KİM DAMAT?
Anlık da olsa, es vermeksizin, biteviye geçeduran yılların, devlet memurları Arif Bey ve eşi Şule Hanımın omuzlarına birer kum torbaları misali bindirdiği yorgunluğu, üzerlerinden bir taraflara atmalarının zamanı gelmişti.
Arif Bey ve Şule Hanım yeni bir tatil için yollara düştüler. Ama Başkent Ankara’da hayat durmadı. Çıkagelen renk cümbüşü baharla ağaç dallarındaki körpe tomurcuklar yaprağa, çiçeğe duruyor, sonrasında meyveye gebe kalıyor, mevsim yaz sıcaklarına dönüşüyor, park ve bahçelerde arılar, kelebekler ve gökyüzünde irili ufaklı pek çok kuş Urlalı Hatice'nin gözlerinin maviliğindeki semalarda her zamanki gibi özgürce uçuşuyorlardı. Susamlı çıtır simitlerle midelerdeki açlık isyanları geçici olarak bir kez daha bastırılıyor, küçük yaştaki çocuklar tarafından ayakkabılar önce boyanıyor, sonrasında cilalanıyor, günün yevmiyesi için Yozgatlı hamal Recep sırtladığı kurşun ağırlığındaki yükün altında inim inim inliyor, Tokatlı Durmuş Usta eğrilse de çalıştığı inşaatta çekiçle çiviye hızla vurmaya devam ediyor, Urfalı Beko çöp bidonlarından kağıt-plastik-metal ne bulursa topluyor, Mardinli Şemo midye dolmalarını ikram ediyor, Sülo "eeskiiiciii..." diye mahalle mahalle avazı çıktığı kadar bağırıyor, altı yaşındaki İpek babası ile gittiği Gençlik Parkında kendisine uzatılan pamuk şekerine sevinçle uzanıyor ve başkentte hayat var olan doğallığı ile devam ediyor. Ankara, beton yığını binaların tıka basa serpiştirilmiş tepeleri ile sevgilisi mavi göğü uzanıp uzanıp öpüyor, tepeden tırnağa yeşile donanan bahar bin bir tür cilvesi ile gülü gülüveriyor.
Çifte kumrular, her yıl başka bir
ülkeye seyahat etmeyi gelenek haline getirmiş olmalarına rağmen, bir ayrıcalık yapıp bu yıl Türkiye’de kalmayı yeğlediler. Elbette kendi ülkelerinde
de pek çok yerde bulunmuşlardı. Hatta bazılarına birkaç kez gitmişlikleri de
vardı. Ancak doğdukları topraklarda da henüz keşfetmedikleri bakir yerler yok
değildi. Büyük bir istek ve merakla sıra şimdi bu yerlerdeydi.
Arabaları ile uzun
yolculuklarına çıkacakları ve vardıkları şehirlerde en az üç, bilemediniz dört-beş gün
konaklayacakları yol güzergahını karı-koca birlikte oturup en ince detayına
kadar planladılar. Altmışlı yaşlardaki ömürlerinin bu evresinde bir
başlarına kalmışlardı. Emeklilikleri geldiği halde her ikisi de birkaç yıllığına
da olsa çalışmaya devamla uzatmaları oynuyorlardı. Kızı ve oğlu da evlenip evden ayrıldıklarından,
uzunca bir zamandır çıktıkları tatillerde yalnızdılar. Çocukları gençlik
dönemlerinde de artık tatillerde onlarla birlikte olmuyorlardı. Evliliklerinin
ardından da tatile giden yolları, tamamıyla ayrıldı.
Uzun bir hat halindeki sıralı güzergahlarında Adana, Gaziantep,
ve son olarak da Mardin şehirlerini ve çevrelerini bir bir gezmek istiyorlardı. Arif Bey
hazırladıkları valizleri ve diğer gereksinimlerini arabaya taşıdı. Komşuları
ile vedalaşıp artlarından dökülen suların ardından yola koyuldular. Yeni bir sergüzeşt onları beliyordu. Durup dinlenmeden en az üç yüz kilometreyi
artlarında bırakmak niyetindeydiler. Hızla dönen tekerlekler arabayı aynı ivme ile ileriye doğru
taşıyor, yol boyunca sıralı trafik levhaları ve irili ufaklı meşe ağaçları, onların gittikleri
yönün tam tersine telaşlı bir koşturma içinde artlarında kalıyorlardı.
Gidecekleri son nokta
olan Mardin, Hasankeyf, Nusaybin, Kızıltepe ve çevresini şimdiden çok merak ediyorlardı. Bu yöreyi gezip gören ve övgü ile anlatan dostları buralara mutlaka gitmelerini salık verdiler. Yol boyunca; her defasında ulaştıkları şehirlerin türkülerini arabada birlikte yüksek sesle bir ağızdan söylediler. Her şey planladıkları gibi yürüdü, konakladıkları her yerde iyi insanlarla
tanışıp bir araya geldiler. Onlardan
öğrendiler, tecrübelerini ve bildiklerini de aynı zamanda aktardılar. Üzerlerinde dost bakışların sıcaklığını hissettiler, büyük gülümsemelere şahitlik edip bundan mutluluk edindiler.
Üçer gün
Adana, Osmaniye, Gaziantep, Adıyaman, Diyarbakır ve Urfa’da kaldılar. Her
şehirde de görülmeye değer bütün yerleri bir bir gezdiler. Lezzetleri adeta
yarışan yemeklerinden doyasıya tattılar. İnsanların arasına karıştılar. Yorgunluklarını ve kafalarındaki yoğunluğu bir tarafa bırakıp tatillerinden diledikleri gibi zevk almaya çalıştılar.
Arif Bey yol boyu çok
sevdiği ve uzun zamandır diline pelesenk olan “Turnam gidersen Mardin’e” türküsüne takılıp kaldı. Mardin yolunda da bu türkünün söylenmesi hoşuna gidiyordu. Her fırsatta onu
söylüyor ve Şule Hanım da hayranlıkla bakışlar attığı, alttan alttan süzdüğü kocasına, aynı coşkuyla eşlik ediyordu.
“Turnam gidersen Mardin'e
Turnam yare selam söyle
Karlı dağların ardına
Turnam yare selam söyle
Turnam gidersen aktaşa
Karlı dağlar aşa aşa
Hem kavime hem kardaşa
Turnam yare selam söyle.”
Arif Bey, turnaların pek
çok türküye ve edebi çalışmaya konu olduğunu bir kez daha anımsadı. Dilinden düşüremediği orijinal versiyonu Ermenice olan bu ağıt, Lena Chamamyan adlı bir sanatçıdan pek çok kez dinlemiş ve yorumunu çok beğeniyordu. Şarkıcı aynen Feyruz gibi, annesinden dolayı da aslen Mardinliydi. Ağıtın Ermenice sözleri de Arif Beyin kafasını allak
bullak etmeye yetiyordu.
“Dağların
rüzgarına öleyim (Sareri Hovin Mernem)
Yarimin boyuna öleyim
Bir yıldır ki görmemişim
Görenin gözüne öleyim
Durmuşum gelemiyorum
Dolmuşum ağlayamıyorum
Bir yıldır ki görmemişim
Görenin gözüne öleyim
Nehirler su getirmiyor
Yarimden haber gelmiyor
Kalbin soğumuş olmasın
Kalbinin yeli gelmiyor.”
Bu turnalar, belki vardıkları
diyarlara diğerleri gibi şeker, kaymak, bal söylemeyeceklerdi, ama turnalar da kadim şehir Mardin'e vardıklarında, hem kavime hem
kardaşa ve yâre de sımsıcak selamlar söyleyeceklerdi.
Arif Bey turnalar
konusunda kafa yoruyor, koyulduğu yolda hızla ilerliyor ve bir yandan da hala ilk günkü
gibi aşık olduğu hayat arkadaşı Şule Hanıma turnalar hakkında bildiklerini mim koymadan coşkuyla anlatıyordu.
“Şule’m biliyor
musun? Biz de tıpkı turnalar gibiyiz. Onlar gibi tek eşli kalıyor, olabildiğince birbirimize
bağlı ve de sadık olmayı da sürdürüyoruz. Yeni evlilerin birbirlerine sadık kalmaları için bazı
yörelerde; gelin duvağına turna tüyü iliştirilmesi de bu nedenden dolayıdır. Sol yanımdaki odada, ömrüm boyunca saklayacağım sen sevdiceğim ile bütün mutluluğu yaşadığımı bilmeni istiyorum. Ne diyeyim, iyi ki hayatımdasın. İyi
ki varsın. İyi ki benim allı turnamsın!” Direksiyonu tutarken, diğer eli
ile de karısının elini sıkı sıkı tuttu ve şevkle, kendisine özgü gürül gürül
sesi ile anlatmaya devam etti.
“Yaşanmış bir hikayeye göre, İkinci
Dünya Savaşında atılan atom bombasının ardından, bu sırada henüz iki yaşında olan Sadako Sasaki
adlı bir Japon kız çocuğu, on iki yaşına geldiğinde etrafa yayılan
kimyasallardan etkilenir ve lösemi hastalığına yakalanır.
Tedavisi için bulunduğu hastanede seksen yaşında ak saçlı tatlı bir nine ile arkadaş
olur. Nine kendisi ile aynı hastalıktan mustarip olan Sadako’ya bir öğütte bulunur.”
Şule Hanım kocasının elini bırakmadan can kulağı ile sessizce dinlemeye devam
etti. Kocasının anlattıkları hüzünlü de olsa kendisinde merak uyandırdı. Bir yandan da henüz
ömrünün baharında yeni filizlenmeye yüz tutmuş olan küçük kıza için için üzüldü. Onun
iyileşeceğini umut edip kocasının ela gözlerinin içine durdu. Arif Beyin anlatımı ile yaşlı kadın aynen şu
nasihatte bulundu.
“Sadako’cuğum güzel
kızım. Kara perçemlim. Gamzelim. Biliyor musun? Biz Japonların kültüründe turnalar
uğurlu kuşlardır. Derler ki; bin tane turna origamisi yaparsan, bütün
dileklerin kabul olur. Ben yaşımı başımı aldım. Bundan sonra bunu yapmaya
vaktim yok. Ancak sen daha çok gençsin. Bunu yapabilir ve bu illetten kurtulmuş
olursun.
Bunun üzerine Sadako hızla turna origamileri yapmaya başlar. Bütün çabasına rağmen ancak altı yüz kırk dört tane tamamlar ve hayata veda eder. Ülkenin dört bir yanından insanlar eksik kalan origamileri yapıp cenaze merasimine yetiştirseler de artık yapılacak bir şey yoktur ve geç kalınmıştır.”
Şule hanım
dinlediği öykünün vermiş olduğu hüzünle kocasının elini okşadı. Mavi
gözlerinden maviş boncukların düşmelerinin önüne geçemedi. Hayatın her zaman ve
her alanda bu denli acımasızlığı duygulu yüreğini burktu. Kocasının eline hala
alımlığını sürdüren dudaklarını usulca kondurdu.
Tarihi Mardin şehrine
nihayet ulaştılar. Daha önceden ayırdıkları otele geldiler. Odalarının
balkonunda soluklandılar. Muhteşem görüntüsü ile kadim şehrin ayaklarının altına
serili olduğunu görünce çok mutlu oldular. Gördükleri güzelliğe şaşakaldılar.
Hava karamak üzereydi. İnceden inceye, ancak kendisini ıslatabilen bir yağmur çiseledi. Belki de "kırkikindi yağmurlarının" başlangıcıydı. Mardin yolcuları; "Bu yağmurlar burada da görülür mü?" diye içten içe meraklandılar. Mezopotamya'nın cam mavisi büyülü semalarında kuşlar yağmuru umursamaksızın süzülüyorlardı. Akşamın alacakaranlığının rengi yavaş yavaş tarihi şehre inerken, yemek için çıktıkları otel terasında şaşkınlıkları devam eden Şule hanım ve
Arif Beye bir anda gökyüzüne doluşan yıldızlar, bir ağızdan “hoş geldiniz” dediler.
Terastan bakınca akşamın karanlığında Mardin; ışıklar içinde ipil ipil bir gerdanlık misali ayaklarının altına serili bir görünümdeydi. Şehrin gündüzü güzel, gecesi bir başka güzeldi.
Otel personeli çok samimi, hoş, saygılı ve yanık yüzlerinde beliren her gülümsemesi ayrı birer öyküyü dile getiren güneş gülüşlü gençlerdi. Öyle ki, sanki onlarla çok uzun zamandır tanışıyorlardı. Sıcak bir atmosferde, kendiliğinden gelişen, çok kısa bir zamanda güzel bir dostluk oluşturdular. Umut veren bu gençler, oldukça
güler yüzlü oldukları gibi, misafirperverliklerinde de tek kusurları yoktu. Karı-koca mutlulukla kaldırdıkları
kadehleri ile birlikte “İyi ki gelmişiz,” deyip yedi bin yıllık bir tarihin koynunda olmanın getirdiği memnuniyeti de dile
getirdiler.
Bulundukları terasın üç
yüz metre kadar ilerisinde, dışarıda başka bir mutluluğa adım atan bir çiftin, gelin
ve damadın düğünleri vardı. Bin bir renkli, sunturlu yöresel kıyafetleri ile göz
kamaştıran kadınlar ve erkekler onlarca metre uzunlukta girdikleri halayda
Kürtçe;
“Ki zawa?… Ki zawa?… - Kim
damat?… Kim damat?…” diye bağırıyor ve şenliğe şenlik katıyorlardı. Halayın
diğer başında sorulan soruya anında cevap veriliyordu.
“Baran zawa… Baran zawa… - Baran damat... Baran damat...”
bağrışmaları otelin terasına ulaşıyor ve böylelikle damadın kim olduğu söylenip
meraklar giderildiği halde, gelinin kimliği açığa vurulmuyordu.
Şule Hanım ve Arif Bey
yemeklerini zevkle yediler. Büyük bir güzelliğin yaşandığı düğünü merakla izliyorlardı. Tanımadıkları iki genç insan daha mutluluğa adım atacaklardı. Bir anda şenliğin yerini bağrışmalar ve bir karmaşa aldı. Ne olup bittiğini
anlamakta zorlandılar. Misafirlerinin şaşkınlığını fark eden, bıyıkları yeni terleyen,
saçları arkaya özenle taralı garson Hüseyin hemen yanlarına geldi. Arif Bey meraklarını
gidermek için sordu.
“Hüseyin ne oldu, böyle
aniden? Ne güzel bir düğündü. Ortalık bir anda neden bu kadar karıştı?”
Hüseyin titrek ve sesinde mahcup bir tonla:
“Arif abe... Yine kavga çıktı.
Düğünlerde genelde böyle kavgalar çıkıyor. Bizim düğünlerimiz kavgasız olmaz.” Çok geçmeden polis sirenleri yangın
yerine yetişmek ister gibi yükseldi. Karanlığı mavi huzmeler yardı. Otelin
bütün personeli ve diğer misafirler de teras kenarına kadar gelip merakla olup
biteni izlemeye koyuldular. Polislerin geldiğini gören restoran personeli, çok
şaşırmadıkları bir eda ile misafirlerine dönüp bağırdılar.
“Arif abeee… Gördünüz mü?
Aha devlet geldi. Devlet yine tam zamanında yetişti.” Arif Bey ve Şule Hanım kahkahalara
boğuldular. Her ikisinin de gözlerinden gülmekten yaşlar sızdı. Olayın bu denli güzel tarif edilmesine bayıldılar. Yıldızlardan sonra gelen devlet de onlara “hoş geldiniz” dedi. Kahkaha tufanının ardından kendilerine gelen konuklar biraz olsun soluklandılar. Arif Bey terastaki canlı
müzik grubundan bir istekte bulunmak üzere bir peçeteye bir şeyler yazdı.
Peçeteyi alan Hüseyin mesajı grubun solistine koştura koştura ulaştırdı.
Solistin kulağına da konuklarının isimlerini ve nereden geldiklerini usulca fısıldadı. Çok geçmeden terasın
dört bir tarafında yer alan hoparlörlerden yankılı bir ses yükseldi.
“Değerli konuklarımız… Sıradaki türkümüz, Ankara'dan Mardin'imizi ve bizleri görmeye gelen çok değerli ağabeyimiz Arif bey ve eşleri Şule Hanım için geliyor.” Kısa bir zaman sonra grup müzisyenlerinin sazlarının döşünü usulca okşamaya
başlamasıyla, “Turnam gidersen Mardin’e” türküsünün o tatlı melodisi "devletin" sirenlerini büyük bir güzellikle bastırdı. Kırpık yıldızlar Mardin
semalarında, ara vermeksizin göz kırpmaya devam ettiler. Masadaki mumun alevi dansına
kaldığı yerden devam etti. Havada hoş bir sıcaklık vardı. Çıkan kavga damat ile gelinin düğünlerine gölge düşürmüş olsa da kadim şehir Mardin'in seyyahları onların da birbirlerinin göz göze-diz dize mutlu turnaları olmalarını dilediler.
Amsterdam, 23 Şubat 2021