11 Ağustos 2019 Pazar

ÇİÇEK GÖBEĞİ







ÇİÇEK GÖBEĞİ

İtalya'da aşk şehri olarak bilinen Venedik sakinlerinin verimli topraklarından dolayı “Flora di Levente (Doğu’nun çiçeği)” adını verdikleri, Yunanistan'ın güneyindeki Zante adasında; 1798 yılında düz, kömür karası saçları alabildiğine gür, çehresi ince uzun, kaşları yay ve kirpikleri ok, güzel mi güzel bir bebek kestane gözlerini kırpıştırmalarla dünyaya açtı. Mutluluktan uçan anne ve baba, dünya güzeli oğullarının adını Dionysios koydular.
Yaklaşık 155 yıl sonra, yani 1953 yılında, başka bir coğrafyada, Siverek ilçesinde Viranşehirli bir aşirete mensup bir ailenin de, Dionysis’a benzeyen bir oğlan çocuğu dünyaya geldi. Anne Zaza, baba ise Kürt kökenlidir. Tıpkı Dionysios misali güzel bir çehresi olan bebeğe Uzun ailesi Mehmet adını verdi. Kahverengi gözleri çakmak çakmak, düz, katran karası ve gür saçlıdır minik bebekleri. Etrafına durmaksızın gülücükler saçan Mehmet ailesinin bir anda neşe kaynağı oluverdí.
Aralarında çok “kız alıp vermemişler ve tavukları birbirlerine karışmamış” olsalar da her iki bebeğin memleketleri asırlardır yaka yakaya komşudur. Çok sonraları; biri Türkiyeli Kürt bir yazar ve şair, diğeri Yunanlı bir şair olarak dört bir yanda ünlenirler. Her iki edebiyat emekçisinin doğduğu komşu topraklar, asırlar boyu pek çok medeniyete beşiklik edip birbirinden kopmaksızın, yan yana ve kol kola birlikte Ege’nin boncuk maviliklerine ayaklarını uzatırlar. Bu coğrafyada yer alan halklar kültürleri, yemekleri, gelenek ve göreneklerinin biri diğerinden çok farklılık göstermez. Her şey aynı sıcaklık, samimiyet, içtenlik ve güzelliktedir. Öyle ki: Mehmet Uzun Yunanistan’da, Dionysios Solomon’un misafiri veya tam tersi Solomon Türkiye’de Mehmet Uzun’un konuğu olsaydı, kendilerini hiç yabancı hissetmeyeceklerdi. Hiçbir şeyi garipsemeyeceklerdi. Aynı zaman dilimine denk gelen bir evrede yaşasalardı, elbette birbirlerini şeref misafiri olarak kabul edip ağırlayacaklardı. Lakin Mehmet Uzun kader ortağı Solomon’dan yüz yıldan fazla bir zaman sonra hayata çakmak çakmak gözlerini açtığı dünyada, çileli bir hayat sürdürdüğü bir süreçte bu buluşma sağlanamadı.
Mavinin en güzel tonlarının hakim olduğu dünya güzeli Zante adasında yerleşik olan Solomon ailesi, belli bir yaşa gelen Dionysios'un daha iyi bir eğitim alması için karşılarındaki komşu çizme İtalya’ya gönderirler. Dionysios İtalya’da iyi bir eğitim alır. Genç yaşta yıllarca öncesinde ülkesinden ayrıldığı için ana dilini unutur. İtalyancaya hakimdir. Yıllar yılları kovalar. Takvim yaprakları 1821 senesini gösterdiğinde Osmanlı-Yunan savaşı başlar. Savaş 125 yıl aralıksız devam eder. Dionysios ülkesi adına üzgündür. Tatlı bir imbat rüzgârının estiği bir yaz gecesinde rüyasında gözlerinde tüten annesini görür. Annesi beyaz bir gelinlik içindedir. Üzgün ve ağlamaklıdır. Yosun yeşili gözlerinden zümrüt tanesi yaşlar süzülmektedir. Mırıltılar halinde oğluna yalvar yakar olur. Çaresizdir.
“Dionysios… Oğlum gel artık. Özledim seni oğul. Hasretine dayanacak gücüm kalmadı. Kolum kanadım kırıldı. Yalvarırım gel artık. Helen toprağında büyük bir savaş var. Eli ayağı tutan herkes cephede. Savaş acımasız. Her gün yüzlerce insan ölüyor. Gel oğlum, gel artık.” der.
Mehmet yedi yaşında Siverek’te okula başladığında tek kelime Türkçe bilmemektedir. Okulun ilk günlerinde çok bozuk bir Türkçe ile okunan andın ardından, arkadaşı ile biraz olsun bildiği tek dil olan Kürtçe ile konuşurken, öğretmenlik görevi yapan bir asteğmenin attığı tokat ile cılız yanağı allanır. İncinir. Çok acı duyar. Öğretmen ise hiddetlidir.
“Kürtçe konuşmak yasak demedik mi? Türkçe konuş.” Bilse Türkçeyi konuşacak. Lakin bilmediği bir dili nasıl konuşur! Gökten vahiyle “Türkçe konuş ya Mehmet” diyen de olmamıştır ki, konuşsun. İçi yanağından çok daha fazla acımıştır. Tokadın acısı on dakika sonra geçse de, ancak yüreğindeki sızı ömrü boyunca her daim varlığını sürdürür.
Dionysios ait olmadığı topraklarda daha fazla kalamayacağına karar verir. Tez elden Venedik’ten bir tekneyle ardında bıraktığı adası Zante’ye döner. O bir şairdir. Savaşta bir şair ne eyler ki? Olsa olsa var olan isyan için şiirler yazar, özgürlüğü haykırır. Böylelikle kendi insanının yanında yer alır.
Kendi adasında insanlar tanıdık olsa da konuştukları dil, kendisine alabildiğine yabancıdır. Halkını yüreklendireceği, özgürlük şarkıları yazacağı dilden tek kelime bilmeyen, bihaber olan bir şair ne yapabilir ki? Büyük bir azimle halkının arasına katılır. Duyduğu bütün kelimeleri tek tek not eder. Öğrendiği her kelime umutlandırır kendisini. Hatta ilk kez kulağına gelen kelimeler için kelime sahiplerine para öder. Böylece adanın dört bir yanında adı; “kelime satın alan adam” olur. Kelime avcısıdır artık o.
Mehmet Uzun yaşamını 1977 yılına kadar Türkiye’de sürdürür. Genç yaşta can güvenliği nedeni ile İsveç’e gitmek zorunda kalır. Sürgünlük hayatında, ana dilini çok da iyi bilmediğini fark eder. Tıpkı Solomon gibi, o da Kürtçe dilinde doğduğu toprakların çok uzağında kelime avcılığına çıkar. Dengbejlere koşar. Onları can kulağı ile saatler, günler boyu dinler. Duymadığı, bilmediği kelimeleri yakalamaya çalışır. Sürekli notlar edinir. Kafasını üst üste yığılı sözlüklerin birinden kaldırıp bir diğerine gömer. Büyük bir kırıma uğramış olan dilini en iyi şekilde eksiksiz öğrenir.
Zante Adasında Solomon’un kelime satın aldığı dilden dile dört bir yana ulaştığından, para kazanmak isteyen fakirler kelime satmak için şaire koşarlar. Şair sürekli yeni sözcükler satın alır. Aşk, sevgi, sevda, koku, serçe, kaplumbağa, kalp, gökyüzü ve binlerce kelimenin ne anlama geldiğini uzun bir uğraşının ardından öğrenir.  Şiir yazmanın zamanı gelmiştir artık. Uzun soluklu olacaktır yazacağı şiir. Dünyanın en uzun şiirini, 156 kıtadan oluşan “Özgürlük İlahisini” kaleme alır ve şiir Yunan milli marşı olarak kabul edilir. Böylelikle Solomon savaş halindeki halkının yanında yerini alır.
Kollarını sıvayıp yazma sırası Mehmet Uzun’dadır artık. Ve Mehmet Uzun yaralı-yasaklı bir dilde art arda büyülü romanlar yazar. Yaşar Kemal meslektaşının yazım sanatını aynen şöyle tanımlar.
“Mehmet, kaynakları tüketilmiş ve damarları koparılmış olan bir dile can vererek dikenli yolları aşan bir yazardır.” Hummalı bir çalışma ile sancılı bir dilde yazdığı romanların sayısı kısa sürede yediye ulaşır.
Yunanlı usta yönetmen Theo Angelopoulos “Sonsuzluk ve Bir Gün” adlı filminde kelime avcısı şair Dioynsios’un yaşamını uzun uzadıya işler. Filmde Alexondros adlı yaşlı ve ölümcül bir hastalığa yakalanan bir şair ve Arnavut kaçak göçmen bir çocuk vardır. Alexondros Arnavut çocukla Solomon’un yaptığı gibi kelime oyunlarına girerler. Böylelikle Solomon’un yarım kalan “Hür Esir” şiirini tamamlamaya çalışır. Çocuktan her defasında kelimeler satın alır. Üç kelime çok önemlidir.
Çocuk ilk önce “çiçek göbeği” anlamına gelen “korfulamu” kelimesi ile ayakları birbirine dolana dolana Alexondros’a koşar. Sözcük aynı zamanda anne kucağında uyuyan bebeğin duyduğu iç huzur, şefkat ve sevgi anlamlarını da içerir.
İkinci olarak “xenitis” sözcüğünü satın alır. Her yerin yabancısı ve daimi sürgünü anlamındadır.
Ağır bir hastalığa yakalanan Mehmet Uzun da en nihayetinde doğduğu topraklara döner. Yakalandığı ölümcül hastalıktan kurtulamayacağını bildiği için gözlerini dünyaya kendi insanlarının arasında kapatmak ister. Diyarbakır'da "Veni Vidi" hastanesinde tedavi görür. Hastanenin adının anlamında olduğu gibi, "Gelir Görür" ama Viçi kelimesi gerçekleşmez.
Diğer yanda kaçak Arnavut çocuğu bir gemi ile Amerika'ya gönderen Alexondros sürekli bağırır.
"Yarın nedir? Zaman nedir? İnsanlar nasıl seveceğini neden bilmez, anne?"
“Zaman sahilde çakıl taşları ile oynayan çocuktur.” gibi yüreklere burukluk veren bir tümce ile başlayan film, en son Selanik limanında yürüyen kalabalığın arasına dalan çocuğun getirdiği “argathini” kelimesi ile devam eder. Filmin başlangıcındaki burukluğu burada da hissedersiniz. Çünkü bu kelime; karanlığın derinliği veya her şey için geç kalınmış olmayı anlatır. Arnavut çocuğun, bir polis arabasının çarpması ile ölen arkadaşı Selim’in ardından yaktığı bir ağıtla kareler filmin sonunu getirir.
Nefes aldığı halde gün geçtikçe birer gölgeye dönüşen, düşünen ama ne abestir ki; hissetmenin çok uzağına düşer mi oldu günümüz insanı? Öyleyse, yazık! Hayıflanmadan edilemiyor. Üstümüze sinmiş olan bütün duyarsızlığa karşın, Ege Denizi'ne birer “kısrak başı gibi uzanan” komşu iki ülkenin büyük şairi Dionysios ve biricik yazarı Mehmet Uzun’nun dayattıkları hüznün bütün bedenimizi kaplamasına engel olamayız. Türküde “hey Selim” diye seslenilse, ağıt yakılsa da, duygularımızın önüne geçmekte zorlanıp kendimizi belki de: “Hey Dionysios… Hey Mehmet…” diye seslenir ve sorulanlara cevap arar buluruz.
"Hey! Selim!
Bu gece bizimle olamaman ne acı
Hey! Selim!
Çok korkuyorum, Selim.
Deniz o kadar büyük ki!
Gittiğin yerde bizi ne bekliyor Selim?
Hepimizin gideceği o yer neye benziyor?
Dağlar mı var, vadiler mi?
Polisler mi var orada askerler mi?
Hiç geriye bakmadık ki biz.
Şimdi tek görebildiğim, deniz, uçsuz bucaksız deniz.
Rüyamda annemi gördüm gece
kapının eşiğinde durmuş, ağlıyordu.
Noel'di, çanlar çalıyordu.
Dağlara kar düşmüştü.
Keşke burada olaydın
bize eskisi gibi
o limanlardan,
Marsilya'dan, Napoli'den,
Şu koca dünyadan bahsedeydin
Hey! Selim, anlat, anlat bize
Şu koca dünyadan bahset.
Hey! Selim, konuş, konuş bizimle... "

Amsterdam, 11 Ağustos 2019


CHARLOTTE CAFE Annem, bildim bileli hasta, ömrü böyle geçti diyebilirim. Lakin bu kez hayli ilerlemiş olan yaşı ile artık uzatmaları oynuyo...