12 Temmuz 2012 Perşembe

RAMO DAYI




RAMO DAYI

          İçine gömülerek oturduǧu bordo desenli, eskimeye iyiden iyiye yūz tutmuş, tek kişilik koltuǧun kenarlarına kıllı, titrek, nasırlı ve maviliǧi gözle görülebilen  damarlı elleri ile tutup, iri kıyım bedenini ileri doǧru çekerek, yavaşça doǧruldu. Kıvrım kıvrım kilolu bedenini ayakta tutan, yaşlı kemikleri sızım sızım sızlıyor, kır saçları dökülmeden kıvır kıvır kıvrılıyor, kırçıl kaytan bıyıkları sırma sırma sarkıyor, kalın dudaklarının ardında çoǧu çürüyüp, çatır çatır olmayan, dökülmüş dişleri ile yoǧun düşüncelerin kol gezdiǧi başı, yine inceden inceye zonkluyordu. Tam karşısında, aynı model ikili koltukta oturan hanım, ince, narin ve maharetli parmakları ile tiril tiril danteller ören, ela gözlerinin altı yumru yumru, yüzü çalakalem çizik çizik olduǧu halde, tam bir Kürt dilberi görünümündeydi. Şimdiye deǧin kendisinden hiç incinmemişti. Tanrı tarafından pürüzsüz bir işçiliǧin bahşedildiǧi minarede, yer yer çatlaklar oluşsa da, ihtişamlı mihrabını, önüne geçilemeyen bir inatla dimdik ayakta tutmaya çalışan, kırk beş yıldır kahrını çeken, çetrefilli dünyasını her alanda kendisi ile "gık" bile demeden paylaşan, güzel gözlerinin üstünde hilal kaşları olduǧu halde, bir gün  olsun söylemediǧi, tavuklarına hiç bir zaman "kış" demediǧi, türünün çok güzel bir örneǧi bu kadın; Ramo Dayının eşi, Ruken hanımdı.
          Yetmişli yaşlara geldikleri halde, hayat; başkaları için toz pembe olduǧu söylenen o gizemli yüzünü, kendi hallerindeki dünya tatlısı bu iki insana, her nedense, kısa bir an için de olsa “ceeee” diyerek ortaya çıkarmadı, hep saklı kaldı. Yaşamın pembemsi çehresini „sobelemek“ onlara hiç nasip olmadı. Belki de bir gün “Elmaa... elmaa...” diye baǧırsalar bu da mümkün olurdu. Kendilerince sonucun nafile olacaǧını sezinlediklerinden, bu meyvayı sadece yemek ile yetindiler. Baǧırıp, çıǧrışmak gibi bir eylemleri hiç olmadı. Belki de; "gül tenlerinde yareleri onlar istedi."
          Babası Fevzi yıllarca önce, Kızıltepe ilçesine baǧlı köylerinde, köy aǧası Sümüklü Muro ile canına tak eden ırgatlıǧa isyan edip, aradaki köprüleri yakmıştı. Ardından pılısını pırtısını toplayıp, bir at arabasına istifleme yüklediǧi eşyalarını, karısı ve oǧlu Ramo ile soluǧu, şiir gibi bir kent olan Mardin’nin tarihi Şar Mahallesinde aldı. Fevzi, geçmişin derin izlerini taşıyan Şar Mahallesinde iki ay kadar işsiz gezdikten sonra, Mardin’deki bir köylüsü vasıtası ile bir gümüş atölyesinde iş buldu. Oǧlu Ramo ve karısı Döne’den oluşan çıtır çıtır çekirdek ailesini, telkari  sanatını maharetli elleri ile kısa bir zamanda öǧrendi. Gümüş işçiliǧi yaptıǧı halde, O sanatını altın bilezik yapıp, koluna taktı ve bununla geçimini saǧladı.
          Ramo’nun gençliǧi de çocukluǧu gibi yoksulluk içinde debelenmelerle geçti. Ortaokuldan sonra okula gitmedi. Babasının tüm dayatmalarına kulak asmadı ve herhangi bir zanaatkarın yanına girip, çıraklık yaparak ailesinin yükünü hafifletme yolunu hep elinin tersi ile itti. Askerlik zamanı gelip, çatmıştı. Kapısını tak tak takırdatarak çalan, omuzlarına yıkılan bu yükmülülüǧü, zorunlu olduǧu için, uçara ve kaçara mahal vermeden, olur olmaz anlarda boncuk boncuk terleyen, geniş  anlının akı ile bilfiil yaptı. Askerlik öncesi bir arkadaşının ısrarı ile yurt dışına gitmek gayesi ile iş ve işçi bulma kurumuna yazılmıştı. Askerden döneli iki hafta gibi bir zaman geçmişti ki, babasının sıkıcı bakışları altında aylak aylak dolanırken, cehennem sıcaǧının hissedildiǧi bir yaz günü, postacıları düz taban Mısto kah kasketini düzelterek, kah çantasının askılığını çekiştirerek ve ayaklarını yere sürüyerek, yüzünde fark edilir bir mutluluk ile evlerinin alt tarafı kırılmış avlu kapısında, elinde bir mektubu sallayarak girdiǧini gördüler. Bu sırada baba Fevzi gümüş karalarını elinden çıkarmak için uǧraşıyordu. Mısto, “Fevzi abe... Fevzi abe... senin o aylak oǧlun nerede? Müjdemi isterim. Ramo’ya yurt dışı kaǧıdı geldi." Döne Anne, avluda dolanmakta olan allı pullu bir horozu el çabukluǧu ile yakalayıp, postacı Mısto’nun müjdesini verdi. Mısto bir an şaşırıp kalsa da, sevinçten tüm yüzüne kan yürüdü. Postacı horozunu ters çevirip, ayaklarından tutarken, yukarı kaldıramadıǧı kendi ayaklarını, yeniden sürüyerek uzaklaştı. Zavallı hayvanın baǧırtıları Döne’nin kulaklarını tırmalarken, O biricik oǧlu Ramo’nun da, yaban elde keskin olmasa da bir baltaya sapa olacaǧını düşünmeye koyuldu. Bu biricik oǧlunun kurtuluşuydu.
          Kısa sürede yapılan hazırlıkların ardından Ramo sıra sıra daǧların ardındaki, daǧ yoksunu, büyük bir ova olan Hollanda’nın yolunu tuttu. Günler, haftalar ve aylar tren vagonları gibi birbirini kovalarken, Ramo Dayı Hollanda’lı olalı bir yılı geçti. Annesi Döne Mardin’de oǧlu için hummalı bir gelin adayı arayışına girdi. Sonuçta uzak akrabaları olan ve iki yıl kadar önce Mardin’de bulundukları Şar Mahallesine taşınan, Hüso’nun kızı Ruken’de karar kılıp, aǧırlıǧını da koyarak kocası Fevzi’yi ikna etti. Hüso’nun hanımı Fato bu işe çok seviniyordu. Damat Hollanda’da almancıydı. Dolayısı ile kızının geleceǧi parlaktı. Ramo’ya en kısa zamanda ulaşıldı ve haber verildi. Ramo itiraz etmedi ve yelkenleri suya indirdi. Ne de olsa evlenme yaşı gelmişti. Bu saatten sonra “armudun sapı, üzümün çekirdeǧi” demenin ve kılı kırk yarmanın hiç bir anlamı yoktu. Ruken’i hayal meyal de olsa hatırlamıyor deǧildi. Güzelliǧi, ela gözlerindeki parıltı kendisinin de kulaǧına ulaşmıştı. Alan razı, veren razı olduǧuna göre, tez elden gerekli olan ve akla gelen bütün hazırlıklara başlayabilirlerdi.
          Ramo çok geçmeden düǧün yapmak üzere memleketine geldi. Anlı şanlı, dillere destan bir almancı düǧünü yaptı. Tarihi Şar Mahallesi üç gün üç gece büyük bir şölene tanıklık yaptı. Hafızalarda iz bırakan düǧünlerinin ardından Mardin’de bir hafta daha kaldıktan sonra, birlikte Hollanda’ya geldiler.
          Ruken Hanım uzun yıllar Hollanda’ya adapte olmakta zorluk çekti. Ailesinden ayrı olması kendisini çok üzüyordu. Ne var ki yapılacak bir şey yoktu. Ramo’yu da çok sevmişti. Bir dediǧini iki etmiyordu. O da bu ilişkinin aǧızlarının tadı ile yürümesi için elinden geleni yapıyordu. Ramo’nun gözlerinin içine bütün sevecenliǧi ile bakıyor, işe gittiǧi zaman ise eşini dört gözle bekliyordu.
          Ramo yoǧun çalıştıǧı için lisan kurslarına pek zamanı yoktu. Ruken’den daha kıdemli olmasına raǧmen Hollandaca konusunda pek bir ilerleme gösteremiyordu. Söz konusu Hollandaca olunca, birbirinden komik anısı, aniden gözlerinin önünde canlandı. Aklına gelen her anıya gülümsedi. Lisan kurslarında kendilerine; iyi anlamadan hemen “evet” veya “hayır” dememeleri sıkı sıkı tembih ediliyordu. Aksi halde hiç istemedikleri durumlar ile karşı karşıya gelebilirlerdi.
          Ramo Dayı ve Ruken Amsterdam’da ikamet ediyorlardı. Ruken Hanımın dayısı Haydar kendilerinden yüz kilometre ileride bulunan Enschede şehrinde kalıyordu. Her hafta kendisi ile telefonda düzenli olarak görüşüyor, memleket ve akrabaları ile ilgili haberleri paylaşıyorlardı. Haydar dayıları hafta sonu kendilerini evine davet edince, Ramo bunun Ruken için de iyi olacaǧını düşünerek, memnuniyetle kabul etti. Hafta sonuna iki gün vardı. Ramo akşam üzeri iş dönüşü, Ruken ile çarşıda buluşup, bir iki hediye aldı. Haydar evli ve çoluk çocuk sahibi olduğu halde ailesini henüz Hollanda’ya getirmemişti.
          Apar topar çok uzakta olmayan tren istasyonuna geldiler. Ramo tren bileti almak üzere sıraya girdi. Sıra kendisine geldiǧi zaman oldukça heyecanlıydı. İlk defa çiçeǧi burnunda eşinin yanında, Hollandacaya ne kadar iyi hakim olduǧunu ispatlayacaktı. Daha önce lisan gerektirecek, yabancılar polisi, belediye ve kuruluşlarla olan işlemler için tanıdıkları bir tercümanı beraberlerinde götürmüşlerdi. Gişe görevlisine parmakları ile iki kişi olduklarını işaret eden Ramo, ardından da Enschede diye mahcup bir edayla meramını anlattı. Ruken de bir yandan kocasına bakıp, ona gıpta etti. Gişe görevlisi “iki kişi gidiş dönüş mü?” diye sordu. Ramo “evet… evet…” diyerek doǧruladı ve parasını verip, biletlerini usulca dar gişe camının altından çekiştirerek aldı. Verdiǧi onca paradan geriye verileni çok azımsarken, biletlerin bu denli pahalılıǧının şaşkınlıǧi ile bozuntuya vermeden Ruken Hanımı peronlara doǧru çekiştirdi.
          Haydar yeǧenini ve eşini istasyonda, tatlı bir gülümseme ile karşıladı. Yalnız başına yaşasa da, görenleri hayret ettirecek kadar düzenli olan mekanında, misafirlerine bütün içtenliǧi ile ev sahipliǧi yaptı.  Oldukça memnun kaldıkları iki günlük misafirliǧin ardından, evlerine dönmek üzere istasyona gelip, bilet almak için gişeye yanaştılar. Ramo Dayı gelişlerinde olduǧu gibi yine iki parmaǧın gösterip, bu kez Amsterdam kelimesi ile kurduǧu cümleyi renklendirip, zenginleştirdi. Gişe memuru “gidiş geliş mi” diye sordu. Ramo Dayı bildiǧi iki kelime olan evet ve hayırdan başını da aşaǧı doǧru bütün iyimserliǧi ile eǧerek, ilk kutsal kelimeyi büyük bir lütuf ile aǧzından çıkardı. Bu kez olsun belki biletlerin ucuz olur diye  düşünürken, umudu yine sıǧ sulara düştü.
          Tren biletlerinin pahalılıǧı Ramo Dayının kafasına takıldı. Kendisinden biraz daha kıdemli olan arkadaşı Seyfo’ya ara sıra Türkçe gazeteleri okumak maksadı ile uǧradıǧı kahvehanede elinde biletler ile yanaştı.
“Seyfo sana bir şey sorabilir miyim. Hanımla geçen hafta Enschede’ye gidip geldik. Gidiş ve geliş biletleri bana çok pahalı geldi. Şu biletlere bakar mısın, normalde tren biletleri bu kadar pahalı mı?” Seyfo ceketinin iç cebinden yavaşlatılmış hareketlerle gözlüǧünu çıkardı ve yine aceleye gerek duymadan uzun uzadıya biletlere baktı.
“Ramo’cuǧum bu biletler pahalı deǧil. Normal, çünkü her dört bilet de gidiş gelişli biletler. Öyle sanıyorum ki istasyonda sana gidiş geliş bileti diye sorduklarında, sen de anlamadan “evet” demişsin. O yüzden de biletler sana pahalıya mal olmuş.”
“Evet, haklısın SeyfoÖyle dediǧin gibi her iki defasında da evet dedim. Anlaşılan bu onaylama bize biraz pahalıya mal oldu. Oysa ilk gün lisan kursunda anlamadan bu iki sözcüǧu kullanmanın bazen başımıza hoş olmayan durumları getirebileceği konusunda uyarılmıştık. Sanıyorum boş bulundum.“ Seyfo çehresinde büyük bir gülümseme ile çayını höpürdederek yudumladı ve geçecek olan yılların kendisinin Ramo Dayı olarak nam salmasını saǧlayacak olan arkadaşının sırtını, dostça sıvazladı.
          Seyfo'nun gölgesine sıǧınırcasına sandalyesini iyice yanaştırdı. Kan kırmızısı çayına bir şeker atıp, mahcup bir eda ile önündeki gazeteye tüm dikkatini vererek, pek de iç açıcı olmayan memleket haberlerini okumaya koyuldu.
          Bordo desenli koltuǧundan iki adım uzaklaşıp, dakikalarca ayakta durdu. Bir hayli derin düşüncelere daldıǧı belliydi. Yıllar akan bir su hızı ile geçerken, O da zorunlu olarak merdivenini alıp, yetmişlere dayamıştı. Merdivenin hafiften sanki titrer gibi olduǧunu hissedip, saǧ tarafına baktıǧında; Ruken Hanımın bir elinde çay bardaǧı, diǧer eliyle kendisini dürttüǧünü fark etti. Kendisine geldi. Düşünceleri apansız daǧıldı. Yetmişli yaşlara dayalı, merdiveninin titremesi aniden durdu. Büyük bir hazla yudumladıǧı, buharı lambasından usulca süzülen bir cin misali, yüzüne doǧru dans ederek yükselen çayın, tadına diyecek yoktu. Doyumsuz güzellikleri, bütün hücrelerinde hisederek, insanca yaşlanmış olsa da, ölüm denilen en son köyün hüznü, pır pır kalbine olanca aǧırlıǧı ile çörekleniyordu. Suya atılan kristal buz parçacıklarından da farkları yoktu. Gün be gün erimelerinin önüne geçmek mümkün olmazsa da, insanın yüreǧini ısıtan bir gülümseme ile mahmur bakışlı gözlerini kırpıştırarak süzdüǧü hanımı, zamana inat, hala “bakmaya kıyılamayacak” destansı bir güzellikte idi.


Aydın Yılmaz
Amsterdam, 11 Temmuz 2012
  





CHARLOTTE CAFE Annem, bildim bileli hasta, ömrü böyle geçti diyebilirim. Lakin bu kez hayli ilerlemiş olan yaşı ile artık uzatmaları oynuyo...