, acıttığını hissetti. Kalabalık sokaktan el etek çekti. Sessizlik
hakim oldu. Emine sandalyede oturmasını sürdürüp, balkon demirinden uzaklaştı
ve sırtını sandalyeye dayadı. Balkona kadar dalları uzanan büyük çınar ağacının
dalına konan serçe Emine’nin ilgisini çekmek için cik cik de cik cik olmadık
diller döktüyse de olmadı. Pençe, kaş, işmar, göz etti, ama yine de olmadı.
Tamamen umudunu kesince de apansız pır pır edip, çırptığı kanatlarla hayal
kırıklığı ile uzaklaştı. Emine ise genç kızlığı yıllarına gitti ve o zaman
diliminde kalakaldı.
On yedi
yaşında, O da böylesine kuğu görünümünde bir gelin olup evlenmişti. Zaman nasıl
da çabukça geçti. Hesabına göre o mutlu gün, yaklaşık altmış yıl
kadar gerilerde kaldı. Yüzünde önce belirsiz bir gülümseme ve ardında duraksama
oldu ve ardından kendisinin de o yoksulluk yıllarında ruhunun derinliklerinde
uyuklayan ilk evliliğine ait anılar bugün gibi kömür gözlerinin önünde gidip,
geldi.
Gözlerden ırak, iki insan arasında gizli gizli büyüyen bir sevdaydı
onlarınki. Emine’nin Şahin’e dair
yüreğine doluşan duyguları, O’nu ondan alıp adeta uçuruyorlardı. Kocaman birer kahkaha gibi birbirlerinin hayatlarını dolduruyorlardı. Bulutlarda gezinen, karnına
doluşan renga renk kelebekleri okşayan ve biçimli dik göğüsleri ile gurur duyan
güzeller güzeli genç bir kızdı, o zamanlar. Genç ve güzeldi. Onca sıkıntılı
yılın sonrasında; gençlik de, güzellik de kendisini “ve” ile baş başa bırakıp,
gittiler. Ne yazık ki bu gidişin dönüşü de, haliyle olmadı.
Araya
akrabaların girmesi ile birbirlerini ölesiye seven iki genç güzel bir düğün ile
dünya evine girdiler. Artık gizlilik ve saklılık ortadan kalkmıştı. İstediği
zaman Şahin’in beline sıkı sıkıya sarılıp, gece karası dalgalı saçlarını
savurup, kafasını sevdiğinin göğsüne yaslayabilirdi.
Emine
sevdalı yüreğini Şahin’in avuçlarına, başını O’nun göğsüne ancak bir yıl kadar
koyabildi. Beklenmedik bir anda gelen amansız bir hastalık, ölesiye bir sevda
ile tutkunu olduğu kocasını elinden aldı. Gökyüzündeki güneş yandı, kül oldu.
Küller Emine’nin başına yağdı, dünya zifiri karanlığa büründü. Sular, seller
çekildi, dünya çoraklaştı. Emine yüreğinde büyük bir boşluk ve eziklik ile
tekrar babaevine döndü. Bir başına yasını tuttu. Dünyaya küstü, üzerinde
uçuştuğu bulutlar O’nu tekrar yeryüzüne bıraktı. Karnında uçuşan kelebekler yok
oldular. Gözlerinin feri kayboldu, dizlerinin bağı çözüldü, kalbinin atış ritmi
dibe vurdu, dünyası tarumar oldu.
Baba
evine dönmesinin ardından, yeni talipleri çıksa da bunlara karşı direndi.
Her geleni, elinin tersi ile geri çevirdi. Dört yıl kadar çok güç koşullarda evin içinde hayalet
gibi dolaşan, hiç bir kimse ile tek kelime konuşmadan yüreğini ezen acısını
yaşadı. Yeni talipleri gelmeye devam ediyordu. Bu talipliler arasında Orhan da
vardı. Sonunda Emine’nin dayanacak gücü kalmamıştı. Baba evinde de bir ölü gibi
dolaşıp, ailesine daha fazla sıkıntı vermek istemiyordu. Anne ve babası da kendi
hayatlarını yaşayabilmeliydiler. Onlar için sorun olmak istemiyordu. Bu nedenle
dört yıl aradan sonra Orhan’ın teklifini kabul etti. Kendi halinde, uzaktan
baba tarafından da akraba olan iyi bir insandı. Babasının da baskısı ile bu
isteğe boyun eğdi. Böylece ikinci defa dünya evine adım attı. Ama ikinci kez
gelen adımlarda hiç bir istek, yüreğinin tellerini titreten, O’nu ondan alıp
götüren, karnında daha önceki gibi kelebekler uçuran, bulutlarda gezdiren en
küçük bir hareket yoktu. Alnımın kaçınılmaz çizgisi deyip, yeni kocasının
yanında yer almaya çalıştı.
Orhan elinden geldiğince, yüreği yaralı
eşi Emine’yi anlamaya ve duyduğu acıyı O’na unutturmaya, iyi bir koca olmaya
çalıştı. Belli bir süre sonra Emine ile çocuklarının olmasını, kendisini baba yapmasını istedi.
Aradan, iki, üç, dört ve derken beş yıl geçtiği halde, bu konuda herhangi bir
gelişme olmadı. Orhan’ın annesi ve babası baştan beri bu evliliğe pek razı
değillerdi. Oğullarının isteği karşısında razı gelmişlerdi. Ama buraya kadar
deyip, yaşı daha fazla ilerlemeden kendilerine torunlar verecek birini aramaya
koyuldular. Bütün akrabalarını bu konuda seferber ettiler. Sonunda komşu köyde
Kel Mustafa’nın kızı Songül’e oğulları için talip oldular. Songül’ün her ne
hikmetse ağzı, burnu, kalçaları, göğüsleri, elleri ve ayakları kocamandı. Emine
hayata küstü. Orhan’ın bu girişiminden sonra, O’na da küstü, bir kaplumbağa gibi büsbütün kabuğuna, kendi
derinliklerine çekildi. Orhan eşi Emine’nin üzerine getirdiği kuma Songül ile
cicim aylarını uzun uzadıya sürdürdü. Songül kocaman kıçını, sarkık ve oldukça
büyük göğüslerini sallayıp, Emine'ye de küçümseyen bir bakış atıp, Orhan ile
saatlerce yatak odasına kapanıyordu. Bu kapanmalar bir süre sonra meyvesini verdiği
için, Songül’ün karnı da diğer organları gibi gün geçtikçe büyüdü. Emine ile her
göz göze gelişlerinde nispet yapar gibi karnını okşuyordu. Emine ise olup biteni
görecek durumda değildi. Ne Songül’ün Orhan ile saatlerce kikirdeyip odaya
kapanmaları, ne yaptığı nispet, ne de kocasının gözünde bütün önemini yitirmesi
umurunda değildi.
Yıllar
böyle geçti. Songül her yıl bir çocuk dünyaya getirdi. Dört erkek ve üç kızın
ardından üretimi sonlandırdı. Kocaman olan her tarafı daha da irileşti.
Çocuklarının ve Orhan’ın arasında yuvarlanaduran devasa bir topa dönüştü.
Çocuklar büyüdüler. Emine onları kendi çocukları gibi görüp, sevgisini
esirgemedi. Buna karşılık çocuklar annelerine benzemedi. Hepsi Emine’ye saygıda
kusur etmediler, O’nu da anneleri gibi gördüler. Hatta yeri geldiğinde kendi öz
anneleri Songül’ü eleştirmekten geri kalmadılar.
Yarım asrı aşkın bir süre, el ele verip ateş topları gibi Emine’nin üstüne üstüne
gelerek geçti. Bu uzun yıllarda tek mutlu anları çocukların evlilikleri ve
onların mesut zamanları oldu. Kocaman ömrüne yaklaşık bir yıllık bir mutluluk
sığdırabildi. Onlarca yıl karanlık kasvet, sıkıntı ve yaşanmamışlık ile geçti.
Karanlık bastırmak üzereydi. Uzaktan Songül ile Orhan’ın kahkahalar atarak
geldiklerini gördü. Dönüp dolaşan serçenin aklına Emine takılmış olacak ki,
sohbet etmek üzere bir kez daha gelip çınar ağacının dalına kondu. Emine
mutfaktan aldığı küçük bir ekmek parçasını serçeye tuttu. Minik kanatlarını
küçük uçuşlarla çırpıp, Emine’nin elindeki ekmek parçasının etrafında dolandı.
Bu arada Emine ile iletişim kurmaya çalışıp, etrafı cıvıltılara boğdu. Oturma
odasından kahkahalar yükseldi. Emine’nin elindeki ekmek parçası bitince, serçe
ile vedalaşıp odasına çekildi. Serçe kursağı dolu, mutlu bir şekilde kendisini
uzaklaştıran kanatlarını üst üste çırptı. Yıldızlar karanlığı delip, yeryüzüne
ulaştılar. Sokak lambaları dizili bir inci kolyeyi andıracak şekilde art arda
yandılar. İşlerinden gelen, yorgun oldukları her halinden belli olan insanlar,
elleri kolları dolu bir şekilde kapılarını açıp, evlerine girdiler. Ankara’da bastıran
karanlık oldukça bunaltıcı bir yaz akşamına dönüştü. Odasında uzandığı yerde
gördüğü rüyada Şahin gülümseyerek, Emine’nin gözlerinin derinliklerine
bakıyordu. Emine’nin yüzündeki kırışıklar bir an için kayboldu, gamzeleri
derinleşti.
Amsterdam, 2 Ağustos 2016