SON DEM
“Badem gözlüm beni unut.
Boynuma sarılma, gülüm,
benden sana geçer ölüm.
Badem gözlüm beni unut.”
Boynuma sarılma, gülüm,
benden sana geçer ölüm.
Badem gözlüm beni unut.”
N.
Hikmet
Bilinen o ki, bugüne değin insana özgü pek çok iniş ve çıkışla, sevgili kocam ve benim eriştiğimiz ileri yaşımızla, artık son demlerimizi yaşadığımızdır. Dönüşü olmayan bu ömre dönüp baktığım zaman; yaşayamadığım,
annesizlik, sefalet ve yoksulluk içindeki bir çocukluk devresinin ardından,
göz açıp kapayıncaya dek çarçabuk, bir anını dahi tatmadığım genç kızlığıma adım attığımı içim burkularak görüyorum. Derken
sırası ile beraberinde bin bir sıkıntıyı da yaşatan olgunluk, orta yaşlılık ve artık
hiçbir baharı olmayan yaşlılık buyur etti. Bu ömre, maharetmiş gibi
olabildiğince hastalığı sığdırmasını nasıl becerdim, ben de şaşıyorum. Biri
gitti, beşi kaldı ve art arda yenileri istemediğim halde sökün etti. Yakama
yapışıp kaldı illetler, tüm uğraşılarıma rağmen silkeleyemedim onları. Bütün
hayatım boyunca ruhumu inletip durdu marazlar. Bedenimde kol kola girip
zılgıtlar eşliğinde halaylar çektiler, yüreğimde ve beynimde ise bangır bangır
bir müzik gürültüsü eşliğinde enerji küpü gençleri aratmadan, diskoteklerdeki
gibi tepinip durdular. Savunmasız bedenimi bulmuşlardı, hayat onlara güzeldi.
Benimkisi sıkıntı
yumağına dolanan bir ömür. Lakin benim üzüldüğüm, bu lanetlerin beni kocama
muhtaç kılmaları, onun sürekli benimle ilgilenmesini gerektirmesiydi. Ağrılar
hayatımın bir parçası oldu ve onlarla yaşamasını çoktan öğrendim artık.
Velhasıl, şairin de dediği gibi: "Daracık ömrümüzde, geniş
sıkıntılar."
Elli beş yılı aşkın bir
süredir Ankara’da bir semtte kocam Hüseyin ile sürdürdüğümüz omuz omuza, mutlu
bir birliktelik bizimkisi. Kocamın adını bir çırpıda söyledim, unutmadan kendi
adımı da kulağınıza fısıldamadan geçmeyeyim. Yaşlılık bu ne olur ne olmaz.
Sonrasında adımı alzheimer olmuşa çıkarırsınız. İnanın öyle değil. Çoğu zaman
ela gözlerimi semaya kaldırıp “Kimim ben? Nereden gelip nereye gidiyorum?”
benzeri soruları da kendi kendime sormuşluğum çok olmuştur. Cevap bulmuş muyum?
Elbette ki “hayır.” Adım Melek. Tanıyanlar adım gibi gerçek bir melek olduğumu
söylerler. Ama marazlı bir melek. Beni tanımıyorsunuz, bunu gereğinden fazla
dile getirirsem biraz ayıp etmiş olurum. Varsın bunu, eğer bir zerre de
haklılık payı varsa beni tanıyanlar dile getirsinler. Ben sadece onlardan ödünç
aldığım bir cümlecikle onların yalancısıyım.
Hüseyin, hani insanların
sık sık dile getirdikleri “iyi ve kötü gün” zamanlarında her daim yanı başımda
ve elimi tutar oldu. Aramızda sen veya ben kavramı olmadı. Biz bunu hep biz eyledik.
Çok romantik bir birliktelik değil bizimkisi. Doğrusu olmasını çok isterdim.
Hüseyin, insanı buluttan buluta uçuran duyguları yaşatmasa da, dediğim gibi her
an yanı başımda ve sevgisi daimdi. Desem ki, "Hüseyin, bana gökyüzündeki
bütün yıldızları indir." O hemen bir merdiven arayışına girer. İşin aslı
karşılıklı sevgimiz olsa da, bizim bizden başka da kimseciğimiz yoktu.
En son anına kadar her
canlının vazgeçemediği, teslim olmamakta alabildiğine direndiği, hayatta kalmak
için sevgili misali sıkıca sarıldığıdır yaşam. Ot biçmeye gidecekmiş gibi
elinde tırpanı ile insan biçmeye gelen, kapüşonlu ve uzun pelerinlinin peşine
zamanı geldiğinde günümüze değin her canlı, bir bilinmezliğe doğru giden bu
zombinin ardına tıpış tıpış düşmek zorunda kaldı. Kimsecikler “Gelen
yakinimdir, şimdilik seninle gelmesin. Bir kıyak çek biz de seni görelim.” diye
bir kartvizit yazamadı zat-ı âlilerine.
Çok uzun yıllar devlet
dairelerinde memurluk yaptıktan sonra, yaklaşık altmış yaşımızda aynı sürede
emekli olduk. Seksenlere merdiven dayadığımız bu aylarda, uzun bir zamandır bir
taşı alıp bir yere koymuşluğumuz yok. Çok istememize rağmen çocuğumuz olmadı.
Belki de böylesi daha iyi oldu diye de düşünmediğim olmadı değil. Yukarıdaki
satırlarda da sizleri karamsarlık içine koyduğum bir dünyada; “Başka bir
insanın bizim isteğimiz doğrultusunda, bu acımasız ve sıkıntılarla dolup taşan
gezegenimizde yer almasına neden olmamış olduk.” diye de kendi kendime avuntu
dâhilinde, bu zoraki duruşuma hak vermişliğim de çok oldu.
Pek çok olaya ve
gelişmeye tanıklık ettik. İkinci Dünya Savaşı bulunduğumuz coğrafyanın dışında
kaldığı halde, o zamanın çocukları olarak bu kıyımın ceremesini yokluk ve
sefaletin dayatması ile bizler çektik. Hey hat ki, heyhat! Dünyayı, iki bin
yirmi yılının başında kasıp kavuran büyük bir felaketi verilmiş iğrenç bir
armağanı, son demimizde istemimiz dışında kabullenip yaşayacakmışız. Yanarım da
buna yanarım.
Öyle bir afet ki,
insanlığın zengini, fakiri, kadını, erkeği, çocuğu, yaşlısı, genci, kralı,
kraliçesi, inananı, inanmayanı, beyazı, sarısı, siyahı, çekik gözlüsü ve her
türlü ayrıksılığını gözetmeksizin canlıların üzerine çöreklenip korku salıyor.
Son demimizde, giderayak seninle de tanıştık “corona” diyelim. Ne diyeyim, bu
durumda tanışmaz olaydık daha yerinde bir söylem olsa gerek. Ama gelinen
noktada nihayet hepimiz “aynı gemiye” binmek zorunda kaldık.
Yollarına güller dökmemiz
gereken sağlık çalışanları, dünyanın dört bir tarafında canhıraş bir şekilde
gece gündüz demeden, kendi canlarını da tehlikeye atarak kan ter içinde ön
cephede, sipersiz savaşıyorlar. Düşman görünmez, sunturlu, tam bir Şam Şeytanı,
sinsi ve hain. Sağlığa, eğitime ve bilime yatırım yapmanın ne denli önemli
olduğu en nihayetinde bıngıldağı gelişmemişlerin kafasına dank eder. Hayata zarafeti
gizemleme becerisinden bihaberler, uzun uzadıya tiratlarla ahkâm kesmekten el
etek çekerler. Böylelikle bu coronanın nelere muktedir olduğunu görülür.
Muktedirler bütün bu kıssadan hisselerden gerekli dersleri artık bundan
sonrasında çıkarırlarsa, insanların kalplerine de bir nebze olsun su serperler.
İki oda bir salondan
oluşan evimizde günlerdir bir başımızayız. Bir halk türküsünde söylendiği gibi;
“Ne gelen var ne giden.” Kimliği bilinmezler olduk. Elbette gelmek veya bizim
gitmek istediklerimiz yok değil. Lakin dünya büyük bir hapishaneye dönüştü.
Sürekli telkin edilen; “EVDE KAL!”
Bahar geliyor.
Düşünceleri rengârenk olan insanlar sevgili gibi bekliyor onu. Uzun sürdü kış.
Kış boyunca ısınmak nedir bilmeyen kemiklerimiz güneşin o sihirli ışınlarına kavuşmak
istiyor. Güneş şehrimin yüksek binalarının arasına daldırdığı bal yüzünü
çıkarmaya görsün, eski günlerdeki gibi Hüseyin’imin kocaman avucuna avucumu
sığdırsam mahalleyi bir turlasak, bir pastanede soluğu alıp, o kahvesini
yudumlarken ben de soğuk limonatamla serinlesem diye hayal ediyorum. Yazık,
insanların gülüşleri dökülmesin! O günler uzak mı dersiniz? Yok… Yok… Elbette
değil.
Kuşlar cıvıldıyor.
Kelebekler ve arılar bir çiçekten aldığı tozları bir diğerine kavuşturuyorlar.
Çiçekler meyveye duruyor. Ağaç dalları zümrüt yaprakların ardında görünmeyecek
hale geliyorlar. Yeni evli komşum Filiz Hanımın karnı burnunda. Baharla
birlikte bir kız çocuğu ile şenlenecekler. Filiz Hanım çoktan filizlendi, çiçek
açtı ve tez günde meyve verecek.
“Aralık’ta ölürsem mesele yok. Hiç yok...
Ama baharda ölürsem, haber salın kuşlara. Açılsın işte o vakit çeyiz sandığım. Uluorta... Adım mısralara kalsın, masalım kuşlara.
Aşk’ım O’na…!”
Arzu Eşbah
İlerlemiş yaşımızla iki
oda bir salondan oluşan evimizde haftalardır bir başımızayız. Gelen ve gidenin
tam tersine gelip gitmemesi lazım ki, bizler bu lanet virüse yakalanmadan
kısmetse bu felaketi atlatalım. Anne, baba, oğul, kız, gelin, torun, damat,
amca, dayı, hala, teyze, dost, arkadaş ve hatta sevgili olmak yetmiyor. Evinde
kıçını kırıp oturacaksın. “Herro veya merro” yok. Mesele “To be or not to be.”
O kadar. Bir bardak suyunuzu dahi alamayacak durumdaysanız, ne yapıp edip
kendiniz almak zorundasınız. Cam kırılganlığında bir yaşam. Dayanılmaz
ağırlıkta içsel bir boşluk. Ve mevzu devletin derinliğinden de derin!
Şimdilerde dilime pelesk olan bir şarkı:
"Sakin göllerin
kuğusuyduk
Salınarak suyun yanağında
Yarılan ekmeğin buğusuyduk
Gözüm yaşarıyor
Yüreğim yanıyor
Olmasaydı sonumuz böyle!" A. Kaya
Salınarak suyun yanağında
Yarılan ekmeğin buğusuyduk
Gözüm yaşarıyor
Yüreğim yanıyor
Olmasaydı sonumuz böyle!" A. Kaya
Amsterdam, 31 Mart 2020