20 Temmuz 2016 Çarşamba

POKEMON



POKEMON

         İnsanlık hali, olur ya, içinize apansız doğan tuhaf merakınıza isteminiz dışında yenik düştünüz diyelim. Ucunu da yeni sivrilttiğiniz kara kaleminizi elinize aldınız ve oldu olacak bir Hollanda haritası da ben çizeyim dediniz. Bir de bakacaksiniz ki, çok geçmeden kar beyazı kağıdın yüzeyinde, çizim becerinizin ürünü ve zıplamak üzere olan bön bakışlı garip bir kurbağa görünümünü andıran bir şeklin belirdiğini görürsünüz. Bu insana ha zıpladı-ha zıplayacak intibasını veren kurbağanın ayakları kısmında veya haritanın tamamen güneyinde, bir yanında Belçika ve diğer yanında Almanya ile kol kola girmiş halde konum bulan, Hollanda’nın önemli şehirlerinden biri, kriterleri ile de dünyada ünlenen Maastricht şehrine idi, bu kez yolculuğumuz.
         Maastricht şehri adını 2000 yıl kadar önce, iki yakasına kurulduğu Maas nehrinden alıyor. Günümüzde bir eğitim ve kültür şehri. Bakıldığında kent adeta Almanya ile Belçika’nın omuzları arasında, insan yüreğini burkacak şekilde sıkışmış gibidir. Meydanları, kafeleri, flemenkçenin yumuşak Limburg aksanını da benliğine katıp, zarif makyajı ile birlikte telli duvağını takıp takıştırmış, kurbağanın bütününden ayrıcalık gösteren, özgün, oldukça şirin, aydınlığa uzanan Maas nehri üzerindeki birbirinden güzel köprüler ile adeta bir masal şehri.
         Şehrin görülmesi gereken dört bir yanını kolaçan edip, gezdikten sonra biraz dinlenmek gayesi ile gezimize ara verdik. Hava sıcak olduğu için kafenin terası balık istifi doluydu. Kafenin konumu ve Maas nehri kıyısına olan terası ile manzarası çok hoş olduğundan, biraz beklersek masalardan birinin boşalacağı umudunu taşıyarak, sabırsızlık ile beklemeye koyulduk. Belçika, Almanya ve Avrupa’nın diğer ülkelerinden oldukça yoğun bir turist akını olduğu için pek çok farklı dil birbirine karışıyor. Bu arada Mastricht’in şık, bakımlı ve güzel bayanları da göz kamaştırıyorlar.
         Şansımız varmış. Çok geçmeden masalardan biri boşaldı ve anında kimsenin oturmaması için tez elden yerimizi aldık. Siparişimizi henüz vermiştik ki, karşıdan iki yaşlı ama, bakımlı ve yoğun aksesuarlı iki ninenin tıngır mıngır bize doğru geldiğini gördük. Yanımızdaki iki boş sandalyeye göz koymuşlardı. Boş sandalyeleri gösterip, masayı birlikte paylaşmamıza izin olup, olmadığını yumuşak Belçika flemenkçesi ile sordular. Biz de herhangi bir sakınca olmadığını, başımızı hafifçe “evet” mahiyetinde eğince, iki şık nine yanı başımıza usulca konuşlandılar.
         Nineler meraklı gözler ile alttan alta bize bakıp, kim olduğumuzu, nereden geldiğimizi anlamaya çalışırlarken, doğrusu bizim merakımız da hatırı sayılır bir yoğunluktaydı. Ama biz biraz daha şanslı durumdayız. Onların konuşmalarından nereden geldiklerini hemen anladık. Kısa bir süre sonra daha yaşlı olan; boynuna, kollarına, parmaklarına, kulaklarına ve takılabilecek her yerini pahalı olduklarını düşündüğüm takılar ile bezemiş, kokoş görünümlü olanı söze girdi.
“Afedersiniz, çok merak ettik, siz nereden geliyorsunuz?”
“Türkiye’den geliyoruz ama Amsterdam’da oturuyoruz ve buraya bir günlüğüne gezmeye geldik.” deyip süslü ninemizin merakını giderdik. Türkiye adını duyunca, yine konuşkan olan nine, bir an gözlerini Maas nehrinin kenarına dizili olan mimarisi bir birinden güzel binaların hemen üzerinde yer alan, yer yer bulutların pamuk öbekleri halinde dağılmış olan mavi gökyüzüne kaldırıp, anılarına dalar gibi oldu. Yüzlerce irili ufaklı kırışığın ardında yer alan çağla yeşili gözlerini bir müddet yumduktan sonra, mutlulukla bize baktı,
“Aa… Ne güzel. Bakın ben seksen üç ve bu arkadaşım ise yetmiş sekiz yaşında. Yaklaşık otuz yıl önce Türkiye’de, Kemer’deydik. Biz dört arkadaş kocalarımızı evde, Belçika’da bırakıp, iki haftalığına Türkiye’ye gittik. Bu arada diğer iki arkadaşımız da, kocaları da öldüler.”
         Bol aksesuarlı yaşlı ninenin susacağı yoktu anlattıkça anlatıyordu. Nehir kenarında cılız sazlıkların arasından dört tane yavrusu ile yola doğru süzülüp gelen yeşil başlı bir ördek, yanlara doğru yata yata süzülüp, geldiler. Bir kıyıcıkta buldukları ekmek parçası ile daha zümrütleşmemiş olan yavruları birlikte ziyafet çekecekken, bir iki tırtıklamanın ardından apansız kanat çırpıp gelen bir karga “kime nasip, kime kısmet” demeden ekmek parçasını kaptığı gibi havalandı. Yeşil başlı ördek kargaya bildiği bütün bedduaları okuyup, lanet yağdırarak, uğradığı saygısızlığa bir anlam veremeden, yeniden yalpalaya yalpalaya yavruları ile sazlıkların arasından süzülüp, Maas üzerinde biri büyük dördü daha küçük iç içe açılıp büyüyen daireler oluşturarak, görünmez oldular. Bu arada soluklanmasının ardından nine iştahla anlatmaya davam etti.
“Dediğim gibi otuz yıl önce Kemer’de idik. O iki hafta nasıl çabuk geçti anlatamam. Belki de hepimiz için bugüne değin geçirdiğimiz en güzel tatildi. Bir gün sahilde dolaşırken yirmi beş yaşlarında dalgalı saçlı, uzun boylu bir gencin bana uzun uzadıya baktığını hissettim. Yanıma cesurca yaklaşıp, yarım yamalak ingilizcesi ile birlikte bir şeyler içmeyi teklif etti. Baktığım zaman kendisinden iki katı daha yaşlıydım. Hani nerede ise torunum olacak yaştaydı. O an yüreğimden bir şeyler koptu, beni çağıran bu sese yok diyemedim. Bir kafeye gidip oturduk. Arkadaşlarım da bizimle beraber geldiler. Adını hiç unutamadığım delikanlı isterlerse arkadaşlarım için de birilerini bulabileceğini söyledi. Kocalarımız Belçika’daydılar. Bilinmeyen ama oldukça heyecanlı bir macerada kendimizi bulmuştuk. Arkadaşlarım teklif üzerine biraz nazlandılarsa da kabul etmek daha cazip geldi. Murat limonatasını usulca kenara koydu, çıplak kolumu okşayıp, cebinden telefon defterini çıkardı. Üç ayrı yere telefon etti. Yarım saat içinde üç delikanlı daha çıkageldi. Onlar da oldukça genç ve oldukça yakışıklıydılar. Arkadaşlarım nerede ise yazı tura atıp, gençlerden birini seçeceklerdi ki, Murat her bir arkadaşını diğer üç kadına yönlendirdi. Akşama kadar aynı mekanda yiyip, içtik. Keyfimize diyecek yoktu. Biz dört arkadaş kafenin masraflarını ödeyip, kalktık. Murat yine devreye girip, istememiz halinde bizimle otele gelebileceklerini ve güzel bir gece geçireceğimizi söyleyince, doğrusu ne inkar edip saklayayım, geçmiş gün geçmişte kaldı, hepimizin de ağzı kulaklarımıza vardı. Onlara sarılıp kabul ettik. Uzun lafın kısası Kemer’de kocalarımızın haberi olmadan, iki hafta gibi unutulmaz bir tatil geçirdik. Tabi gençlerin bütün masraflarını karşılayıp, kendilerine pek çok hediyeler almayı ihmal etmedik. O nedenle ne zaman Türkiye adını duysam, biraz önce olduğu gibi kalbim hızla atıyor ve kulaklarım, çınlıyor. Böyle işte niye saklayayım ki, dediğim gibi; geçmiş gün geçmişte kaldı.”
         Ara sıra bakışlarımı başka yönlere çevirmeye çalışsam da pek faydası yoktu. Terasta dünyaca ünlü Belçika biraları yudumlanırken, sadece bizim masa değil, kümeler halinde herkes yoğun bir sohbet içindeler. Genç ve yaşlı ele ele dolaşan gençler ve temiz giyimli yaşlılar birbirlerine bütün şirinlikleri ile gülümsüyorlar. Serçeler korkusuzca masalara konuyorlar. İnsanların uzattığı ekmek parçalarını minik gagaları ile parçalayıp, yutuyorlar. Kanal turu yapan büyük botlarda insanlar, nehir kıyısındakilere el sallıyorlar. Fakat nineler dönüp bakmıyorlar. Onlar yıllar sonra yeniden kendilerini Kemer’de hissederek, o anları yaşlı gözlerinin önüne getirmeye çalışırken, üst üste göz kapaklarını kırpıştırıyorlar.
         Daha genç ve üzerinde az miktarda aksesuarı olan bayan yan gözler ile bakıp, bütün sırlarının ifşa edilmesine pek razı gelmemiş gibi görünse de, O da memnuniyetini gözlerine kırpıştırarak belirtti.
         Ne diyeceğimizi şaşırmış bir halde nineyi kesintisiz dinledik. Öylesine güzel anlatıyordu ki, gayet doğal, gizli ve saklı demeden bütün kutuları açıp, gözlerimizin önüne seriyordu. Derken uzun uzadıya yaptığımız sohbetin ardından, bizden izin isteyip, kalktılar. Ağır adımlarla ayaklarını sürüye sürüye ve bastonlarına dayanarak uzaklaştılar.
         Ninelerimizi savmıştık ki, iki tane gencin ellerindeki mobil telefonlarına bakarak bize yaklaştığını gördük. Ne olup bittiğini anlamadan, yanı başımızda telefonları bize yönelik gelip, durdular. Birisi telefonunu sırtıma doğru tutup, bir düğmeye bastı. Merakla dönüp ne olup bittiğini sordum. Genç kekeler gibi mavi gözlerini büyükçe açarak, meramını anlatmaya başladı.
“Çok affedersiniz beyefendi. Biz pokemen yakalıyoruz ve bunlardan biri sizin sırtınızdaydı. Onu yakaladım. Bu yeni bir oyun, hani eskiden pokemon vardı ya, şimdi Nintendo pokemon go adlı bir oyun geliştirdi. Pokemonlardan biri de sizin sırtınızda olunca, sizi rahatsız etmek zorunda kaldık. Verdiğimiz rahatsızlıktan dolayı tekrar özür dilerim.”
         Kemer’de Belçika’lı yaşlı bayanlar, para karşılığı Anadolu’lu çiçeği burnunda  gençlerin kemerlerini çözüp, onların sırtından iki hafta boyunca hazlarının doruklarında doyuma ulaşırlarken, Maastricht’te benim sırtımda da pokemonlar avlanıyordu. Hay Allah, ne işi varsa pokemonların da benim sırtım da, demeden edemedim. Hayır ama neden benim sırtımda? Kim yükledi sırtıma bu garip yaratıkları?
         Yeşil başlı ördek yavruları ile bir kez daha sazlıkların arasından yola doğru sökün etti. Belli ki aksam yemeğini olsun kimselere kaptırmamak arzusundaydı. Vakit geç olmuştu ve eve dönmek üzere uzun, ince ve kıvrımlı yollar bizi bekliyordu. Ihlamur kokulu şehri, gülümseyerek ardımızda bıraktık.

Amsterdam, 20 Temmuz 2016
      





CHARLOTTE CAFE Annem, bildim bileli hasta, ömrü böyle geçti diyebilirim. Lakin bu kez hayli ilerlemiş olan yaşı ile artık uzatmaları oynuyo...