24 Aralık 2012 Pazartesi

MEVTA’DAN “ŞİRİNCE MEKTUBU”


 MEVTA’DAN  “ŞİRİNCE MEKTUBU”                   

                                      ‎"Şerefle bitirilmesi gereken en ağır görev, hayattır."
                                                                                     
Alexis de Tocqueville
         
         Bir ilk olduǧuna inandıǧım, ama  büyük bir gizlilik içinde, Araf’tan ara ara gönderdiǧim bu mektuplar, kimilerinin de MevtaLeaks olarak adlandırdıǧı yazışmalarımı, bir final mektubu ile sonlandırmıştım. Tahmin edeceǧiniz gibi, bulunduǧumuz mekanın hassas konumundan dolayı yazmak, kısmen de olsa bilgileri, ünlü ajan Arabistan’lı Lawrence olup, dışarı sızdırmak oldukça riskli. Dünyada bulunduǧum, o çok kısa sayılabilecek zaman biriminde, doǧrusu “diǧer dünya” olarak da adlandırılan ve nasıl bir yaşamın sürdürüldüǧü, bizleri nelerin beklediǧini ve karanlıkta kalan olup-bitenler merakımı devamlı cezp etmişti. Bu konuda aktarılan bilgiler malumunuz. Ben de  “Karınca kararınca” olan dimaǧımı meşgul eden ve beynimde oldukça yoǧun bir alanı kaplayan soru işaretlerinden, her an arınmayı istiyordum. Encamımızın ne olacaǧını çok merak ettiǧimden; çoǧu çirkin sakallı, cübbeli, külahlı ve kimi badem bıyıkları ile sırıtarak gülümseyen, auraları sönük, ufukları alabildiǧine dar kişiliklerden pek çok lakırdı dinledimse de, olur olmaz uyduruk korkular salan, izansız ömür törpüleyicilerine, sabun olup köpürmemek elde deǧil. Yıllarca hep bir şeyler sandıǧımız, bir şey olmayanların yükünü taşıdık. Yalan yanlış uydurmaları ile gündemde kalmayı, her ne hikmetse, her daim başarabilenleri, aslında kaale almamak lazım. Burada yaşadıklarımdan sonra, anlatılan onca katranlı, hareli – alevli, dayaklı, tecritli cezaların doǧruluk payının olmadıǧına, bizzat tanıklık ederek gördüm. İyi ki görüp yaşadıklarımız, Dünyada çirkin üsluplu kişiler tarafından söylenenlerin çok uzaǧında.
         Burada cezalandırmaya dair herhangi bir şeye henüz şahit olmadık. Bir ara Araf’da ikamet ettiǧim bölgenin az ilerisinde yapılan köprüyü, bize anlatılan “Sırat Köprüsü” olarak algıladıysam da, daha sonra bunun başkaca bir çalışma olduǧunu anlayınca; yüreǧimin atışları dindi, ödüm de yerli yerinde durarak, bir şeylerime karışmadı. Daha önce de ilettiǧim gibi, uzun bir bekleme süreci yaşıyoruz. Bu bizden önce ne kadar sürdü, bundan sonra da nasıl bir zaman dilimini alır, bilemiyoruz.
         Dünyadan yeni birilerinin geldiǧini görüp veya duyduǧumuz zaman oldukça garip duygulara kapılıyoruz. Ölüm sonrası buraya gelen, eğer bir yakınınız veya tanıdıǧınız ise, yüreǧinizi acımtırak buruk bir tat kaplıyor. Bir yandan artık o kişi ile birlikte olabileceǧımize sevinirken, diǧer yandan da O’nun çok sevdiǧi, tırnaǧı, dişi ile tutunduǧu yaşamdan koparılmasının hüznünü bütün kalbinizde hissedersiniz. Çünkü hayat olumlu olumsuz, acı-tatlı bütün koşullarına raǧmen vazgeçilmezdir, yaşamak güzeldir. Eli kolu baǧlı, biçare, onca seveninden ayrılmak, sevdiklerini olabilecek en büyük üzüntülerin ve acıların içinde bırakmak hiç de kolay deǧildir. Sevdiǧim bir Laz şarkısının sözleri hala aklımda;
“Sevduǧum sigaranı
Ne of çeker içersin.
Al beni da yanuna
Ne hasretluk çekersin.” Sevdiǧini herkes yanı başına çaǧırabilir. Ama biz ne gariptir ki bunu yapamıyoruz. Bu çok büyük bir kötülük olur. Dedim ya, dünyada yaşamak, bütün sıkıntılarına, adaletsizliǧine, sefaletine raǧmen çok tatlıdır.
         On gün kadar önce, dünyadan iyi tanıdıǧım bir arkadaşım  geldi. Tesadüfen kendisi ile sokakta karşılaştık. Tuhaf – karmaşık duygular yaşadım. O’nu gördüǧüme, yüreǧimin bir tarafı çok sevinse de, diǧer yanı acılar içinde kıvrandı. Kendisini büyük bir memnuniyetle evime buyur ettim. Yemek, çay ve kahve derken, geç vakte kadar oturup, derin sohbetimizi iki kadeh şarapla taçlandırdık. Anılarımızı aktarıp, ortak dostlarımızın kulaklarını çınlattık. Söz arasında, dostum, Dünyada bu sıralarda Maya Takviminin gündemde olduǧunu anlattı. Bu takvime göre 21 Aralık tarihinde kıyametin kopacaǧını ve insanlardan bazılarının buna inandıklarını, canını çok sevenlerin, kıyametten uzak kalacak olan Şirince Köyü’nde, bu felaketten sıyıracaklarını zannettiklerini söyleyince, beni de bir şüphe sarmadı diyemem. Böylesi bir durumda, Dünya insanlıǧına yazık olacaktı. Ailem, akrabalarım, arkadaşlarım ve milyarlarca insan buraya gelecek demekti. bu ihtimali göz önüne getirip, hazırlık yapmak gerekecekti. Evde büyük bir yiyecek stoǧu yaptım. Yeni yataklar ve eşyalar aldım. Hummalı bir çalışma ile hazırlıklarımı elimden geldiǧince yaptım. Eve çiçekler, karıma elbiseler, çocuklarıma oyuncaklar aldım. Ne kadar kötü bir durumla karşı karşıyaydım. Sevdiklerimin ölümüne, diǧer taraftan kavuşmamıza sevinmeli miydim, yoksa üzülmeli miydim. Her iki duyguyu yüreǧime yük ederek, hazırlıklarımı tamamladım. Beklenen gün gelip, çattıǧında iki hissi birden taşıyan yüreǧim aǧzımda, dakika dakika bekledim. Gelen giden olmadıǧına göre, kıyamet kopmamıştı. Kalbimin hafiflediǧini görüp, uçacak gibi oldum. Ahh.. Çok şükür, Mayaların mayası bozuk çıktı. Sevdiklerim ve bütün Dünya insanlıǧı, çok sevdikleri hayatı, bir süre daha güç koşullarda olsa dilediklerince sürdürecekler.
         Maya’ların takvimi de ıskalayınca, yüreğimizdeki kıpır kıpır bir büyük ferahlıkla, bizler de Araf’daki bir nevi mültecilik olarak da adlandırabileceǧimiz yaşantımıza, devam ediyoruz. Kaç haftadır Neşet Ertaş’ı görebilmek için, etrafı kolaçan edip, bunun olanaklarını araştırıyorum. En nihayetinde izine rastladım ve gidip, kendisini gördüm. Saǧolsun, beni büyük bir hürmetle evine buyur etti. Aynı bozkırın insanlarıyız ne de olsa. Konuşma yerine, daha çok sazının tellerine dokunup, onu dile getirmeyi tercih etti. Oturduǧu sandalyede sazının üzerine eǧilip, o yürek daǧlayan sesi ve sitem dolu sözleri ile avaz avaz bozlaklarını söyledi. İliǧi öpülesi güzellikteki bu insan, sesinin güzelliǧi ile yüreǧimi iyice sarıp, sarmaladı. Eski günlerime gidip, bütün hücrelerimle, olabildiǧince güzel bir nostalji yaşadım. Bardaǧın hep dolu tarafından bakan bu insanın farklı sesini, çokça göresim geldiǧini anladım. “Ay dost” adlı bozlaǧı yüreǧi dolu dolu seslendirmeden önce, gözleri doldu. Kalpten süzen melodiler, kalbime işledi. Paketteki son sigara gibi bir tat.
         “Kaç zamandır burada olmama rağmen, babam Muharrem Ertaş’a henüz ulaşıp, mübarek ellerinden öpmedim. Küskündü bana. Kendimi nasıl affettireceǧimi bilemiyorum.”  derken, o yürekleri lime lime eden parçaya girdi. Göz yaşlarımın pıtır pıtır akmasına engel olamadım.
`        Neşet Ertaş’tan minnetle ayrılırken, kapı aralıǧında biraz daha lafa tuttu. Adeta gitmemi istemiyordu. Yapayalnızdı. O’nun bu ürperti veren sessizliǧini, bir dost olarak paylaşacaǧıma dair, kendi kendime söz verdim. Büyük ozana acımamak elde deǧildi. Burada daha çok yeniydi, alışamamıştı. Ama zamanın her derde deva olduǧu kavramı, burada da geçerliliǧini sürdürmeye devam edecekti. Yeni gelenlerin anlatımlarında, kendisinin ölümünden sonra, “kör olmayan gözlerinin bademleştleştirildiǧini”  anlattı. Yaşamı boyunca çok horlandıǧını, çoǧu kişi tarafından insan yerine dahi konulmadığını. Dünyayı yüreǧi küskün terk ettiǧini söyleyip, serzenişte bulundu. Kendince oldukça haklıydı.
         Uǧruna yıllarca mücadele edilen, baskılara, insan onurunu alaşaǧı eden işkenceye maruz kalınan, hapis yatan ve ölen insanlık; düşlediǧi adaleti, eşitliǧi, barışı, insanca bir yaşama kavuşmasına, pespayeler zorbalıkları ile engel oldu. Daha önceki mektuplarımda da bazı konulara deǧinmeye çalıştım ama, yine de bu diyarda nasıl bir yaşam sürdürdüǧümüzü merak ettiǧinizi sanıyorum. Biz bir çeşit komünal bir yaşamı idame ediyoruz, desem, sizleri yanıltmamış olurum. Herkes aynı olanaklarla, eşit, barış içinde, kardeşçe yaşıyor. Kimsenin çalışmasına gerek yok. Yemeklerimizi dahi hazırlayıp, pişirmemize gerek yok. Bütün yemekleri günün her saatinde, her mahallede bulunan belirli depolarda, gündüz veya gece fark etmeksizin, istediǧiniz kadar saǧlayabilir, besin gereksiniminizi giderebilirsiniz. Yiyecekler Dünyadakiler ile çok benzerlik gösterse de, Araf’a özgü pek çok besin, meyve ve sebze de bulunmaktadır. Meyvelerden, muşmulayı andıran  “zirdanik”, yemeklerden  bol baharatlı, geyik etinden yapılan “şillo”  kebabı ve "balcin" tatlısı favorilerim arasında. Elbise, mobilya ve diǧer ev aletlerini de aynı şekilde, var olan depolardan edinebilirsiniz. Tek sıkıntımız, yaşanan belirsizlik. Ne olacaǧımızı bilemediğimiz bir bekleyiş ki, dudaklarımızın kıyıcıklarında buruk gülümsemeler biriktirmekten başka yaptıǧımız pek bir şey yok denebilir.  Bu şimdiye deǧin yüz binlerce yıl sürdüǧü gibi, bundan sonra da ne kadar süreceǧi belirsiz. Maya takviminde belirlenen günü duyduǧumuzda yüreǧimiz keder ve sevinç doluluǧu ile aǧzımıza geldiyse, çok şükür beklenen olmadı. İnsanlar bütün kökleri ile baǧlandıǧı topraklardan koparılmadı. Bu haberi kitleler, büyük bir coşku ile karşıladı. Herkes günlük istihkakları olan iki kadeh içkisini bir çırpıda yudumlayıp, kutlamalara katıldı. Hepimiz rahat bir nefes aldık.
         Dünyalılara, Hayyam’ın bir şiirini, hoşgörünüze sıǧınarak, kıssadan hisse çıkarmalarını saǧlık verip, hatırlatmak isterim.
Keder seni bağrına basmak mı ister,
hadi ordan, çek arabanı, de.
Boş sıkıntılara kaptırma günlerini.
Yutmadan bedenini toprak
ne kitabı bırak, ne çayır çimeni.
Hele yârin dudağını, sakın ha,
ta son güne dek.
         Unutmadan, daha önceki yazışmalarımda da sözünü ettiǧim, çok sevdiǧim İran’lı komşum - dostum Samet’in selam ve sevgilerini de unutmadan ileteyim. Saygılarımla…

Mevta Mevtaoǧlu
Araf, 24 Aralık 2012


          









7 Aralık 2012 Cuma

MAÇ


  
MAÇ
        
         Eriştiǧimiz zaman diliminde, büyük şair Cahit Sıtkı Tarancı’nın “otuz beş yaş” şiirindeki ömür belirlemesi geçerliliǧini yitiriyor. Hayat dediǧimiz amansız karşılaşma, otuz beşerlik, taş gibi sert yeşil bir Grandy Smit elmasının iki yarısından oluşmuyor, artık. Kan ter içinde oynamakta olduǧumuz maçın uzatmalarının da, insan denilen müthiş makinanın ömrüne katılması ile, aǧır aǧır çıktıǧımız merdivenlerin sayısı olan yarı yol, ortalama kırklara ve daha üstlere yükseldi. İştahla ısıra durduǧumuz elmamız daha da büyüye dururken, daha çok 'faul', hata yapıyor, aciz durumda olanları iliklerine kadar sömürüyor, doymuyor, birbirimize çelme takıyor, başkalıkları tanımıyor, kuyruklu çirkin bir maymun oluyor; görmüyor – duymuyor – susuyor, insan olmanın temel taşlarından olan hoşgörümüzü sıfırlıyor, kimseyi insan yerine koymuyor, oluşturduǧumuz mozayiǧin güzelim farklı renklerini, alabildiǧine bir kabalık ve zorbalıkla kendi tekdüze rengimize boyamaya çalışıyoruz. O denli gayri insani davranıyoruz ki; haliyle akıllara olur olmaz soru işaretleri gelip, yerleşiyor.
         Sizce de, yukarılardaki hakem midir acep, avurtlarını şişirerek, düdüǧünü tiz bir uǧultu ile uzun uzun öttürüp, bizleri cezalandıran.  Belki de: A. Huxley’in söylediǧi gibi: “Bu dünya, başka bir gezegenin cehennemidir.” Patronlar ve bilumum varsıllar, fakir  insanların ‘zebaniliǧini’ üstlenip, savunmasızlara her türlü cefayı reva görüyorlar.  Dünya haricinden gelen bizler, sadece peşimiz sıra gelen sessiz gölgelerimizi alıp gideceǧimiz, cehenneme çevirdiǧimiz “kavanoz kıçlı” gezegenimizde, kıyasıya birbirimizin daha çok canını yakarak, verilen uzatmaları oynuyor, insanlıktan ve asıl cennet kılınması gereken yeryüzündeki cennetten, her geçen gün daha da uzaklaşıyoruz.
         Varsıllar olarak da bilenen tufeyli zümre; rakipleri olan yoksullar, tam gol ataǧına geçtiklerinde, kendilerine ya haksız yere penaltılar veriliyor veya ‘offsite’ denilerek, bu eylemleri yok sayılıyor. Kalelerin arka taraflarını dolduran milyonlarca yoksul, yaşanan onca haksızlıǧı, adaletsizliǧi, baskıyı ve dipsiz uçurumlar oluşturan eşitsizliǧi yuhalayarak protesto etseler de, olup biten yine küçük bir azınlıǧın; “dediǧim dediǧi”  oluyor. Kırmızı kartlar yine, diǧer zümre ile oransız çoǧunluǧu oluşturanlara gösteriliyor. İnsanlar hak etmedikleri, iç acıtan, dramatik - perişan sürdürdükleri bir hayatı, doǧduklarına pişman, çocuklarına ve büyüklerine karşı olanaksızlıklarından utanç duyarak yol alıyorlar.
         İşin diǧer boyutu da, çekilen onca sıkıntı yetmezmiş gibi, sökün eden yaşlanma ile birlikte gelen, hastalıklar ve yetmezlikler, atalarımızın 'Cizlavat' marka soǧuk kuyu' da denilen, vıcık vıcık terleten lastik ayakkabılarla, günümüzde ise yırtık kunduralarla, ürkekçe ayak bastıǧımız gezegenimizi, daha da çekilmez hale getirmesidir. Bedenlerdeki milyonlarca hücrenin yok olma tehlikesi ile yavaş yavaş büyük bir dinginliǧin hissedildiǧi bu aşamada, kıpırtılar yok denecek bir seviyeye inerken, ‘sönmüş kireç’ olma dönemi başladıǧı zaman, en küçük kıpırtılar, kabarcıklar ortadan kalkar. “Oyun bittiǧinde, şah da piyon da aynı kutuya girse”  de, aradaki farklılık kıyaslanamaz. Kimilerinin, “cinsel yolla bulaşan ölümcül hastalıǧın adı, hayattır” dedikleri süreç, kale arkasındaki seyircileri için, çoǧu zaman onur kırıcı olabiliyor.
         “Ömür üç gündür.” diyenler de yok deǧil. Dün yaşanmış, yarın muǧlak, yaşanacaksa , bugün yaşanmalı. İnsanca yaşandıǧında, gelin güzelliǧinde olan hayat, alımlı bir gokkuşaǧının bütün renklerini barındırmalı. Biz yine de “sol memenin altındaki cevheri”  ve çeşitli modellerde traş ettiǧimiz “enseleri karartmamak” lehimize olsa gerek.

Amsterdam, 7 Aralık 2012
        





26 Ekim 2012 Cuma

MORİ



         

MORİ

         Kanatlarını art arda bir kaç kez çırpıp, evin oturma odasını daha iyi görebileceǧi aylardır bozuk olan sokak lambasına tepesine kondu. Külah şeklindeki kaygan düzeyde aniden kayacak gibi olsa da, sivri tırnaklı minik pençeleri ile ustalık gösterip tutundu. Yer yer kömür karası ve gri tüyleri, yaşlanmaya yüz tutmuş görünümü ile kanatları daha bir sarkık gözüküyordu. Sürekli aynı sokak lambasının üzerine konup, gözetlediǧi altmışlı yaşlardaki adam tarafından Kürtçede boncuk anlamına gelen  “Mori” adını almıştı. O minik bir serçeydi. Şimdiye deǧin pek çok serçe yavrusu, Mori’nin yuvasına bıraktıǧı ve eşi Muro ile nöbetleşe kuluçkaya yattıkları yumurtaları çatlatıp güneşe göz kırptılar. Şimdi her birinin nerelerde olduklarını bilmiyor, bulunduǧu coǧrafyanın uçsuz bucaksız semalarında kanat çırpıp, doǧanın dengesine kendilerince katkıda bulunuyorlar. Mori, çok sık olmamakla birlikte, elektrik- telefon direklerine, aǧaçların dallarına, pencerelerin diplerine, evlerin çatılarına ve konabilecekleri her yerde yavrularını görüyor, mutluluktan bildiǧi bütün şarkıları coşkuyla cıvıldıyordu. Zamanları varsa, yanlarına gidip, kondukları yerde yavruları ile konuşup, hasretlik gideriyordu.
         Kırçıl saçları, kırpık-küçük kahve rengi gözleri, pos bıyıkları, kırışıklıkların yanık yüzüne kısa bir zaman içinde art arda hücum ettiǧi, tatlı çehresinde kendine has tatlı gülümsemesi eksik olmayan Asım Bey ile Mori'nin kadim bir dostluǧu vardı. Her gün karşılıklı olarak, Mori cıvıltılar ile duygularını aktarırken, Asım Bey hal ve hareketlerini ön plana çıkararak, bizzat konuşarak, sıkıntılarını anlatıyordu. Mori de diǧer serçelere benzediǧi halde, Asım Bey O’nu kanat çırpışından, cıvıltısından ve kuyruǧundaki kömür karası tüylerinden tanıyordu. Aralarında öylesine büyük bir dostluk vardı ki, Mori’yi bin tane serçenin arasından dahi ayırt edebilirdi. Çünkü O kendisinin Mori’siydi.
         Asım Bey ile olan dostluǧu beş yılı geçiyordu. O beş yıl önce İstanbul’da her şeyden elini ayaǧını çekip, memleketi Diyarbakır’ın  Silvan ilçesine taşındı. İlçede mesleǧinden dolayı avukat Asım olarak tanınıyordu. Bin dokuz yüz yetmiş dört yılında İstanbul Hukuk Fakültesi’nden mezun olduktan sonra üç yıla yakın hemşehrilerinin de çalıştıǧı büyük  bir avukatlık bürosunda stajyer avukat olarak çalıştı. İstanbul’da ve ülkenin dört bir tarafında büyük bir hareketlilik vardı. Birlikte çalıştıǧı avukat arkadaşları her gün bu hareketliliǧin daha çok içinde yer alıyor, bilinç seviyelerini artırmak gayesi ile boş zamanlarında deliler gibi okuyorlar, notlar çıkarıyorlar, bir deǧil onlarca kitabı hatim ediyor ve bütün bu donanımları ile en iyi analizin hangi çizgide yer bulduǧunu hararetli bir şekilde tartışıyorlardı.  Toplum olarak çaǧa çok geç kalmışlardı. O nedenle pek çok şeyin deǧişmesi gerekiyordu. Ülkelerinin baǧımsız, insanlarının eşit, tek bir ferdin dahi ezilmediǧi, emeǧe saygının, eǧitimde fırsat eşitliǧinin ve yüce insan onurunun en yükseklerde tutulduǧu bir düzen ideali ile, halk örgütlenmeye çalışıyordu. Her geçen gün daha çok öǧrenci, işçi, köylü ve her kesimden kitleler akın akın bu örgütlenmelerin içinde yerlerini aktif olarak alıyorlardı. Asım da çok geçmeden, zaten yıllardır yüreǧinde taşıdıǧı bu insani deǧerlere daha çok yakınlık duyup, olması gereken yerde oldu.
İstanbul Sarıyer’deki küçük odasının bir duvarına; daǧlardan ovalara seslenen Ahmet Arif’in, kapıdan yana olan duvarına da şehirlerden seslenen ulu derya Nazım hikmet’in şiirli posterlerini altın yaldızlı birer çerçeveye koyup, astı. Şiirlerde “bir orman gibi kardeşçe yaşanıyor” ve “görüşmecilerinin yeşil soǧan getirdiǧi adamın; aç ve susuz da kalsa, sevdası terk etmiyordu.”
     Bu dünya şehrinde sayısız anısı vardı. İstanbul’da tanıklık etmediǧi, yaşamadıǧı olay yok gibiydi. Beş yıldır bütün hayatını Mori’ye anlatıyordu. Mori  de O’nu deyim yerinde ise can kulaǧı ile dinleyip, ara sıra cıvıldıyor, adeta bu Kızıl diye anılan dostunu onaylıyordu. İşte  Mori yine cıvıldayıp, lamba direǧinden önce Avukat Asım’ın kendisi için balkonuna yaptıǧı tahta yuvasına, oradan da açık olan balkon kapısından uçarak gelip, dostunun omuzuna kondu. Avukat Asım ile kendisinin Silvan’a taşındıǧı ilk gününde tanıştı. Burası Silvan’ın Konak Mahallesinde, Dr. İsmail Beşikçi caddesi’nde babadan kalma küçük bir evdi. Mahallenin çocuklarından bekçi Murat’ın alabulus traşlı, sekiz yaşındaki oǧlu Baran’ın attıǧı bir taş ile kanadı kırılmış ve o gün evine taşınan Avukat Asım’ın balkonuna canını zor kurtarıp, sıǧınmıştı. Avukat Asım çok da fazla olmayan ve büyük çoǧunluǧu kitap olan eşyalarını daha yeni taşımıştı ki , balkona çıkıp mahalleyi gözden geçirmek isterken, yaralı Mori’yi gördü. Can havli ile kıvranan bu zavallı canlıyı büyük bir şefkat ile avucuna alıp, yarasına baktı. Yavrucak uçamıyordu. Belli ki çok acı çekiyordu.
        “Anlaşıldı, sen de yalnızsın benim gibi üstelik de yaralı. Senin yaran bedeninde, benimse yıllardır yüreǧimde. Bakalım ne yapacaǧız. Evine hoş geldin. Daha ilk günden yalnızlıǧımı paylaşmak istiyorsun. Madem böyle, dediǧin gibi olsun.”  Serçenin yarasını tedavi etmek için malzeme bulup getirirken, küçük dostu olduǧu yerde acılar içinde dönüp, cıvıldıyordu. Avukat Asım kıvranan serçeyi tekrar eline aldı, önce yarasına merhem sürdü, daha sonra silgili bir kurşun kalemi ortadan ikiye bölüp, kanadını ince bir bez parçası ile sardı.
        “Dur bakalım dostum... dur... dur... Biraz sabret. Ne diyeceǧim; artık can yoldaşı olduǧumuza göre, sana bir isim de bulmak gerekir.
Bilmiyorsundur, benim adim Asım. Bakalım sana nasıl bir isim bulacaǧız.“
     Yıllardır İstanbul’daydı. Artık buralı sayılırdı. Tesadüfen katıldıǧı siyasi toplantılarda, hayatın kendisine  verdiǧi en büyük ödül olarak gördüǧü Bahar adında, çok güzel Gürcü bir bayanla tanıştı. İlk görüşte yüreǧine söz geçiremedi. Bukleli altın sarısı saçları, büyük açık yeşili gözleri, sivri çenesi, dünyanın en güzel gülümsemeli genç bayanın hayalı gözlerinin önünden gitmek nedir bilmedi. Kısa sayılabilecek bir zaman içinde bu arkadaşlıklarını ilerletip, çok mutlu giden evlilikle noktalamışlardı. Birbirlerine olan aşkları bütün arkadaşlarının dilinde destan olduǧu gibi bütün tanıdıkları onları olabilecek en güzel bir birliktelik olarak gösteriyorlardı.
     Bahar bir çocuklarının olmasında bütün istemiyle diretse de, Asım bunun çok erken olduǧunu, biraz özgür kalmalarını, hiç deǧilse iki yıl gibi bir süre beklemelerini rica etti. Sonunda Bahar’ı bu önüne geçilmez arzusunu ertelemeye ikna etti. İş sonrası birbirlerine hasret, günü iple çekip, ya evlerinde veya bir yerlere gitmek için dışarıda buluşuyorlardı. Mutlulukları büyük, aǧızlarının tadı yerindeydi. Yıllar mücadele ile geçerken, en nihayetinde çocuk yapmaya karar verdiler. Bir süre sonra da bu dilekleri oldu. Eşi Bahar hamileydi. Var olan mutluluklarını, yoǧun bir sevinç süsledi.
     “Onurlu bir kavgamız vardı Mori. Her biri ayrı dünyalar olan; ırkı, dini, dili ve rengini ayırmadan sevdiǧimiz insanlık için.Bak şimdi yıllar sonra çok , sevdiǧim İstanbul’dan o kadar zaman uzaklardayım. Evet, buralar doğduǧum büyüdüǧüm topraklar. Ama ben köklerimi İstanbullarda saldım. Derinleri kucaklayan, sevgi ve mutluluk kökleriydi bunlar. Yeryüzünün en mutlu insanıydım. Beni anlayan, seven, hiç bir insanın veremiyeceǧi deǧeri veren Bahar’im vardı. Köklerimi kestiler, çürüttüler, kezzap döktüler, yok ettiler onları. Şimdi yabancılaştıǧım kendi topraǧımda, ayakta duramayan cılız, tekrar yeşerip yeşermeyeceǧi belli olmayan, Kızıl diye adlandırılan meyve vermeyen kuru bir aǧaca döndüm. Bir tek sen varsın artık. Beni anlayan, dinleyen, her daim aǧlamaklı yüreǧime, minnacık kalbini getirip yapıştıran sen varsın Mori.“
        Erken saatte uyandılar. Güneş İstanbul'un o kendisine özgü puslu karanlıǧını zoraki aralamıştı.
        “Canım kahvaltı hazır, gel artık. Yumurtalar soǧumasın“ diye sevgi dolu seslendi Asım.
     “Tamam canım, hemen geliyorum. Yumurtalara isot attın mı, peki?“
     “Atmaz olur muyum. İsotsuz yumurta yenir mi?  Hem de bolca.“
Hafta içinde kahvaltıların hazırlanması Bahar’a aitti. Ama hafta sonları bu görevi Asım üstleniyordu. Bugün de Pazar olduǧu için, erkenden kalkıp, tavşan kanı bir çay demledi, yanında da masaya köy tereyaǧında yumurta, peynir, zeytin, iri doǧranmış domates ve salatalık koydu. Acele etmeliydiler. Bugün onlar için önemli bir gündü. Devletin ilericilere, yurtseverlere ve bütün demokratlara dayattıǧı şiddete karşı, aynı zamanda hak ve özgürlükler için büyük bir miting düzenlemişlerdi.
     Karşılıklı oturarak iştahla yaptıkları kahvaltının ardından, masayı toplayıp, dışarı çıktılar. Hiç te soǧuk olarak nitelendirilip, şikayetçi olunacak bir gün deǧildi. Pastırma yazı olarak adlandırılan bir sonbahar günüydü. Tabiat ana sokakları alabildiğine, yıǧınlar halinde istem dışı yerlere düşmek zorunda kalan sarı ve kırmızının bütün tonlarının karışımı, irili ufaklı yapraklarla süslemişti. Eşinin elinin sıcaklıǧını yüreǧinin derinliklerinde duyarak yürüyen Asım miting heyecanı içindeydi. Yapraklara gözleri kayarken, bir yandan da yüreǧindeki ürpertinin yanı başına sonbaharın kaçınılmaz hüznü gelip, yerini zoraki bir misafir gibi alıyor, karmaşık duygularla boǧuşuyordu.
     Serçe Mori, Avukat Asım ile olan günlük sohbetine biraz ara verip, geldiǧi balkon kapısından kanatlarını çırparak, soluǧu balkonun altında aldı. Yaǧmur durmuştu. Yolda oluşan yaǧmur birikintilerinden birinin başına geldi. Göletin başında durup, minik gagası ile aldiǧi su damlacıklarını, kanatlarını hafif açıp, kuyruǧunu yelpaze haline getirip, cıvıldamalar eşliǧinde, kafasını çevirerek sırtına doǧru atıyordu. Asım yüreğindeki hüznü, yorgunluǧu ve umutsuzluǧu bir kez daha mori ile paylaşmış olmanın getirdiǧi rahatlıkla, adeta duş alan Mori’ye gülümseyerek uzun uzun baktı.
     “Canım keşke sen gelmeseydin. Kaç defa söyledim ama bir kez daha söylüyorum. İnat etme. Vazgeç şu Gürcü inadından. Benim Kürt inadım seninkinin yanında havada kalıyor. Kürtlerin adı çıkmış. Canları çıksaydı demeyeceǧim, zaten olan olmuş. Bak yorulacaksın. Bir de oldukça kalabalık olacak. İnsanlar düzene karşı avazı çıktıǧı kadar baǧırıp çaǧıracaklar. Sonra bebeǧimizi de düşünmemiz gerekir.”
     “Merak etme sen, ben hep senin yanında kalırım. Gelmesem, o heyecanı yaşamasam, kendimi affetmem. İnsanlıǧa karşı mahcup olurum. Sonra bebeǧimiz halinden oldukça memnun. Gelmezsem aklım sende kalacak. Yer bitiririm kendi kendimi.
Belki de dünyanın en küçük protestocusu, bizim minik yavrumuz olacak.”
        “Tamam canım sen bilirsin. Ne diyeceǧim. Geçen gün sana kız olursa, adını Mori koyalım demiştim. Hala, bu konuda bir şey söylemedin. Mori adını beğenmedin mi yoksa?”
        “Sen söylersin de ben beǧenmez miyim. Hem güzel bir isim, çok beǧendim. Tamam kızımız olursa adı Mori. Ama erkek olursa adını ben koyacaǧım. Aklımda henüz bir isim yok ama yakında güzel bir isim bulurum. Belki üç isimli olur. Kürtçe, Türkçe ve Gürcüce.”
     “Yok daha neler oldu olacak, Çince, Japonca, Arapça... hatta Fransızca.”
        “O kadar da demedik yani. He neydi kızımızın adı?”
     “Mori. Yani boncuk.“
Buluşma yerine gelmişlerdi, Şehrin dört bir tarafından kitleler halinde, insanlar akın ediyordu. Çarpan kalplerini duyarak, kalabalıkta kayboldular.
     Mori doǧal ortamda yaptıǧı duştan sonra fazla vakit kaybetmeden, balkonda kendisini seyre dalan Avukat Asım’ın omuzuna kondu. Avukat Asım omuzundaki yüreǧi büyük, minik dostunun gagasına üst üste küçük öpücükler verip, birlikte yeniden oturma odasına geldiler. Dışarıda yaǧmur sularında hoplayıp, zıplayan çocukların çıǧlık çıǧlıǧa sesleri geliyordu. Binaların çatılarının ardında batan güneşin kızıllıǧı, Asım’ın yorgun yüzüne yansıyıp, küçük kahve rengi gözlerindeki buǧuyu, minik yakut taşlarına dönüştürüyordu. Murathan Mungan'ın dizelerini anımsadı. Sanki O'nu anlatmak için yazılmış dizelerdi bunlar.
        "Kimsenin konuşmadıǧı bir dil gibiyim. Kimsenin inanmadıǧı bir deli. Yazarının bile okumadıǧı bir kitap. Hiç çalmayan bir şarkı, hiç vatandaşı olmayan bir ülke. Hiç sorulmayan bir soru gibiyim... Kalabalıklar içinde varım ama yok gibiyim..."
     Miting alanı beklenenden daha çok göstericiye ev sahipliǧi yapıyordu. Bu yoǧunluk katılımcıların umudunu artırıp, yüzlerini güldürürken, coşkularını da artırıyordu.
Her tarafta üniformalı ve bir o kadar da sivil polis tetikte bekliyordu. Alanı dolduranlar, bir ellerinde yürekleri, diǧer ellerini yumruk haline getirip olabildiǧince gökyüzüne doǧru kaldırarak, daha güzel ve insanca bir yaşamdan yana olmayı istemler halinde haykırıyorlardı. Kalabalıkta ezilmemek elde deǧildi. Asım eşini sürekli kolluyor ve bir yandan da birbirlerine gülümseyip, onlar da olabildiǧince seslerini yükseltiyorlardı. Mitingde görevli olanlar, sürekli etrafı kolaçan edip, polislerle zaman zaman tartışıyorlardı. Ansızın üst üste bir kaç silah sesi kalabalıǧın haykırışlarını yardı. Bahar’ın  havada sıkılı yumruǧu yanına düştü. Asım var gücü ile baǧırıp, eşine korku ile sarıldı. Bahar’ın göǧsünden akan kanlar, beyaz gömleǧinden sızıp, Asım’ın kalbine aktı. Yüksek bir binanın yangın merdivenlerinden inen, yüzünü gizlediǧi beresi ve elinde uzun namlulu silahı ile hızla koşan biri, polislerin bakışları arasında gözlerden kayboldu.
        Avukat Asım balkona geldi. Hayatı, adeta cam kırıkları uzerinde, çıplak ayaklarla yürür gibi geçiyordu. Balkon demirlerinden tutunarak, oynayan çocukları seyre daldı. Akşam güneşinin yansıması ile kızıllaşan yaǧmur göletlerinde oynayan çocukların üstlerine başlarına, ansızın kanlar sıçrıyor hissine kapıldı. Oysa dalgalanan, sıçrayan, sabreden, hoşgörü ile çocukların tekrar gelip, oynamasını bekleyen yaǧmur göletleri, deǧişmeksizin, su olarak kaldılar. Balkondaki adam panik içinde;
     “Yavrum... yavrum” diye baǧırdı. Yüreǧinin yarası bir kez daha kanamalı tazelendi, O' nun yokluǧunun aǧusu damla damla içine aktı. Ansızın duvarlarını sımsıkı  örüp, bir midye gibi içine kapanıverdi. Çocuklar oyunlarını yarıda bırakıp, anlamsız gözlerle balkondaki tedirgin, bitkin ve hüzünlü adama baktılar. Aǧzından başka söz çıkmadı. Sus pus oldu. Sessizlik konuştu. Bedeni; kavun acısına benzeyen onulmaz bir tatsızlıkla, kanamalı yüreǧine dar geldi. Hıçkırıklarla, otuz yıl sonra bir kez daha başını eǧerken, hemen yanı başında yer alan Mori, dostunun ensesine sessizce öpücükler kondurup, teselli etti.


Amsterdam, 24 Ekim 2012

















17 Ekim 2012 Çarşamba

IT IS A PENCIL



 IT IS A PENCIL

          Mürekkep yalandığı söylense de, böyle bir eyleme ne yazık ki tanık olamadığımız okullarda; öğretmenlerimiz (laf aramızda ingilizce öğretmenleri eğer bayansa, farklı ve güzel de oluyorlardı, her ne hikmetse) "It is a pencil- It is a book- I am Mr. Brown" demesini, çok şükür öğretmişlerdi. Bizler de bütün bu yoǧun ve karmaşık bilgi hazinesini hafızalarımıza kazımıştık. Gelinen aşamada, edindiğimiz derin tecrübe odur ki; bu üç ulvi mübarek cümleyi bir çırpıda, hiç dil sürçmesine mahal vermeden, peş peşe sıralayabilmeniz halinde, Londra’nın ortasından yılan kıvrımları ile geçen, Times nehrinin bir kıyısından diǧer yakasına sorunsuz geçebilirsiniz. Bu arada bilinen İngiliz kibarlığı ve nezaketine bir nebze de olsa katkıda bulunup, entegre de olmak gibi bir emelinizin varlıǧı nüks etmişse,  "hello" demeyi de unutmamanız gerekmektedir. Saǧolsunlar, o zamanlar "güzel, şimdilerde yaşlı olan- ömürleri uzun olsun- Allah, minnet borcumuzun olduğu bütün ingilizce öğretmenlerimizden de razı olsun. "Ana ve babalar kadar kutsallıkları şarkılara tema olan siz öǧretmenler, bizlere; dünyanın hiç bir yerinde “milli” olmayan, fakat bütün ülkelerin bu nedenle hasetinden çatır çatır çatladıǧı, oysa ülkemizde; ingilizce, matematik, fizik, biyoloji ve diǧer bütün dersleri, ultra "milli" olan Türk eğitim sisteminin, o mağrur ve  “çıt kırıldım”  çatısı altında, bizlere bu kadar bilgiyi aktarmasaydınız, ne yapardık?  Elbette perperişan olurduk, bu İngiliz ellerinde.
          Bizim küçük olduǧumuz yaşlarda; İç Anadolu'da bulunan Kürt kökenli çocukların, bu uçsuz bucaksız bozkırda, iki büyük korkusu vardı. Birincisi köylerimize ansızın baskın yapıp, evlerde bulunan silahların aramasını yapan jandarmalardı. Çocukluǧumuz bu korkunun travmaları ile geçti. Jandarma denilen silahlı, külahlı, haki renkli tek tip elbiseli, yakalarında bazı işaretlerin bulunduǧu; acımasız, genelde kendilerinden biraz daha yaşlıca ve üniformaları daha yeni olan bir kişinin pervasız komutları ile hareket eden, yanık, esmer, soǧuk suratlı ve dik bakışlı; köylere çil yavruları gibi bir anda yayılan büyük gruplar halindeki askerlerdi. Bakıldıǧında, çil yavruları deǧil de, dinasorlar gibi evlerimize yayılan askerlerin,  arama yaptıǧı, o zamanlar internet veya mobil telefonlar olmamasına raǧmen, yine de kara haber çok kısa bir sürede yayılırdı. Babalarımızın ne için taşıdıkları belli olmayan silahlarını annelerimiz alıp, bir yerlerinde sakladıkları  zaman, biraz olsun rahatlardık. Silahın artık bulunmayacaǧını, babalarımızın yakalanıp, hapislere atılmayacaǧı korkusunu, bir köşede hasta numarası yapıp, yerinden kıpırdamadan, üstünün erkeklerden oluşan jandarmalar tarafından aranmayacaǧı garantisinin bulunduǧu annelerimize bakışlarımızı korku ile yöneltirdik. Annelerimizin, adeta su terazisi ile kalem gibi dizip, bir varlık göstergesi olan; misafirler için ayaklı, uzun ve tahtadan yapılmış, sedir türü yükseltilerin üzerine, büyük bir özenle katlayıp, koydukları bütün yataklar yeşil kurbağalar tarafından indirilir, etraf didik didik edilirdi. Evler bir harabeye döner, yumurtalarının üzerinde kuluçkaya yatan annelerimiz, suçlu gözlerle olup bitene ve jandarmalara bakar, hastalık numarası ile daǧılan evinin üzüntüsünden inler ve çaresizce oldukları yerde kıpırdamazlardı. Jandarmaların köyden ayrılmaları ile birlikte, annelerimiz üzerlerine kuluçkaya yattıkları halde çoǧalmayan silahları tekrar babalarımıza, kendilerine minnet duyulması gerektiǧinin bakışları ile verirdi. Böylece ailenin namusunun, bir kez daha onlar tarafından korunduǧu, o çatı altında yer alan herkes tarafından idrak edilirdi.
          İkinci korku ise milli eǧitim adı altında, kürtçe konuşup konuşmadığımızın takibatını yapan, eǧitim adına küçücük bedenlerimizi falakaya yatıran, üşümekten donmak üzere olan parmaklarımızı bir araya getirip, üzerine uzun cetvel ve sopalarla var güçleri ile vuran öǧretmenlerdi. Bu iki korku babalarımızdan ve annelerimizden duyduǧumuz korkuların çok ötesindeydi. Öğretmenlerin korkusunun da, o minnacık bedenlerimizde, pır pır atan yüreklerimizdeki tahribatı, en az jandarmaların sebep oldduǧu kadar  büyüktü.

          Şimdilerde zorunlu, dayatma derslerin müfredata eklendiǧi, anlamını bilemediǧim 4+4+4 ile daha çişlerini dahi tutmakta zorlanan minik yavruların perişan edildiǧi, yeni bir sisteme geçildiǧini görüyoruz. Bizim o zamanlar bütün hücrelerimizde alabildiǧine hissettiǧimiz korkular, günümüzde daha da küçük yaşlarda milli eǧitim bünyesinde, kalıplara dökülen şimdiki öǧrencilerin duyduǧu, o hasar veren nahoş his daha azdır. Yan yana toplanan onca dört sayısı ile var olan eǧitimin, daha bir dört dörtlük milli kılınması mıdır amaç?
          Doğrusu "Hep abalıya vurmanın" da alemi yok elbette. Gururla söyleyecek olursak, bizim 78’ler olarak anılan kuşaǧımız; çok milli olan eǧitim sistemimizden , “it is a pencil” ve ingilizcenin diǧer iki temel taşı cümlesini azimle koparabildi. Haksızlık mı etmiş oluyoruz dersiniz? Bizim de kabahatımız büyük olsa gerek, bu konuda bizler de "ak kaşık“ deǧiliz, kanaatini de taşımıyor deǧilim. Milli Eğitimimizin o coşkun ve mürekkep mavisi deryasından, ancak elimizdeki kıçı kırık, delikli maşrapamızın alabildiği kadarını alabildik. "Oxfort vardı." Ama gittiğimiz halde, biz milli ilim ve irfandan yeterince istifade edemedik, belkide! O halde; "Vermeyince mabud neylesin mahmut." da denebilir. Bu gezi yazısı ile maksadım Londra’yı, dilim döndüǧünce biraz olsun anlatmaktı. Sanırım aktarmaya çalıştıklarımın, bu dünya şehri ile pek ilgisi olmadı, farklı bir tarafa yöneldi.
Ama , unutmadan söyleyim, LONDRA GÜZEL. Julius Sezar'ın dediği gibi; WENI – WIDI  WICI!   Geldim – gördüm – yendim. Sezar'ın olabilir, ama bizim kimi, ne için yenme gibi bir derdimiz yok.


Aydın Yılmaz

Amsterdam, 14 Ekim 2012





28 Eylül 2012 Cuma

MUHTEŞEM SÜLO


MUHTEŞEM SÜLO

“Atalarından başka övünecek şeyi olmayan adam, patatese benzer. Çünkü kendine ait olan biricik varlıǧı topraǧın altındadır.”
                                                                                     Brooks Atkins

          Haşmeti dillere destan olan, hünkar babasının huzuruna çıkması için, has odabaşının, önce majestelerinden destur alması gerekiyordu. Has odabaşı, padişah Yavoz Sultan Selom’un boş bir zamanını kollayıp, oǧlu Kanlıni’nin uzun zamandır kendilerini görmek istediǧini, el pençe, başı yıkık, ıkına- tıkına -sıkına arz etti. Yavoz Sultan Selom, kırmızıya çalan yuvarlak yüzünde yer alan, gür ve bakımlı pala bıyıklarını, uzun tırnaklı düzgün parmakları ile koparırcasına çekiştirip okşarken, gür kaşlarını olabildiğince çatıp, ışıldayan gözlerini, eǧik kellesi ile iki büklüm duran has odabaşına yöneltti. Minderi kaplayan, kendisi gibi haşmetli, yayvan kıçı ile oturduǧu tahtın yanlarında pır pır yanan iki iri mum, tüyleri iki cariyesi tarafından iple alınan kulaklarında sallanan, Bahreyn incisi küpelerini parlatıyordu. Öyle ya, oǧlu Kanlıni Sülo uzun süredir Manisa sancaǧında kalakalmış ve görüşememişlerdi. Elbette, O’nun da, bilinen bir takım karşı konulmaz dürtüleri ayyuka çıktıǧında; elinin altında, hareminde hazır, nazır, amade, boynu bükük, yalnız el etek deǧil, zat-i alilerinin buyruǧu dahilinde, her bir yerlerini öpen, büyük bir itaatla, verilen emirleri yerine getiren, halvetlerinin akabinde, “tamam çekilebilirsin” emrini aldıǧında, başı önde, bombeli kalkık kıçları kapıya dönük; Anadolu Türkçesi ile “götün götün” çıkan, birbirinden alımlı onlarca cariyesi vardı. Demek onca cariye, şan, şöhret, güç, kudret, para pul da, hazretlerinin sıkılmaması için yeterli gelmiyordu. Yüreǧine kulak verdiǧinde, kendisinin de oǧlunu çok göresi geldiǧini hissetti.
          “Ala, gelsin bakalım. En yakın zamanda hazırlıklarını yapıp, huzuruma çıksın. Başka bir husus var mı?”
          “Emriniz olur hünkarım. Ben Şehzade Kanlıni Sülo hazretlerine haber salarım. Başka bir diyeceǧim yoktur. Devletli Sultanım.”
          Has odabaşı Kanlıni Sülo’ya tez elden haber saldı. O da araya uzun bir zaman koymadan, atları ve bir yıǧın askeri ile soluǧu Hünkar babasının sarayında aldı. Hasodanın önünde aralıksız nöbet tutan, örgülü saçları, eǧik başları ile birlikte yanlara sarkan, kavuklu, parlak genç aǧalar, hünkarın kapısını usulca tıklatıp, Şehzade Kanlıni Sülo’nun huzura kabülünü beklediǧini söylediler.  Yavoz Sultan Selom;
          “Buyursun gelsin, bekliyorum” diye seslendikten sonra, Kanlıni Sülo usulca ileri süzülüp, oturan babasına beş metre kadar bir mesafede, elleri göbeǧine baǧlı, başı olabildiǧince eǧik vaziyette;
          “Hünkarım” diye seslendi. Hünkar Yavoz Sultan Selom, yüksek sesle;
          “Yaklaş” diye ferman buyurdu. Kanlıni Sülo babasına yaklaştı, eǧilip, hürmetlerin en büyüǧü ile eteǧini öpüp, başı önde bekledi. Hünkarın desturu ile ayaǧa kalkan Kanlıni Sülo babası ile hasretlik giderip, Manisa sancaǧında neler olup bittiǧini, konuştular. Yavoz Sultan Selom genç şehzade oǧluna bolca nasihatte bulundu. Sade giyinmekten yana olan hünkar, oǧlunun fazla süslü giyindiǧini biliyor ve bu kendisini rahatsız ediyordu. Kulaklarında sallanan inci küpelerini okşayıp, oǧluna daha sade giyinmesini, kadınlar gibi cicili-bicili giyinmekten kaçınmasını tembih etti. Daha sonra devlet içlerini enine boyuna konuştular. Saatler boyu baş başa kaldılar. Has bahçedeki gümrah bitkilerin arasında sohbete devamla, uzunca bir gezinti yaptılar. Yemek sonrasında Kanlıni Sülo, hünkar babasından müsaade istedi. Baba ve oǧul tekrar öpüşüp, koklaştıktan sonra ayrıldılar. Kanlıni Sülo beraberindeki askerleri ile akaşam karanlıǧında Manisa Sarayına doǧru, beraberindeki askerleri ile at koştururken, Yavoz Sultan Selom yataǧında yalnız kalıp sıkılmamak için, hatun seçmek üzere, aheste aheste haremine doǧru yürüdü. 
          Onların aralarında zaman zaman büyük tatsızlıklar da yaşanmadı deǧil, elbette. Yavoz Sultan Selom şehzade oǧlu Kanlıni Sülo’ya kulaǧına gelen bazı söylentilerden dolayı kayışı koparmışköpürüyordu. Hiddetinden hızını alamadığından, O da, daha önceki padişahlar gibi oǧlunu ortadan kaldırmak istedi. Baba oǧlu, kardeş kardeşi, amca, dayı  ve diǧer bütün yakınlarını, iktidarlarının önünde bir tehlike olarak  gördükleri anda gözlerinin yaşına bakmadan, boǧdurup, öldürmek gelenekti. Hanedan ailesine dahil olanların kanını akıtmak çok günah sayıldıǧından, kansız ölüm yöntemi olan, boǧdurma tercih ediliyor, böylelikle daha az günaha girdikleri hissine kapılıyorlar, vicdanları da fazla sızlamıyorduYavoz Sultan Selom da oǧlunun al kanını akıtıp, günaha girmek istemediğinden, sevgili evladı Kanlıni Sülo’yu zehirlemek istedi. Ancak hünkar daha az vicdan azabı duyacaǧı bu girişiminde başarılı olamadı. Validesi oǧlunu, hünkarın gazabından korumasını bildi.
          Yine validesinin dayatması ile oǧlunu öldürme zevkini tadamadan, gözleri açık giden Yavoz Sultan  Selom’un ardından, Kanlıni Sülo padişah oldu. Kanlıni Sultan Sülo başa geçer geçmez haremini Rus cariyelerle yenileyip, doldurdu. Bu birbirinden güzel cariyelerin başına da, korucu meleǧi validesini getirdi. Valide Sultan, çiçeǧi burnunda hükümdar oǧlu Kanlıni Sultan sülo’ya bir birinden çıtır, türkçeleri bozuk, ama yataktaki işveleri, işlevleri ve de cilveleri saǧlam olan cariyeleri, önce hamamlarda yıkatıp, lavanta kokularına bulayıp, altın yoldan geçirerek, hasoadaya yolladı. Kanlıni Sultan Sülo, sunumun karşılıǧında beş para dahi almayan validesinin (Hacı ana), kendisinin koynuna, kıllı kollarının arasına bahş ettiǧi, ecnebi hatunları, birbirinden deǧerli taşlarla bezeli, paha biçilmez, kendi el mahareti yüzüklerle süslü parmakları ile avuçladıǧı kızıl elmaları bir hamlede yarıladıǧı gibi, bu sütün bacaklı, armut göǧüslü, kiraz dudaklı dilberleri haşin ve gaddarca ısırıyordu. 
          Günlerden bir gün; şerbetlerle ıslatılan lokmaların, eǧlencenin ve hasodada noktalanıp, mutlu sonla biten halvetin ardından, Kanlıni Sultan Sülo muamelesinden ziyadesi ile hoşnut kaldıǧı Rum hatunun hayatını çok merak etti. Hatuna art arda sorular yöneltti. Gözleri iri birer zümrütten farklı olamayan Eleni Türkçe çok bilmediğinden, cevap vermekte zorlansa da, karşısındaki bir dünya hünkarıydı. Hayatını, başından geçenleri, geldiǧi kültürü ve Bizans mitolojisini dahi dilinin döndüǧünce anlattı.
         “Hünkarım bizim topraklarımızda bilinen en güzel kadın Afrodittir. Afrodit’in ise çok hazin bir hikayesi vardır. İsterseniz size O’nun öyküsünü anlatmaya çalışayım.” Kanlıni Sultan Sülo anlatılanları pek anlamazsa da, bütün anlatımlardan Afrodit adlı dünya güzeli bir Hatunun, bu Rum dilberinin geldiǧi Bizans topraǧında olduǧunu anladı. Eleni, gözlerindeki zümrütleri hafif kırpmalar ile gölgeleyip, anlatmaya devam etti. Kanlıni Sultan Sülo anlamazsa da sarmaş dolaş, üryan biçimde olduklarından, tercüman da çaǧıramazdı.
          “Hünkarım, bizim topraklarda bir zamanlar;  heykeltraş Praksilteles  ressam bir arkadaşıyla Knitos’ta akşam üstü içki eşliǧindeki muhabbetlerinde, sanat konularında tartışıyorlardı. Az ilerideki tepede yer alan manastırdan bir kaç tane rahibenin, gülüşerek denize doğru koştuklarını gördüler. Rahibeler elbiselerini çıkarmadan suya daldılar. Aralarından  biri çırılçıplak soyundu ve suda kayboldu. Biraz sonra sudan çıkıp gelen kadının muhteşem vücudunu gören heykeltıraş Praksilteles bu güzelliǧin heykelini yapmadan yaşayamacaǧını anladı.
          Ertesi günün sabahı soluǧu manastırda aldı. Başrahibe ile görüşüp, rahibenin heykelini yapmak istediǧini söyledi. Başrahibe;
          “Kendisine sorun, eğer kabul ederse yapabilirsiniz” dedi. Bunun üzerine rahibe ile anlaşmaya varan Praksiteles işe koyuldu. Heykeltıraş rahibenin çıplak heykelini yaparken, bir yandan da hikayesini dinledi.
          Rahibe bir adamı öldürmüştü. Çıkarıldıǧı mahkeme kendisini idama mahkum etti. Mahkemede hiç bir şey yapamayacaǧını anlayan avukatı, aniden ortaya fırladı ve genç kızın yanına gidip, üstündeki elbiseleri bir hamlede yırttı. Yargıçlara kızın güzelim vücudunu gösterip;
          “Bu memeleri, bacakları, yok etmeye razı olacak mısınız?”
Genç kızın güzel memelerini görme şansını yakalayan yargıçlar, kendi aralarında toplanıp, bir karara vardılar. Bu karara göre, genç kız ömür boyu bir manastırda yaşamaya mahkum edildi.
          Praksiteles bu vücudun heykelini yaptı ve adını “Knidos Afroditi”koydu.
Kanlıni Sultan Silo, Eleni’nin anlattıklarından çok az bir kısmını anladı. Anladıǧi tek şey Yunanistan’da dünya güzeli Afrodit adlı bir kadının olduǧuydu. Evet bu hatun neden o’nun hareminde deǧildi. Bir an önce O da sarayına getirilmeliydi. Eleni’ye sertçe çıkabilirsin derken, kapıda bekleyen ağaları çaǧırdı.
          “Bana vezirimi çaǧırın hemen.” diye emir verdi. Vezire hemen askeri bir komutanın, bir kaç adamını alıp,  Yunanistan’a gitmesini ve Afrodit adlı hatunu alıp, getirmesini emretti.
          Kanlıni Sultan Sülo sunulan onca hatunun yanı sıra, uzun zamandır Hurma Sultan ile birlikteydi. Valide Sultan’ın sunumları Hurma Sultanı kıskançlıktan çıldırtıyordu. Komutanlardan birinin Afrodit adlı bir hatunu getirmek üzere Bizans ellerine gittiǧinden bihaberdi. O nedenle Haseki Hurma Sultan bu konuda herhangi bir taşkınlıkta bulunmuyordu.
          Komutan uzun bir yolculuǧun sonunda, askerleri ile birlikte Yunanistan’a geldiler. Önüne gelen herkese Afrodit Hatun’u nerede bulabileceklerini sordular. Aylarca bakmadıkları yer kalmadıǧı gibi, izine rastlamak için sormadıkları adam da kalmadı. En nihayetinde Parga adlı bir köye geldiler. Duvar dibinde keman çalan bir genci gördüler ve durdular. Artık Afrotit’i bulmaktan umutlarını tamamen yitirmişlerdi. Ama bulmadan gitmeleri halinde de akıbetlerinin pek de iç açıcı olmayacaǧını biliyorlardı. Keman çalan gence gelip, sordular. Bu genç bir balıkçının oǧluydu. Adının Nicos olduǧunu söyledi. Nicos sordukları hatunun adını duyduǧunu ve bu konuda bir çok şey bildiǧini anlattı. Genç oldukça bilgili birine benziyordu. Bir kaç dil biliyordu ve pek çok konuya hakim olduǧu belliydi. Komutanın yapabileceǧi bir şey yoktu. Askerlerine Nicos’u yakalayıp, götürmelerini emretti. Afrodit hatunu bulamamışlardı ama, hiç deǧilse ellerinde pek çok bilgili ve Afrodit’i de tanıyan birileri vardı. Bu onların kurtuluşu olabilir ve Kanlıni Sultan Sülo’nun gazabını bertaraf edebilirlerdi.
          At sırtında gelinen çok uzun olan yol, haftalarca sürdü. Komutan beraberinde Pargalı Nicos ve askerleri ile sarayın kapısından girerken, Kanlıni Sultan Sülo da o sırada, sakallarını sıvazlayıp, ellerini arkasında kavuşturup terastan kapıya bakıyordu. Komutanın yanında beklediǧi Afrodit deǧil de bir erkek vardı. Bunun ne anlama geldiǧini anlayamadı. Hele sabır deyip, bekleyip ne olup bittiǧini öǧrenecekti.
          Komutan ayaǧının tozu ile hünkara çıktı. Hünkar büyük bir merakla, komutanın ne yumurtlayacaǧını bekliyordu. Onur kırıcı, rütin el - etek öpme faslından sonra, komutan;
          “Hünkarım, emriniz üzerine beş ay boyunca Afrodit hatunu aradık. Bizans elinde aramadıǧımız yer kalmadı, her tarafı didik didik ettik. Lakin bulamadık. Öyle birinin olmadıǧını söylediler. En son Parga Köyü yakınlarında bu gence rastladık. Her konuda bilgisinin olduǧunu gördük. Belki bir işinize yarar diye, alıp size kendisini getirdik.”
          “Yani Afrodit yerine bir erkek getirdiniz, öyle mi?“ Komutan vaziyetin pek de iyi olmadığını görünce, yere doǧru olan eǧimini daha da kaydırarak, neredeyse halıların üzerine kapaklandı. Kanlıni Sultan Sülo hiddetle baǧırdı.
          “Çık dışarı mendebur deyyus. Bizanslı sen kal. Aǧalar bana hemen bir tercüman getirin.” Komutan korkuyla kapıya kadar geri geri gitti ve sarayın içinde gözden kayboldu. Acele ile buldukları tercümanın kollarından tutup, yaka paça Kanlıni Sultan Sülo’nun karşısına çıkardılar. Hünkar gencin adını, geldiǧi yeri, gördüǧü eǧitimi, bildiǧi dilleri ve aklına gelen her türlü soruyu Nicos’a yöneltti. Aldıǧı cevaplar, gencin çok çok akıllı ve bir o kadar da bilgi ile donanımlı olduǧunu gördü. Genci çok sevmişti. Çok şeker bir çocuktu. Ne kadar da parlaktı. Bir an önce dillerini öǧrenmesi gerekiyordu ki, bunun bu denli zeki bir genç için zor olmayacaǧını düşündü. Bu konuda gerekli emirleri bir çırpıda yaǧdırdı ve tez elden derslere başlamalarını da söyledi.
Nicos önce müslüman oldu. Çok kısa zamanda lisan öǧrendi ve hünkarla her turlu diyaloğa girebilecek seviyeye geldi. Hünkar neredeyse bütün gününü hasoadada İbo adını verdiǧi Bizanslı gençle geçiriyordu. Haremi tamamen unutmuş, sadece ara sıra Hurma Hatunla buluşuyor ve O’na yazdıǧı aşk şiirlerini kulaǧına fısıldayıp, kendisinin yaptıǧı pahalı taşların üzerinde olduǧu yüzükleri Hurma Hatuna hediye ediyordu. Hurma Hatun şiirleri can kulaǧı ile dinliyormuş gibi yapsa da, aklı fikri İbo’daydı. Hünkar sürekli İbo ile birlikteydi. Acaba ne yapıyorlardı. Üstelik İbo’yu has odabaşı yapmıştı. O geldiǧi günden beri hünkar çok deǧişmişti. Daha bir neşeli olduǧu halde neden kendisine bu kadar az zaman ayırıyordu. Oysa hasodada, O’nun kıllı kollarının arasında olmak ve kızıla çalan saçlarını sevdiǧi adamın sakallarına dolamak istiyordu. Ama Kanlıni Sultan Sülo kendisinin hep uzaǧındaydı. Aylardır koynuna girememişti. Hani haremde duyulmayacaǧını bilse, emrindeki aǧalardan birini çaǧırıp, Kapalı Çarşıya gönderecek; zıbıkçılar çarşısından bir “zıbık” aldıracaktı. Başa çıkılır gibi deǧildi. Rüyalarında hünkarla sürekli sevişiyordu, Kanlıni Sultan Sülo’nun güçlü, kıllı elleri Pargalı Damat İbo’nun “kase-i billurunda” deǧil, onun beş çocuk doǧurmuş kalçalarındaydı. Ama uyandıǧında da yanında kimsecikler yoktu.
Bunca “civeleǧin” olduǧu ve kabul gördüǧü bu mekanda, aklına gelenlerin doǧruluk payını azımsamaz olmuştu. Yeniçeri ocaǧında bile iş çıǧırından çıkmıştı. Padişahın oluşturduǧu “Civelekler Taburu” sayesinde; her oǧlancı yeniçeriye, oǧlan bir yeniçeri düşüyordu. Yeniçerilerin genelde hamamlarda buluştukları ve bu nedenle, kendi aralarında; "Hamama giren terler." diyorlardı. Sarayda, boşuna aǧalar tekerleme halinde birbirlerine;
          “Yaz olunca avratlara meylet, kış olunca oǧlanlara ki, sıhhat bulasın. Avrat teni soǧuktur. İki soǧuk bir araya gelirse birbirini kurutur.” demiyorlar mıydı. 
          Aklına gelen olur olmaz soru işaretlerini her defasında kovmaya çalışsa da, düşünmeden edemiyordu. Hünkar neden yanında deǧildi. Neden hep Pargalı İbo ile birlikteydi ve ne yapıyorlar, neler konuşuyorlardı günlercePargalıyı neden, yeni yetkilerle daha da yükseltiyordu. İki lafından birisi İbo oluyordu. Bu adama karşı büyük bir kin besliyordu. Peki, bu işin sonu nereye varacaktı? Acep Pargalı İbo ile aralarında nasıl bir ilişki vardı? Kız kardeşi ile de evlendirdiǧi Damat İbo’da ne buluyordu? Kanlıni Sultan Sülo, İbrahim ile sürekli çıkacakları harp seferlerinin üzerinde çalıştıklarını söylese de, yok yok bu olamazdı. Hurma Sultan iri dudakların ve ela gözlerin yer aldıǧı güzel kafasından hoş olmayan pek çok soruyu kovamıyordu. Karmakarışık duygular içindeydi. Aǧaların tekerlemesindeki olmuyordu. Yaz geldi, kış geçti. Ama Kanlıni Sultan Sülo gelmez oldu. Ne saza geldi, ne de söze. Geçen Cuma günü gelecekti, ama aylar geçti gelmedi.

Aydın Yılmaz
Amsterdam, 27 Eylül 2012






CHARLOTTE CAFE Annem, bildim bileli hasta, ömrü böyle geçti diyebilirim. Lakin bu kez hayli ilerlemiş olan yaşı ile artık uzatmaları oynuyo...