NİNA
Bir zamanlar gönül verdiğim arkadaşım, hala güzel gördüğüm, nefes kesen o güzelim yüzünde devasa bir gülümseme, sevecenlik ve aşk ile bana “Nina” diye hitap eder, bu sesleniş benim de çok hoşuma giderdi. Nina, İspanyol dilinde küçük kız
anlamına geliyormuş. Oldukça zorlu denilecek bir sürecin ardından, acemice daha yeni yeni sahnelerde ayaklarımın birbirine dolanmalarla yer almaya başladığımda, kendime yeni bir solist ismi arayışı içine girdim. Böylelikle ön adımı olan "Eunice'ı" arkadaşımın bana seslendiği gibi Nina olarak değiştirdim. Soyadımı da yine çok
sevdiğim Fransız oyuncu Simone Signoret’ten esinlendim. Bundan sonrasındaki hayatımı bildiğiniz üzere Nina Simone olarak devam ettirdim.
Acılarla dolu müzik kariyerimde, yüksek basamakları büyük zahmetlerle çıksam da, caz dünyasında adım kısa sürede çok
anılır ve aranılır oldu. Bu alandaki çıtamı yükseltmek için canımı dişime
taktım. İşimi hala severek ve büyük bir zevk alarak yapıyorum. Müzik otoriteleri sesimin buğulu olduğunu söylerler. Dolayısı ile buna derin bir hüznün sesi de diyebiliriz. Sahnede şarkı
söylerken dünyadan tamamıyla uzaklaşıyorum. Kendimden geçiyor, bedenimin anlam veremediğim bir hafifliğe ulaştığını görüyorum. Bu duygu ile sahnelerde sermest bir halde sahnede yorulmadan saatlerce kalabiliyorum. Hissedilenler öylesine büyüleyici ki, anlatılamaz. Rüyalar alemi bu olsa gerek!
Dünyanın dört bir yanına
turnelere çıkıyorum. 1970l' yılların başıydı. Bu turnelerden birinde ilk defa
Ankara’ya gittim. Ankara’da verdiğimiz ve caz severlerin büyük beğenisini
aldığımız o muhteşem konserimizin ardından, kalabalıklardan her daim kaçışan ben,
sakin bir Anadolu köyüne gidip görmeyi çok istedim. Ricam üzerine menajerim kısa
sürede yaptığı bir araştırmanın ardından, beni orkestramda bulunan meraklı
birkaç kişi ile birlikte Bala ilçesinin Büyükcamili Köyüne götürmeye karar
verdi.
Yaklaşık üç saat sürecek
bir yolculuğun ardından, uzun bir süre sonra yarım saat içinde Büyükcamili
köyünde olacağımız söylendi. Şose yol oldukça bozuk. Menajerimin ayarladığı
otobüsle çukurlara gire çıka ilerlemeye çalışıyoruz. Çok az bilindiği söylenen
Bala ilçesini geçtikten sonra rehberimiz çok merak ettiğim köy isimlerini tek
tek söylüyor. Kulağıma garip gelen bu isimleri tekrarlamaya çalışıyorum, ama telaffuz
etmekte hayli zorlanıyorum. Rehberimiz Mısto elimdeki not defterine bütün
isimleri itina ile yazıyor. Mısto yol güzergâhında aracımızı bir çeşmede aniden durdurdu. Çeşmenin adının “Verem Çeşmesi” olduğunu söyleyince şaşırmadan
edemedim. Bir hayrat çeşmesinin böylesi illet bir hastalıkla ne ilgisi olduğunu
kavramakta zorlanınca, kısa boylu yerden bitme, ama minik burnunun altında bir
torba bıyığı olan Mısto, yarım yamalak İngilizcesi ile buna bir açıklık
getirdi.
Bu çeşmenin suyunun çok
lezzetli ve aynı zamanda çok şifalı olduğunu ve hatta söylentiye göre verem
hastalarını dahi iyileştirdiğinden dolayı bu suyun adının halk arasında böyle kaldığını
anlattı. Bu lezzetli sudan kana kana içip serinledik. Temmuz ayının sabah
güneşi karşıdan eğimli de gelse, yakıcı olmaktan geri kalmıyordu. Etrafta irili ufaklı tepeler ve
geniş düzlüklerin çok da yeşil olmaması dikkatimi çekti. Yakındaki cılız bir
söğüt ağacına konan serçe cıvıltıları doğanın müzikaliydi. Ara sıra
öbekler halinde ağaçlar boy gösterse de yeterli değildi. Soluklanıp
serinledikten sonra yolumuza yeniden koyulduk. Mısto’nun defterime yazdığı köy
isimlerine bakıyorum. Beynam, Büyük Boyalık, Küçük Boyalık, Tol, Kesikköprü,
Küçükcamili ve en sonunda da hedefimiz olan Büyükcamili köylerinin adını
okudum. Hepsi birbirine benzeyen sonsuz bir bozkırda yer alan küçük yerleşim
yerleri. Kesikköprü adlı kasabaya ulaştığımızda yeryüzünün çehresi biraz daha
değişir gibi oldu. Kızılırmak dedikleri bir nehir göz kamaştıran maviliği ile
bozkırı boydan boya dolaşıyordu. Evlerin önlerinde ve arkasında ağaçlar
görünüyordu.
Büyükcamili Köyüne bir
gün öncesinden haber salınmıştı. Büyük ihtimalle orada da minik de olsa bir
konser verecektik. Bu caz konseri köy halkı ve aynı zamanda benim için de bir ilk
olacaktı.
Ziyaret denilen bir
tepeye geldiğimizde önce korku ile kabuğuna çekilen ve sonrasında boynunu
uzatıp bakan bir kaplumbağanın da aynı yönü kendisine yol eylediğini gördüm.
Biz en geç yarım saat içinde orada olacaktık. Sanırım ben ülkeme vardıktan çok
sonra o da Büyükcamili Köyünde ancak olurdu. Konsere mi gidiyordu diye merak
ettimse de dik yokuşta durup hazreti almak güç olacaktı. Yokuşu tırmanmamızın
ardından, karşıdan Büyükcamili Köyünü görünce sahneye adım attığım zamanlardaki
ilk heyecanın benzerini bedenime yayılan bir tatlılıkla hissedince, kendi
kendime şaşakaldım. Mısto’nun bana sürprizi vardı. Beni köyde çok sevdiği ve
uzaktan da akrabası olduğunu söylediği Kör Zewe’nin misafiri yapacaktı.
Kadıncağızı tanımam etmem. Onun da beni tanıdığını sanmıyorum. Nereden tanısın
Amerika’dan çıkıp gelen kömür karası bir kadını. Mısto Kör Zewe’nin aslında düz
burnu ve kalın dudakları ile teni benim kadar kara olmasa da, biraz beni
andırdığını söyleyince iyice meraklandım.
Aracımız yol kenarında
sarı boyalı iki katlı bir evin önünde durdu. Kör Zewe ve kocası Çıtak Haydar’a
öncesinden haber verildiğinden ailecek ve meraklanıp gelen komşularla birlikte
bizi bekliyorlardı. Hayatımda hiç bu kadar güzel ve içtenlikle karşılanmadım.
Kör Zewe o kısacık kollarını açtığında, karşılama için kollarını arasındaki
açıklık bana yüz metre gibi geldi. Kendimden utandım. Bu ne doğal bir
insanlıktı. Kollarımız birbirimizin bütün bedenlerinde sevgiyle gezindi. Sanki
kırk yıldır tanışıyor ve hiç ayrılmamışız gibi bir duyguya kapıldım. Ev sahibimizin bedeni benimkine kıyasla biraz
daha küçük olduğundan ben onu daha iyi ve sıkıca sarıp sarmalayabiliyordum.
Dakikalarca sarıldık. Kaplumbağa ortalarda gözükmüyordu. Büyükcamili'de gündü, güneşti. Gökyüzü yedi renkti.
Beklenmedik bir anda alkış
sesleri yükseldi. Köylü erkekler başlarındaki kasketleri saygı mahiyetinde
çıkarıp kollarının altına sıkıştırmışlardı. Aynı zamanda misafirperverlik
gereği olabildiğince de güzel ve temiz giyinmişlerdi. Etraftan yayılan alkış
tufanı devam ediyordu. Birkaç tane köpek meraklı bakışlarla kalabalığın yanı
başında ağızlarından salyalar akıtarak bize bakıyorlardı. Kadınlı erkekli ve
bütün çocuklar adını dahi duymadıkları bu siyahi kadının adını gırtlaklarını
yırtarcasına koro halinde bağırmaya başladılar.
“Ninaaa… Ninaaa… Welkommm…
Ninaaa… Ninaaa…” ‘Welkom’ kelimesini Mısto önceden onlara öğretmiş olmalıydı.
Şaşkınlığım anlatılır gibi değildi. Bu ne büyük bir güzellik ve paha biçilmez bir armağandı. Bu armağan aldığım onlarca ‘Emmy Müzik’ ödülleri ve
diğerlerinden çok daha güzel ve manevi değerdeydi. Beraberimizde getirdiğimiz oyuncakları köylü çocuklara dağıttığımızda, onların mutluluğunu mutluluğum edindim. Hayatımda ilk defa bu kadar huzur ve barış doluydum.
Program gereği Kör
Zewe’nin evinde hazırlanan öğle yemeğinden sonra, yine aynı evin balkonunda
vereceğimiz küçük bir konserle köylülere seslenecektik. Çıtak Haydar’ın önceden
kestiği kuzu etinin suyu ile Kör Zewe’nin yaptığı yöreye özgü bulgur pilavını
kurulan dört ayrı yer sofrasının ortasına büyük tepsilere küçük tepecikler
halinde yığılmış haldeydi. Bu küçük bulgur tepeciklerinin dört bir yanına kuzu
etleri yerleştirilmişti. Bağdaş kurarak oturduğumuz yer sofrasında sunulan
tereyağlı ve naneli keşkek çorbasını ön yemek olarak kaşıkladık. Müthiş bir
lezzetti. Sonrasında yediğimiz etli bulgur pilavı da aynı şekilde dillere
destan bir tattaydı. Bugüne kadar alışık olmadığım ve tatmadığım lezzetlerdi.
Köpüklü ayranlarla da susuzluğumuzu giderince karnımız tok-sırtımız pek oldu.
Siyah ve kalın dudaklarımı köpüklü ayrana daldıra daldıra içmiş olacağım ki,
beyaza boyanmış gibi görünen dudaklarım sofradakilerin gülüşmelerine sebep
oldu. Kısa sürede olup biteni anladım ve mahcuplukla dudaklarımı sildim.
İçilen çayların ardından
köylüler küçük konserimiz için Kör Zewe’nin balkonunun altına toplanınca
orkestra arkadaşlarım enstrümanlarını alıp balkona çıktılar. Ardından ben de
alkışlar eşliğinde balkon merdivenlerini Kör Zewe’nin elinden tutarak
tırmandım. Konser öncesi bir ara Kör Zewe’yi mutfağa çektim ve bildiği bir
türkü olup olmadığını sordum. Çok sıkıldı. Hayır mahiyetinde gören tek gözünün
bakışlarını yere indirip omuzlarını silkti. Bunun üzerine kocası Çıtak Haydar
devreye girdi.
“Biliyor… Biliyor… Kürtçe
bildiği bir türkü var. Onu söylesin.”
“Hangisi?” diye merakla
sordum.
“Kürtçe ‘lo berde’ diye
bir parçası var. Onu söylesin.” diye ısrar edince güçlükle ikna edip mırıldanmaya başladı. Parçayı birlikte birkaç kez söyleyip mutfakta kısa bir prova
yaptık.
Sahnedeki (daha doğrusu balkondaki) yerimizi
aldığımızda çevrede yer alan Kesikköprü, Tepeköy, Küçükcamili, Bektaşlı, Heştiyar ve Kuyular adlı Heciban aşiretine mensup olduğu söylenen köylerden gelenlerle birlikte yaklaşık bin kişilik coşkulu bir
dinleyicinin karşısındaydık. Muhteşemdiç Tezahuratları yoğundu. Yüreğim bir hoş oldu.
Kalbim hızla atmaya başladı. Heyecanım doruklardaydı. Kör Zewe’nin elini tuttuğumdan ve
köylülerin yoğun ilgisinden kendimi oldukça iyi ve mutlu hissediyor olacağım
ki, içimden “Feeling good – İyi hissediyorum” adlı şarkımı ilk önce seslendirmek geldi.
Parçanın sözleri bildiğiniz gibi aynen şöyle ilerliyor.
“İyi hissediyorum.
yükseklerde kuşlar
uçuyor, nasıl hissettiğimi biliyorsun
gökyüzünde güneş
parlıyor, nasıl hissettiğimi biliyorsun
hafif bir rüzgar esiyor,
nasıl hissettiğimi biliyorsun
işte yeni bir şafak
işte yeni bir gün
yeni bir hayat
benim için
ve ben iyi hissediyorum
denizde balıklar var,
nasıl hissettiğimi biliyorsun
nehir özgürce akıyor,
nasıl hissettiğimi biliyorsun
ağaçlar kokular saçıyor,
nasıl hissettiğimi biliyorsun
yusufçuk güneşe uçuyor,
neden bahsettiğimi biliyorsun, değil mi?
kelebekler neşe içinde,
neden bahsettiğimi biliyorsun
günlerin bittiğinde huzur
içinde uyumalısın
işte bundan bahsediyorum
ve bu yaşlı dünya yeni
bir dünya
ve cesur bir dünya
benim için
yıldızlar parladığında
nasıl hissettiğimi biliyorsun
çamların kokusuyla nasıl
hissettiğimi biliyorsun
ah, işte özgürüm
ve ne hissettiğimi
biliyorum.”
Seyircilerim şarkılarımdan tek kelime anladıklarını anlamadıkları halde aralarında ağlayan ve gözlerini mahcuplukla silen pek çok insan vardı. Ben bunu şarkılarım esnasında yüzümdeki hüznü görüp hissetmelerine yordum. İnsanların bakışları tanıdıktı. Benim kömür karası insanımdan farksız bakıyorlardı. Mahcup, ezik, utangaç, acemi ve güven yoksunu. İkinci sıraya Kör Zewe
ile söyleyeceğim Kürtçe parçayı almıştım. Zaten toplamda dört şarkı söyleyip ve
böylelikle insanları da hiç anlamadıkları bir dilde ve bilmedikleri müzikle
daha fazla sıkmayacaktık. Arkamda bir vokalist gibi duran Kör Zewe’yi yanıma
aldım ve sol kolumu onun aşağılarda kalan omuzuna koydum. Birlikte söylemeye
başladık, ama ben daha çok nakarat kısımlarında ona eşlik ettim.
“Lo berde
Şevek di nîvê şevê da lo,
Di giraniya xewê da
Şevek di nîvê şevê da lo,
Di giraniya xewê da
Destê xwe da destê min
lo,
Di bin roniya hîvê da
Destê xwe da destê min
lo,
Di bin roniya hîvê da
De berde de berde,
Lawo destê min berde
Evînî bi kul û derd e lo,
Lawo destê min berde
Evînî bi kul û derd e lo,
Lawo destê min berde
Min tu ditî li hewzê
gulan,
Sibê, nîvro û êvaran
Te ez dîtim li hewzê
gulan,
Sibê, nîvro û êvaran
Dest avête gerdenê lo,
Xişîn ketiye guharan
Dest avête…”
Kürtçe dilindeki bu
muhteşem aşk şarkısının sözlerinin anlamını da ben yazmayayım. Benim gibi
bilmeyenler Türkçede araştırıp öğrensinler. Zaten müziğin dilinin olmadığı
herkes tarafından bilinen bir gerçek. Yine de öğrendiğim kadarı ile şarkının
bir yerlerinde “Aşk yara ve dert doludur, oğlan ne olur, hani daha yol
yakınken, beni böylesi zorlu bir yola beraberinde sürükleme.” türünden anlamlı
bir şarkı. Doğrusu çok büyük keyif aldım. Beklemediğimiz bir anda, adının Memo
olduğunu söyleyen başka bir köylü, içinde benim adımın da geçtiği bir Kürtçe şarkı söylemek
istediği ricası ile gelince, hepten şaşırmıştık. Gerçekten de şarkının
sözlerinde adım geçiyordu. Kısaca bu şarkının da sözleri şöyleydi.
"Ninna nina ninaye,
çıpkım male dünyaye.
...................................
Ha di içi da içi da
li male ape Heci da
ramisanek bi de min
di qunciki
tarıda..."
Bu hareketli parçanın ardından onlarca halkadan oluşan uzun halaylar çekildi. Böylesi bir şenliğie ilk defa tanıklık ediyordum. Şaşkınlığım dudak uçuklatacak türdendi. Söylediğimiz dört
parçanın ardından yoğun istek üzerine “Four Woman – Dört Kadın” adlı parçamla
konserimizi dünyanın pek de bilinmeyen bir noktasında, coşkulu sevgi gösterileri
arasında tamamladık. Ama hiçbir dinleyiciyi dünyanın diğer yerlerinde hep yaptığım gibi; tipik bir Nina Simone olup, kimseleri paylama gereği duymadım. "Otur yerine veya kıpırdama," diye çıkışmadım. Hüznümün altında etli dudaklarımın kenarında sürekli bir gülümseme vardı. Sadece Kör Zewe'ye alkışın az olmasından dolayı daha coşkulu bir alkış istedim. Tam tersine onların önünde yerlere kapandım.
Ayrılık vakti gelip
çatmıştı. Çocuklar ayaklarıma dolanıyorlardı. Şaşkındılar. Kör Zewe ve diğer pek çok kadın ve erkeğin gözlerinden yaşlar
süzülüyordu. Serde duygusallık var. Karşımda, adını sanını hiç duymadıkları ve ilk defa gördükleri
kömür karası siyahi bir kadın için yaşlar akıtan bir kitle vardı. Kendimi
tutamadım. Gözlerimden boncuklar halinde süzülen yaşlar Kör Zewe’nin yüzündeki
ıslaklıkla, sular seller halinde birbirine karıştı.
Vedalaşma esnasında ev
sahibimiz hemhalim Kör Zewe’ye sıkı sıkıya sarıldım. Mısto aracılığı ile ülkemde “Dışı
siyah içi beyaz” olan pek çok insanın bulunduğunu ve bir yandan da sürdürmeye
çalıştığım mücadelemin yoğunluklu bir kısmının onlara karşı olduğunu kulağına fısıldadım.
Kendilerinin içlerinin ve dışlarının hep böyle kalmasını rica ederek ayrıldım.
Anlayıp anlamadığını bilemiyorum. Zamanında Vietnam’da yürütülen savaşın
karşıtlığından dolayı hapis yattığımı, ırkçılık ile her daim kavga halinde
olduğumu, büyük bedeller ödediğimi anlatamadım. Dediğim gibi anlatsam da beni anlayıp anlamayacağından
emin değildim. Bildiğim, gördüğüm bu insanlar pür ve aktılar. Buruk duygularla
ardımda gözleri buğulu pek çok insanı el sallamaları ile bıraktım. Kalbim onların avuçlarında kaldı. Aracımız
Ankara’ya doğru çukurlara bata çıka yola koyuldu.
Amsterdam, 26 Aralık 2019