26 Kasım 2015 Perşembe

BU ALEMDE KAÇ KİŞİYİZ




 BU ALEMDE KAÇ KİŞİYİZ
“Aloo… ah be oğlum Ali… Benim, Hüseyin. Sesimi almadın mı yoksa, hala uyanamadın mı? Ulan kargalar bile uyandı, sabah kahvaltısında boklarını yediler. Akşam ne yiyeceklerinin telaşına düştüler. Sen hala uyanamadın gittin.”
“Hüseyin ya, kardeşim ne kargası, ne boku? Neden bahsediyorsun sen? Uyandım, fakat canım hiç bir şey istemiyor. Moralim berbat.”
“Neden, ne oldu ki?”
“Asiye’yi dün çarşıda gördüm. Arkadaş ben O’nun için yanıp, tutuşurken, hanımefendi dönüp bi yol suratıma bile bakmadı. Anlayacağın halim pek hal değil, daha doğrusunu söyleyecek olursam Hüseyinciğim, tadımdan yenmeyecek durumdayım.”
“Oğlum sen de kafayı taktığın şeye bak hele. Senden iyisini mi bulacak. Bugün olmazsa yarın senin kollarına koşacak Asiye yengemiz. Bak Leyla da başlarda bana karşı aynen böyle idi. Bak şimdi bensiz nefes dahi alamıyor. Kadın kısmı biraz nazlıdır. Öyle biz erkekler gibi tepetaklak atlamazlar. Bekleyip sabredeceksin. Bu arada; ne diyeceğim sana, akşama Murat, Selim ve Memo’yu da çağırsan da bu akşam oldu olacak felekten bir gün çalsak. Bizim Dimitri’nin meyhanesine gideriz, hem sen de biraz açılırsın.”
“Vallahi iyi fikir. Kafayı çekmek belki iyi gelebilir. Biraz olsun üzerimdeki berbatlığı bir tarafa atarım. Ben bizimkileri ararım. Akşam sekiz gibi bende buluşalım mı?”
“Olur bana uyar. O zaman ben sizi gelip alırım. Benim de ihtiyacım var. Biraz kafayı demleriz. Son zamanlarda her şey üstüme üstüme gelmeye başladı.”
“Tamam kardeşim, dert etme. Akşama buluşuyoruz o zaman.”
Hüseyin telefonu kapatıp, mutfağa kahve yapmaya gitti. Gür bıyıklarını çekiştirerek kahve kutusunu aradı. Uzun düz saçları eğildiği için, çağla yeşili gözlerinin önüne bir perde gibi indi. Bugün izin günüydü, taksicilik yapmasına gerek yoktu. Haftada bir gün izin alıyor ve her çalışmadığı günü, eğer arkadaşları da zaman olarak uygunlarsa, onlar ile birlikte geçiriyordu.
Annesinden yadigar kalan, iki fincanlık soğuk su koyduğu bakır cezveyi ateşe koydu. Kokusu mutfağa mis gibi yayılan kahveden ekledi. Kahveyi karıştırırken elinin yanmamasına dikkat etti. Bir yandan da iki yıl önce kaybettiği, tatlı gülümsemeli, kar beyazı boncuk işlemeli tülbendinden taşan kırlaşmış kahkülü gözüken, gün yüzü görmeyen annesi gözlerinin önünde belirdi. Yüreğine, O’nu alıp götüren tatlı bir hüzün dalgası yayıldı. Buğulanan gözlerinden bir damla gözyaşı olabildiğince çabuk özgürlüğüne kavuşmak istercesine, kendisini saldı ve Hüseyin’in karıştırdığı köpüren kahvenin içine düştü.
Gül yüzlü anacığı şimdi olsaydı, nasılda boynuna sarılır, O’nun yumuş ellerinden doyasıya öperdi. Babası O küçük yaşta iken bir trafik kazasında öldüğü için, kendisini sadece resimlerden tanıyordu. Annesi Sultan hem annelik hem de babalık yapıp, dişi tırnağı ile dikenli hayata tutunup, oğlunu büyüttü. Tam rahat edecekleri sırada da anneciği biricik oğlu Hüseyin’i ardında bırakıp yıldızlara uçtu.
Yer yer tüylenen sarı koltuğa oturup, kahvesini yudumlarken, kömür gözlü, gamzeli, süt beyazı ipek tenli ve dalgalı saçlı, yaklaşık altı aydır arkadaşlık yaptığı Leyla’nın çehresi hayal bulutları halinde gelip, bulunduğu odada da dolaşmaya başlayınca, yüreğine çöreklenen kasvet aniden dağılıverdi. İçine üst üste bal damlaları düştü. O şen şakrak hali, kocaman gülümsemesi ve cıvıl cıvıllığı ile ne kadar da hoştu. Üst dudağını kaplayan gür bıyıklarının altında, mutluluğunu ortaya koyan geniş bir gülümseme belirdi.
Dışarıda tatlı bir esinti halinde sonbahar rüzgarı hakim. Rüzgar ağaçlarda yer yer kalan sarı ve kırmızımtırak hazan yapraklarını koparırken, yerlere düşenleri de oradan oraya sürüklüyor. Savrulan sarı ve kırmızının farklı tonlarındaki yapraklar birbirlerine karışarak, kuytuluklarda öbekler halinde toplanıp, oluşturdukları sinerji ile savrulmamak için rüzgara karşı koyuyorlar. Güneş belli belirsiz ışınlarını salıp, canlıların ve yeryüzünün ısınması için herhangi bir gayret göstermiyordu. Penceresinin camında ansızın uçacakmış gibi kanatlarını yarı yarıya kadar açıp kapayan, sonrasında, karar değiştirip, “biraz daha kalayım” der gibi, bundan vazgeçen beyaz bir güvercin belirdi. Kanatlarını çırptıkça camdan sesler geldi. Belli ki açtı. Hüseyin mutfaktan bir avuç bulgur aldı ve camı usulca açmasına rağmen, ürküp korkan güvercin, bahçedeki erik ağacının orta kısmında, iki kızıl yaprağın düşmemek için direndiği dallardan birine kondu. Hüseyin camın dış pervazına avucundaki bulguru ince bir hat halinde döktü. Cam kapandıktan sonra, çok geçmeden tehlikenin ortadan kalktığına gören, beyaz güvercin tekrar geldi. Serpilen bulgur tanelerine gagasını seri vuruşlarla, ahşap pervazda ritmik sesler çıkararak yemeye koyuldu. Esen rüzgarın etkisi ile kanat çırpmakta zorlanan iki minik serçe de gelip, Hüseyin’in sunumundan ürperti ile faydalandılar.
Evin içinde biraz daha oyalandı. Duyduğu derin özlemin dayatması ile daha fazla dayanamadığı Leyla’ya telefon etti.
“Sevgili nasılsın, sesini duyayım dedim. Seni çok özledim.”
“İyiyim canım, ben de seni çok özledim. Ama senin bugün programın vardı. Hani şu felekten gün çalmalar, falan. Bu felekten gün çalma işi neden bir gün de benimle yapılmıyorsa, onu da anlayamıyorum, ama ne ise. Sineye çekiyoruz zorunluluktan.”
“Canımsın. Biraz daha sabır be güzelim. Uzun bir ömür boyu beraber çok mutlu olacak ve birlikte yaşlanacağız. Bu günleri iple çekiyorum ve çoğu gitti azı kaldı biliyorsun. Ve ben seni çok ama çok seviyorum. Sen benim dünyam, her şeyim, hayatım ve de en kıymetlimsin.”
Doğrusu, Leyla’nın yerden göğe kadar hakkı vardı. O’na daha fazla vakit ayırmalıydı. Bir oda ve salondan ibaret olan evini silip, süpürdü. Yemek yapmasına gerek yoktu. Nasılsa arkadaşları ile meyhanede bir şeyler yerdi. Akşam olmak üzereydi, gitme vakti de geliyordu.
Kar beyazı ütülü gömleğini ve üzerine de siyah takım elbisesini giyip, evden çıktı. Arkadaşlarının hepsi Ali’nin evindeydi. O nedenle arabayı Ali’nin evine doğru sürdü. Ali arabanın ön kısmğna, arkaya da Murat, Selim ve Memo yerleşti. Arabanın içinde bir anda gülüşmeler, şakalaşmalar aldı yürüdü. Bir taraftan da arabının teybinden, Ahmet Kaya bangır bangır bağırıp; "kafama sıkar giderim." şarkısı gürültüye karışıyordu. Yirmi dakikalık bir yolculuğun ardından Dimitri’nin meyhanesine geldiler.
Meyhaneden buram buram yemek kokuları yükseldi. İçerisi doluydu. Müzeyyen Senar “makber” şarkısını inlerken, dışı buğulanan rakı bardakları “camiye mi geldik, hadi yarasın, içelim güzelleşelim” mırıldanmaları ile fora olup, bir anda havaya kaldırılarak tokuşturuluyordu.
Beş kafadar meyhaneci Dimitri’nin gösterdiği masanın etrafında bir halka oluşturdular. Çok geçmeden Dimitri alabildiğine masayı donattı. Şerefe kaldırılan kadehlere, beş kafadarın kadehleri de katıldı. Konu dönüp dolaşıp, sevgililere geldi. Hüseyin hariç diğerleri bir nevi platonik aşklar yaşıyorlardı. Sohbet derinlere inmeden, aşklar etrafında dönüp dolaştı. Meyhanedeki kederli erkeklere, böylelikle yenileri katıldı. Masaya çöken hüzün art arda içilen içkiler ile kafaları iyice hoş etti. Ah Asiye, ah Leyla… Zeynep… Rojda… Ahh Aliye nidaları yükseldi. Sohbetin tadı tuzu kalmadığı gibi, zaman da geç olduğundan kalkmak üzere toparlandılar. Hüseyin sevecenlikle Dimitri’nin tombul yanaklarından iki eli ile makas alıp, sallana sallana meyhaneden çıktılar.
Arabaya binip eve doğru yola koyuldular. Hüseyin arkadakilere dönüp;
“Söyleyin bakalım. Ulan kaç kişi kaldık biz bu alemde?” Arabada bulunan beş kafadardan da aynı anda;
“Beş kişi kaldık. Beş” sesleri yükseldi. Hızla ilerleyen araba önce murat’ın evinin önünde durdu. Murat arabadan inip uzaklaştı. Selim;
“Ya bu Murat da yaramaz adam. Pintinin teki.” Ardından da arabada kalanlar;
“Haklısınız ya, aynen dediğiniz gibi” diye onayladılar. Hüseyin tekrar devreye girdi.
“O halde arkadaşlar kaç kişi kaldık bu alemde?” Bu kez de hepsi birlikte;
“Dört kişi… Dört” diye bir ağızdan bağırdılar. Ardından da Selimi evine bıraktılar. Selim de iner inmez, bu kez de Hüseyin devreye girdi.
“Selim de yavşağın teki. Bir dediği bir dediğini tutmuyor. Çok yanar döner biri.”
“Evet ya haklısın, aynen dediğin gibi.” Onaylamaları anında arabanın içinde yankılandı. Bunun üzerine Hüseyin;
“Kaç kişi kaldık bu alemde?”
“Üç kişi kaldık hemşehrim, üç kişi” diye avazları çıktığı kadar bağırdılar. Karanlık ve dar sokaklar aşılarak Ali’yi de evine bıraktılar. Arabada bir tek Memo ve Hüseyin kaldı. Hüseyin Memo’yu da evine bıraktıktan sonra, bir başına kalacak ve evinde oturup, Leyla’sını düşünecekti. Yarın iş günüydü. Belki fazla oyalanmadan uyur ve kim bilir rüyasında da Leyla’sını görürdü.
Memo’nun kapısının önünde durdular. Hüseyin’in hiç beklemediği bir anda, Memo arabadan inmeden, dönüp Hüseyin’in yakasından tutup, çekiştirdi.
“Bana bak oğlum Hüseyin bak en son ben iniyorum. Benim arkamdan da, hakkımda kötü şeyler söylersen kötü olur. Bunu duyarsam çok bozulurum ve seninle yollarımız ayrılır. Evet sen söylemeden, ben söyleyeyim. Bu alemde iki kişi kaldık. Ama, sen sen ol, kendi kendine içinde bile benim arkamdan hiç bir şey söyleme. Yoksa şuracıkta ümüğünü sıkarım senin. Bunu aklının bir köşesine yaz. Tamam mı?” Memo iyi bir arkadaşı idi ve doğrusu O’nun hakkında kötü şeyler söylemeye dili varmazdı. O nedenle memo’nun bu çıkışını oldukça garipsedi.
“Yok babam yok. Senin için ne söyleyebilirim ki. Sen benim kardeşimsin.” Hüseyin tehlikede olduğunu gördüğü ümüğünü telaşla tutarken, Memo evine gitmek üzere, karanlıkta kayboldu, Arabanın farları loş yolları aydınlatarak uzaklaştı.

Amsterdam, 26 Kasım 2015




  






16 Kasım 2015 Pazartesi

MURTAZA



MURTAZA

Ben Murtaza. Bekçi değil. Çetrefil hayatın alabildiğine yorgunu, ince ince düşünen, kılı kırk yaran, yeryüzündeki her beşere karşı nazik ve kibar olan Murtaza. Her daim, elimden geldiğince; aman bu dünyada kimseciklerde gönül kırılmaları olmasın diye özen gösteren, her şeyi, her an, en ince detayına kadar düşünmeye çalışan biriyim. Kimseleri üzmeyi, kırmayı ve hayal kırıklığına uğratmayı, bugüne değin bana yettiğine inandığım, tartıya vuramadığım, avuçlarımın içine alıp, kırpıştırdığım çakır gözlerimle boğumlarını inceleyemediğim, bir sünger gibi sıkamadığım, ne denli büyük olduğunu bilemediğim, ceviz içi görünümlü, köşesiz aklımdan, mümkün olduğu kadar geçirmemeye çalışıyorum. Her durumda, ne olursa olsun, olur ya üzülecek, kırılacak veya hayal kırıklığına uğrayacak birileri varsa, söz konusu kişi bunu çok fazlası ile hak ettiği halde, anında hışımla biçare, hassas yüreğime döner ve paralanmaya layık kişi yine ben olmalıyım derim. "Kendim ediyor, kendim buluyor, gül gibi sararıp, soluyorum. Eyvah... eyvah."  Olan sonuçta ben Murtaza'ya olur.
Gelinen noktada, uzun uzadıya dönüp dolaşılan, ince ve kıvrımlı çizginin ben bekçi olmayan Murtaza’yı mecalsiz bırakıp, artık hayli yorduğudur. Galiba aynı tarz bir yaşantı değişimsiz sürekliliği ile, iyi veya kötü ayırımı olmadan, belli bir süre sonra insanın altından kalkamayacağı, çekilmez ve oldukça sıkıcı bir hal alıyor. Her şeye dikkat eden, hak hukuk gözeten, ölçüp-biçen, kırmayan, üzmeyen, yüreğime sürekli bal damlatan güzel sevdiğim; saçlarını yıkasın diye bakraçlar dolusu yağmur suları biriktiren, her hafta çiçek pazarından “sarı lalaler” alan, ayakkabı çeviren, palto-ceket tutan, kendisine duvar misali geleni dahi sımsıcak bağrına basan, “rica ederim bayım, siz önden buyurun lütfen,” geniş bir gülümseme ile “hoş geldiniz-başım gözüm üstüne” diyen, kabahatli olmadığı gibi bir gelincik misali kırılıp yaprak döken de ben olduğum halde, yine de yerlere eğilerek özür dileyen, başkalarının üzüntüsünü veya mutluluğunu paylaşan, değil anasının, yedi kat yabancının dahi “ekmeğine kuru, ayranına duru” diyemeyen, “aman efendim ne münasebetleri” peş peşe sıralayan, teşekkür eden, nezakete sımsıkı tutunan, gak dediğinde ekmek, guk dediğinde su veren, kul-köle olan, en küçük iyilik karşısında hayatım boyunca minnettarlık duyan, ceketimin düğmelerini ilikleyip, hazır-nazır el pençe duran, eğilmeler dahilinde büklüm büklüm olan, “her hıyarım var” diyene tuzu nemlenmesin deyi Tosya risotto pirinci tanelerinden koyduğum “tuzluğum ile koşan,” sökün edip gelen, beş yaşında çocuk olsa, oturduğu yerden doğrulup, ayağa kalkan, kanadı kırık serçe için ağlayan, ağır bir yük altında iki büklüm olan hamala yardımcı olmaya çalışan, "yarin yanağından" başka her şeyi dünya insanlığı ile paylaşmak isteyen, alabildiğine alttan alan, bahanesi ne armudun sapı, ne de üzümün çöpü olmayan, hoş gören, aldırmayan, bardağın hep dolu tarafından bakan, dostları söz konusu olunca teritoryamdaki çürümeye yüz tutan çitleri bir çırpıda kaldıran, kimselerin değil tavuğuna-serçesine dahi kış demeyen kişiliğim ile, sürdürdüğüm “gayrık yeter-bundan kelli” hepten kabak tadı veren rutin, tekdüze bir yaşantıdır benimkisi. 

Henüz tanık olamama rağmen, söylenen o ki; “tatlı suyun, taş deldiğidir” ama Murtaza’nın cephesinde, bunun getirisi sadece yorgunluk olup, ne yazık ki, tüm çabasına karşın pek de bir şeyleri değiştiremediğidir. Murtaza’nın kendisine ait bir kedisi yok. Her daim ödünç bir kedisi oldu ki, o da konumu gereği hiç fare tutmadı. “Lan gardaş bu nasıl yara?” İncelikten, insanlıktan, güzelliklerden ve her türlü değerden bihaber olanların, nasıl oluyor da; “kelinden kıvırcık saçlılar, köründen gök gözlüler doğuyor.” Oysa ben, lakırtısız dilini saklamaya gereksinimim olmadığı halde, başım her an bilinmeyenden gelen belalara katlanmak zorunda kalıyor.
Murtaza yorgun, argın. Ne olurdu sanki, hak edene, ağız dolusu, büyük bir iştahla ben de “ha siktir” çekebilsem. Ana avrat, yedi düveline, gelmişine-geçmişine ve geleceğine küfredebilsem, “Kimsin lan sen, kimsin?” diye bangır bangır bağırabilsem, puşta puşt diyebilsem, belki de biraz olsun rahatlarım diye düşündü. Hep Ahmet Kaya misali kafama sıkıp gitmesem, onun yerine ne gerekiyorsa onu yapsam. İleride lazım da olsa, “kırılan kolum yen içinde kalsa da” ve ben minnet eylemeyip, kapıyı yine de hızla çarpabilsem, diye düşündü. Ama nafile. Yedisinde ne isen yetmişinde de fark eden, pek dişe dokunur bir şey olmuyor. Neylersin, bütün hayatım boyunca iyi davranmaktan yorulsam da, tiril tiril incelikten kopsam da, bir halt yiyeceğin yok. Gülümse, yorgun Murtaza gülümse!

Amsterdam, 16 Kasım 2015


  

CHARLOTTE CAFE Annem, bildim bileli hasta, ömrü böyle geçti diyebilirim. Lakin bu kez hayli ilerlemiş olan yaşı ile artık uzatmaları oynuyo...