27 Nisan 2016 Çarşamba

MÜJDE! MEVTADAN MEKTUP VAR


MÜJDE! MEVTADAN MEKTUP VAR

         Sevgili Dünyalılar, dostlarım, arkadaşlarım, yoldaşlarım; sizlerden habersiz aylar geçti. Gelinen noktada daha fazla dayanamadım. Aylarca önce son bir defaya mahsus yazdığım mektuptan sonra, bunu risk alarak sürdürmemek kararı almıştım. Olmadı. Bu eylem için  bir kez daha masaya oturdum. Masamdaki pembeli ve maviş sümbüllerin insanı mest eden o muhteşem kokularını içime çekerek, ilk satırlarımı yazmaya koyuldum. Sıcak bir gün. Odama serçe ağırlıklı, bir ağızdan ötüşen kuşların cıvıltıları doluşuyor. Oldum olası kuş seslerine bayılırım. Kuşlar adeta bir senfoni orkestrası gibidirler. O nedenle arka fonda sevdiğim seslerle yazmak bana da iyi gelecek. Satırlarıma henüz yeni başlamışken ve kuşlardan da söz etmişken, dikkatimi çeken bir şey var. Bütün kuşları gördüğüm halde, şimdiye değin buralarda baykuşa hiç rastlamadım. Kimselerin de baykuştan konuştuğunu duymadım. Çoğu kişi baykuşu uğursuz görse de, elbette öyle değil. Tam tersine bu derin derin düşünen kuşun bilgeliğin timsali olduğudur. Aynı zamanda baykuşun kuşların bayı olduğu da söylenir. Sormayın, kendileri öylesine utangaçtır ki, insanlardan utandığı için, gündüzleri ortaya çıkmazlar. İnsanların hayli uzağında daha çok geceleri belirirler. Şu an kulağıma gelen sesler arasında da ne yazık ki baykuş sesi yok. Bu mahcubiyet de nereden icap ediyor, insanlardan utanacak ne var, doğrusu onu da anlamış değilim.
         Var olan bütün riskleri göz önüne alıp, kendimi bir yerde tehlikeye atarak sizlere ulaşmayı ve pek dişe dokunur haberler olmasa da bunları kurgulayıp, iletmeyi çok istedim. Bunu yapmaya çalışmak beni bir hayli mutlu ediyor. Umarım sizler de bu mektupta dilim döndüğünce aktarma uğraşısı içine girdiğim, pek fazla detayın bilinmediği bu aleme ait ilettiklerimi okuduğunuzda, memnun kalırsınız. İletişimimizin olmadığı geçen bu süre zarfında elimi usulca, hayli bolca olduğu kanaatinde olduğum vicdanıma koyunca, gördüm ki, sizleri bu Araf diyarından bihaber bırakmaya yüreğim el vermeyecek. Çünkü aklım da, fikrim de tamamı ile oralarda kaldı. Zira sizlerin de bulunduğumuz bu mekanda neler olup, bittiğini çok merak ettiğinizi biliyorum. İnsanlık ardında bıraktığı tarihi boyunca, dönüşü olmayan bu gidilen muğlak yerden binlerce yıldır pek sağlıklı haberler alamıyor. Lafı, daha doğrusu satırlarımı daha fazla dolandırmaya gerek duymadan, Araf diyarından sizlere bir kez daha yazmaya çalışıyorum.
         Yaşantımız bir hengameden ibaret, kelimenin tam anlamı ile darmaduman bir durum. Kısacası tutulacak hiç bir tarafı yok. Belirsizlik yaşamımızı acımasızca törpüleyip duruyor. Dünyada toprak altından başlayan uzun ince bir yolu takip eden seyahatin akabinde, göç ettirilmek zorunda kalan büyük insanlık, burada bir arada yaşıyor. Bu aslında bir zenginlik. Yani ülkeler, sınırlar ve her türlü bölünme oldukça uzağımızda. Bütün ırklar ve milletler, Kürt, Türk, Laz, Ermeni, İngiliz, Fransız, Çin veya Japon demeden bir arada iç içe yaşıyor. Dikkatimi en çok çeken de Kızılderililer. Reis Oturan Boğa burada da kendisine uygun bir yer edinmiş. Oturduğu yerde kımıldamadan bir buda heykeli gibi duruyor. Ama sürekli etrafına direktifler vermeyi de ihmal etmiyor. Milli giysilerini giymeye devam ederken, kafasının etrafına taktığı tüylerde de renklilik var. Kafasında adeta bir gökkuşağı taşıyor. Barış çubuğunu sürekli tüttürse de, bu dünyadan edindiği alışkanlıktan dolayı olsa gerek. Barış bütün alanlarda sağlanmış durumda. Dünyanın bu konuda örnek alacağı çok örnek var. Hiç kimsenin bir başkasının tavuğuna kış diyecek bir durumu yok. Böylesi bir ortam yok. Daha önce gönderdiğim mektuplarımdan birinde de yazdığım gibi, daha önce var olan içki hakkımızı iki kadehten üç kadehe yükseltmek, en çok da Oturan Boğa’nın işine yaramış gibi. Dünyada iken böyle bir alışkanlığı var mı idi, bilemiyorum. Mücadelemiz sonucu edindiğimiz bu haktan sonra, bu Kızılderili lideri üç kadehlik hakkı olan şarabı oturduğu yerde aheste aheste demlenip, bütün güne yayıyor ve ertesi günü aynı keyfin tekrarı için, zamanı kolluyor.
         Anlatımlarımdan amaç, elbette sizlere burayı cazip hale getirmek değil. Ama şu da var ki bütün insanlığın tek tek dönüp dolaşacağı ve de kaçınılmaz geleceği son nokta burası. Biz burayı kaba tabirle kürkçü dükkanı olarak adlandırmayalım. Bulunduğumuz bu yerin bir özelliği de para diye bir metanın olmaması. İstediğinizi, yemeden içmeye, evinizin mobilyasına kadar akla gelebilecek her türlü ihtiyacınızı istediğiniz kadar, belirli merkezlerden edinebiliyorsunuz, hem de hiç bir karşılık ödemenize gerek kalmadan. Her şeyi alıp evinize yığma ihtiyacını zaten duymuyorsunuz.
         Olur ya, ansızın kafanıza eser de haydi deyip, sokakları turlamak istediğinizde, yanınızdan yörenizden geçen pek çok tanınmış, insanlığa oldukça büyük katkıları olmuş değerleri görebilirsiniz. Elbette hepsinin peşinden koşup bir fotoğrafını imzalatamazsınız. Böylesi istekler Dünyada kaldı. Ünlü ünsüz her insanın kendince mütevazi bir yaşantısı var. Her ülkeden ve milletten milyonlarca insan. Bir bakıyorsunuz ki, kocaman göbeği ile sallana sallana yürürken sakallarını sıvazlayan Marks karşı taraftan geliyor. Diğer taraftan karşıdan büyük bir gülümseme ile uzun adımlar atan Pir Sultan Abdal’ın bir kolunu sevgi ile Köroğlu’nun omuzuna attığını görebilirsiniz. Ayvaz oğlan hala öyle cılız, fazla büyümemiş, Köroğlu’nun etrafında dolanıp duruyor. Diğer bir köşede Einstein’ın gölgelik bir köşede sandalyesini çekip, oturduğunu, şarabını yudumlarken, derin derin düşünmesini yeni keşiflere yorabilirsiniz. Neruda, Nazım, Ahmet Arif, Kemal Tahir, Cigerxun, Ömer Hayyam, Yaşar Kemal, Orhan Veli, Orhan Kemal, Marquez, Balzac, John Steinbeck, Victor Hugo, Puşkin, Dostoyevsky, Tolstoy Gorki, Brecht ve daha pek çok bilinen şair ve yazarı çoğu zaman bir kamelyada oturmuş hararetli bir şekilde tartıştıklarını, fikir teatisinde bulunduklarını de gözlemleyebilirsiniz. Görünen o ki, bir arada bulunmaktan oldukça memnunlar.
         Daha önceki mektuplarımda sizden Azeri yazar arkadaşım Samet Behrengi’den bahsetmiştim. Bu arada O da bütün dünyalılara selam, sevgi ve de saygılarını iletiyor. Kapı komşum olduğu ve kendisi ile çok iyi anlaştığımız için günün çoğu zamanında birlikteyiz, Samet işleri geliştirdi. Laf aramızda artık rakı üretimini evde yapıyor. Komşuda pişince, elbette bana da yeteri kadar düşüyor. O nedenle, burada getirilen günlük üç kadeh kısıtlaması bizim için geçerli değil. Samet bunu uzun zamandır büyük bir gizlilikle ve başarı ile sürdürüyor. Böyle giderse bize Araf’ta ölüm yok.
         Hemşehrim Neşet Ertaş’a takılmaya devam ediyorum. Çok derin bir dostluğumuz var. Lakin yüreği öylesine kırgın ki. İnsan O’nun kırgınlığını gözlemleyince, ne denli haklı olduğunu anlıyor ve kendisini dinledikçe yüreğim büyük bir sıkıntıya gark oluyor. Hayatta iken kendisinin çok horlandığını tekrar tekrar yineliyor. Hatta hor görenlere biraz insan olmalarını, onları zor durumda bırakmamak adına söylemediğini de kulağıma usulca fısıldıyor. İcra ettiği sanatının pek çok kişinin yanında pek de bir kıymeti harbiyesinin olmadığını söylüyor. Ölümünün ardından kendisinin de tıpkı Hollanda’lı ressam Van Gogh misali iş işten geçtikten sonra anlaşılır ve sanatının takdir edilir hale geldiğini, bu diyara gelen yeni misafirlerle olan sohbetlerinde öğreniyor. Biraz olsun rahatlasa da içindeki sızı yüreğini dağlayıp,  dinmiyor.
         Neşet ile vakit buldukça babası Muharrem Amcayı ziyarete gidiyoruz. Büyük ozan. Her ne zaman gitsek, biz davetsiz misafirleri bütün yüzüne yayılan, adeta gözlerinden fışkıran büyük bir gülümseme ile karşılıyor. Eğer üzerinde hala çizgili pijamaları varsa, mahcup bir eda ile bizden onlarca defa özür dileyip, çarçabuk oturma odasının yanındaki yatak odasından takım elbiselerini bir çırpıda giyip, geliyor. Misafiri oğlu da olsa büyük bir saygı ile hareket ediyor. Derken Neşet ile karşılıklı sazlarını konuşturup, baba-oğul atışıyorlar ve ne zaman ki, Muharrem Amca “aydost” diye sanki yüreğinin on binlerce kilometre derinliğinden inleyerek giriş yapınca, o an bu Araf diyarının altı üstüne geliyor. Her ziyaretimizde çok geçmeden, Hacı Taşan, Çekiç Ali, Kazancı Bedih, Ali Ekber Çiçek de misafir olup, sazlarının tellerine dokunuyorlar. Nar kırmızısı çaylar, kekler ve börekler misafirlere ikram ediliyor. Doğrusu bu büyük ozanlarımızı dinlerken benliğimi alabildiğine yitiriyorum. İnsan yüreğinin bu denli coşkulu olmasına şaşmadan edemiyorum.
         Aşık Veysel’i burada da ince uzun yollarda yürürken görebilirsiniz. Gözleri görüyor artık. Neşet ile Muharrem Amca’ya giderken Aşık Veysel’e de uğradık. Bizi sıcak bir sevecenlikle içeri buyur etti, lakin acelemiz olduğu için, başka bir sefere deyip, ayak üstü bir kaç dakika sohbet ettik. Gayet iyi gözüküyordu. Sadık yari kara toprak yalnızca onu değil bizleri de koynuna alıp, bu yabancısı olduğumuz, alışmakta hayli zorlandığımız diyarlara getirmişti. Sohbette ozan sanki gözlerinin açılmasından şikayetçi gibi idi. Kafasındaki Anadolu yapımını andıran sekiz köşeli şapkasını zarif hareketlerle art arda bir kaç kez düzeltip, Küçük Prens misali görmenin aslında yürek ile yapılması gerektiğini söyleyince, biz de Aşık Veysel’in ayak üstü verdiği derin mesajı almış olduk.
         Dünyadan daha yeni göç ettirilmek zorunda bırakılıp, buralara gelenler, sizin diyarda gidişatın pek de iyi olmadığını söylüyorlar. Savaşlar, terör ve özellikle o iğrenç sakallı huri taliplilerinin estirdikleri gayri insani şiddet bizleri burada oldukça üzüyor. Ne yalan söyleyeyim ben bugüne kadar huri adına birilerini hiç görmedim. İnsanlığın barıştan ve kardeşlikten her geçen gün daha fazla adımlarla uzaklaşması anlaşılır gibi değil. Açlık, adaletsizlik ve insanlar arasındaki dağılımın insan dimağını sarsacak kadar büyük farklılıklar göstermesi çok acı. Oralarda bu olumsuzluklar daha ne kadar diz boyunu aşmaya devam edecek, bizleri de kaygılandırıyor. Bütün sevdiklerimiz, dostlarımız, insanlık, yani sizler o topraklarda yaşıyorsunuz. Bizleri bir tarafa bırakın, misafirliğinizde mutlu olun istiyoruz. Bu yüreğimizin en büyük arzusu. Umarım en kısa zamanda bütün bu konularda radikal adımlar atılır. İnsanlık kendisine yakışır bir yaşantı içine girer.
         Artık fani olduğuna bütün kalbimizle inandığımız dünyada biz insanlara biçilen yaşam süresi, bir kelebeğin ömründen farksızdı. Hayatımızdan tek bir sayfayı dahi koparıp atmak mümkün değil iken, beni günün birinde hiç beklemediğim bir anda der dest edip, yaşama dair bütün defterimi bir çöp gibi ateşe attılar. Çok uzun ve edebi olmasalar da, yüreğimizin derinliklerinden sökün edip gelen cümlelerimiz boynu bükük, biçare ve yarım kala kaldı. Köklerimizi kesip, sevdiklerimizden, yoldaşlarımızdan, ailemizden, yarimizden, yarenimizden, çoluk ve de çocuğumuzdan kopardılar bizi. O diyara davetsiz getirildik ve bize sorulmadan da, kimimiz ömrümüzün baharında, kimimiz de en güzel yıllarımızı sürdürdüğümüz bir zaman diliminde bir ağaç dalı gibi bıçkılanıp, koparıldık. Bize istemimiz dışında zorunlu olarak ardımızda bıraktırılan, şimdilerde sizin ise belli bir süre daha kalacağınız dünyada bulunduğunuz bütün süre boyunca, hayatın tuşuna dilediğiniz gibi dokunmanız, es geçmemeniz dileği ile esen kalın. Mektuplarınızı, güvenilir kişilere verip, aşağıdaki adresime yollamanızı rica ediyorum. Zahmet edip yazarsanız, beni çok mutlu edersiniz.

Saygılarımla…

Rahmetli Mevtaoğlu
Araf Mahallesi Sırat Köprüsü Bulvarı
Kazancılar Sokak No: 2  Katran Sitesi
                   Arafgrad/ Mevtanistan
***********************************************************************

Amsterdam, 27 Nisan 2016 

16 Nisan 2016 Cumartesi

TOPAÇ






TOPAÇ

Yazılmadık ne kaldı? Gecenin kırkının kırkında, kafasının derinliklerinde bir topaç misali dönüp duran soru idi bu. Kaygan zeminde şaşılası bir hızla dönmeye devam eden topaca, Baran oğlan bir yandan akan burnunu çekerken, bir yandan da kamçısını ustaca, olanca gücü ile vurdu. Topaç biteviye kavisler çizip etrafına bir renk yelpazesi saçarak döndü. Yatağına yatmak üzere uzanan adam çitten binlerce koyunu kazasız belasız atlattığı halde, uyku göz kapaklarının altından süzülüp, bütün istemine ve uğraşılarına rağmen giremiyordu. Hızla topaca değen kamçının sesini, yattığı yerden O da duyar gibi oluyordu. Kafasının içinde O’nu yiyip bitiren soru da aynen Baran oğlan’ın tokacı gibi hızla dönüyordu. Bir kez daha kendi kendisine sordu. “Yazılmadık ne kaldı?” Yaşam enine boyuna incelenmeden kaleme alınmıyor. Düşünceler kağıda döküldüğü andan itibaren kalıcı hale gelip, o andan itibaren değer kazandığına göre, ne yapıp yapıp yazmak gerekiyordu Eteğindeki bütün taşları döküp dökmediğini aklından geçirdi. Bu kadar az mı taşı vardı? Belki de bunlar taş bile sayılmazdı. Yok canım, o kadar da değildi. Taş olmasalar dahi, herhalde kum taneleri de sayılmazlar, diye düşünmekten kendisini gayri ihtiyari alıkoyamadı.
Uykusu elinden kanat çırpan bir kuş misali kaçıp, uzaklaştı. Karanlıkta tatlı bir horultu ile mışıl mışıl uyuyan karısını dinledi, bir müddet. Ne güzel, anında uyku moduna geçiş için, kendisinde bulunmayan bir düğmesi vardı, galiba. Oda karanlık olmasa, bir de tavanda direkler olsa idi, en azından direklere bakar, onları sayar veya üzerindeki budak izlerinden kendince şekiller çıkarırdı. Topaç dönüyor mu hala? Evet… Evet dönüyor. Hem de bütün hızıyla. Kamçı sesi ne ise de, ya Baran’ın burnunu çekişi dayanılır gibi değildi.
Her şey yazılmış olamazdı. Kıyıda köşede gizlenmiş olan temalar mutlaka vardı. Yazmak için bir konu bulmak üzere, kafasında bildiği bütün zulalara baktı. Hatta yattığı yerden evdeki bütün çekmeceleri karıştırdı. Olmadı. Anında memleketine ışınlandı. Anadolu’yu ışık hızı ile bir baştan bir başa dolaştı. Mevsimlerden bahardı. Çiğdemler, papatyalar, nergisler ve gelincikler topladı. Kengerlerden sakız yaptı. Tavşanların peşinden koştu. Kurtlara ve tilkilere kocaman gülümsedi. Yüreğinin yağını yakan dost ziyaretlerinde bulundu, Halil İbrahim sofralarına oturdu, buğulu rakı kadehini tokuşturduklarının dertlerini dinledi, acılarını ve mutluluklarını paylaştı, sımsıkı kucaklaştı, tokalaştı, acı kahveler içti. Ama ne Baran oğlanın topacı dönmemezlik etmeyip durdu, ne de kafasında beynini kemiren soru.Dünya tatlısı karısı horlamaya devam ediyordu. Yazılmadık ne kaldı?
Dünyada milyonlarca insan elinde kalem, yüzlerce dilde, yüreklere hitap eden en güzel kelimeleri büyük ustalıkla bir araya getirip, Baran oğlanların topaçlarının dönmesine hem de hiç aldırmadan, yazma yolu ile kafalarındaki soruyu kovalayıp, üzerlerindeki ağırlığı bir tarafa atıyorlar. Çok uzun zaman biriminin akabinde, üzerlerindeki yükü atabilmelerinin oldukça değerli getirisi olan ürünlerini gururla imzalayıp, sevgi ve saygıları eşliğinde, sırada kuyruk oluşturan okuyucularına tatlı bir gülümseme ile uzatıyorlar.
Bugüne değin o kadar çok şey yazıldı ki. Her eli kalem tutan kendince; “acaba yazılmadık ne kaldı” sorusuna bir yanıt bulup, yazma eylemine koyuldu. Aşkın, sevdanın bin bir türü, ak güvercinler, zeytin dalları, barış, kardeşlik, doğanın her hali, çayır çimen, karıncalar, sararıp solan yaprağın dalından düşüşü, dağ, taş, annelerin gözyaşı, sıla özlemi, halkları için yola çıkanların şanlı direnişleri, yarin nazı, işvesi, cilvesi, gamzesinin güzelliği, saçlarının lülesi-buklesi, baharın gelişi, lapa lapa yağan kar, çağlayan dereler, arıların vızıltısı, kanat çırpan kelebekler, börtü böcek. Atına atlayarak, uzun ipek yelesine yapışıp, kendince bir adalet sağlamak isteği ile sarp dağlara vuran eşkıyanın destanı, “İnce Memed” olup yazıldı. Hiroşima’da ölen, ama çocuklar şeker yiyebilsin ve öldürülmesin diye, kapıları birer birer çalıp imza toplayan Japon kız çocuğu, görüşmecinin; demir parmaklıklar ardında yarinin hasretinden prangalar eskiten, Kürt diyarından, “uyy havar” diye bağıran ve dağlardan sesinin en yüksek tonu ile şehirlere seslenen, sigarası karanfil kokan adama götürdüğü yeşil soğan, Fransız ellerinde güzelliklerinin anlatımı mümkün olmayan Elsa’nın gözleri insanı mest edecek şekilde yazıldı. Bu yazılanlardır ki, Küçük Prens görmenin gözle olmadığını, bunun bir yürek işi olduğunu gösterip, büyük bir yanılgıdan bizleri kurtardı. Böylelikle bir gerçek daha gün ışığına çıktı.
Ne güzel insanın çalakalem, dizginsiz, bir çırpıda yüreğinden geçenleri önce imbiklere biriktirip, sonrasında yazın yolu ile unutulmayacak-kalıcı hale getirmesi. Bir atasözünde bu aynen şöyle vurgulanır. “Alim unutmuş, kalem unutmamış.”
Baran oğlanın kırbacının sesini uzandığı yerde duyan ve kendince, mavi gözlü dev şairin de dediği gibi; “bizim tarafta olmaya ve yeni bir alemden yana olmaya çalışan” adamın kafasında aynı soru durmaksızın dönüyordu. Büyük bir girdabın içinde buluyordu kendisini. Bir şeyler mutlaka vardır. Kalemin ucu kör kalmamalı, açılıp yürekten damıtılanları ak kağıt üzerine kıvrak bir raksla aktarmalı, tabi kafamız elimizin ne yazacağına hükmederse. Yazılmadık ne kaldı? Bundan sonrasında yazılmak üzere kalan  salt güzellik olsun. Kalemlerin mürekkebi daim olsun.

Amsterdam, 16 Nisan 2016

CHARLOTTE CAFE Annem, bildim bileli hasta, ömrü böyle geçti diyebilirim. Lakin bu kez hayli ilerlemiş olan yaşı ile artık uzatmaları oynuyo...