BU ALEMDE KAÇ KİŞİYİZ
“Aloo… ah be oğlum Ali… Benim, Hüseyin. Sesimi almadın mı yoksa,
hala uyanamadın mı? Ulan kargalar bile uyandı, sabah kahvaltısında boklarını
yediler. Akşam ne yiyeceklerinin telaşına düştüler. Sen hala uyanamadın gittin.”
“Hüseyin ya, kardeşim ne kargası, ne boku?
Neden bahsediyorsun sen? Uyandım, fakat canım hiç bir şey istemiyor.
Moralim berbat.”
“Neden, ne oldu ki?”
“Asiye’yi dün çarşıda gördüm. Arkadaş ben O’nun için yanıp,
tutuşurken, hanımefendi dönüp bi yol suratıma bile bakmadı. Anlayacağın halim
pek hal değil, daha doğrusunu söyleyecek olursam Hüseyinciğim, tadımdan
yenmeyecek durumdayım.”
“Oğlum sen de kafayı taktığın şeye
bak hele. Senden iyisini mi bulacak. Bugün olmazsa yarın senin kollarına
koşacak Asiye yengemiz. Bak Leyla da başlarda bana karşı aynen böyle idi. Bak
şimdi bensiz nefes dahi alamıyor. Kadın kısmı biraz nazlıdır. Öyle biz erkekler
gibi tepetaklak atlamazlar. Bekleyip sabredeceksin. Bu arada; ne diyeceğim
sana, akşama Murat, Selim ve Memo’yu da çağırsan da bu akşam oldu olacak
felekten bir gün çalsak. Bizim Dimitri’nin meyhanesine gideriz, hem sen de
biraz açılırsın.”
“Vallahi iyi fikir. Kafayı çekmek
belki iyi gelebilir. Biraz olsun üzerimdeki berbatlığı bir tarafa atarım. Ben
bizimkileri ararım. Akşam sekiz gibi bende buluşalım mı?”
“Olur bana uyar. O zaman ben sizi
gelip alırım. Benim de ihtiyacım var. Biraz kafayı demleriz. Son zamanlarda her
şey üstüme üstüme gelmeye başladı.”
“Tamam kardeşim, dert etme. Akşama
buluşuyoruz o zaman.”
Hüseyin telefonu kapatıp, mutfağa
kahve yapmaya gitti. Gür bıyıklarını çekiştirerek kahve kutusunu aradı. Uzun
düz saçları eğildiği için, çağla yeşili gözlerinin önüne bir perde
gibi indi. Bugün izin günüydü, taksicilik yapmasına gerek yoktu. Haftada bir
gün izin alıyor ve her çalışmadığı günü, eğer arkadaşları da zaman olarak
uygunlarsa, onlar ile birlikte geçiriyordu.
Annesinden yadigar kalan, iki
fincanlık soğuk su koyduğu bakır cezveyi ateşe koydu. Kokusu mutfağa mis gibi
yayılan kahveden ekledi. Kahveyi karıştırırken elinin yanmamasına dikkat etti.
Bir yandan da iki yıl önce kaybettiği, tatlı gülümsemeli, kar beyazı boncuk
işlemeli tülbendinden taşan kırlaşmış kahkülü gözüken, gün yüzü görmeyen annesi
gözlerinin önünde belirdi. Yüreğine, O’nu alıp götüren tatlı bir hüzün dalgası
yayıldı. Buğulanan gözlerinden bir damla gözyaşı olabildiğince çabuk
özgürlüğüne kavuşmak istercesine, kendisini saldı ve Hüseyin’in karıştırdığı
köpüren kahvenin içine düştü.
Gül yüzlü anacığı şimdi olsaydı,
nasılda boynuna sarılır, O’nun yumuş ellerinden doyasıya öperdi. Babası O küçük
yaşta iken bir trafik kazasında öldüğü için, kendisini sadece resimlerden
tanıyordu. Annesi Sultan hem annelik hem de babalık yapıp, dişi tırnağı ile
dikenli hayata tutunup, oğlunu büyüttü. Tam rahat edecekleri sırada da anneciği
biricik oğlu Hüseyin’i ardında bırakıp yıldızlara uçtu.
Yer yer tüylenen sarı koltuğa
oturup, kahvesini yudumlarken, kömür gözlü, gamzeli, süt beyazı ipek tenli ve
dalgalı saçlı, yaklaşık altı aydır arkadaşlık yaptığı Leyla’nın çehresi hayal
bulutları halinde gelip, bulunduğu odada da dolaşmaya başlayınca, yüreğine
çöreklenen kasvet aniden dağılıverdi. İçine üst üste bal damlaları düştü. O şen
şakrak hali, kocaman gülümsemesi ve cıvıl cıvıllığı ile ne kadar da hoştu. Üst
dudağını kaplayan gür bıyıklarının altında, mutluluğunu ortaya koyan geniş bir
gülümseme belirdi.
Dışarıda tatlı bir esinti halinde
sonbahar rüzgarı hakim. Rüzgar ağaçlarda yer yer kalan sarı ve kırmızımtırak
hazan yapraklarını koparırken, yerlere düşenleri de oradan oraya sürüklüyor.
Savrulan sarı ve kırmızının farklı tonlarındaki yapraklar birbirlerine
karışarak, kuytuluklarda öbekler halinde toplanıp, oluşturdukları sinerji ile
savrulmamak için rüzgara karşı koyuyorlar. Güneş belli belirsiz ışınlarını
salıp, canlıların ve yeryüzünün ısınması için herhangi bir gayret
göstermiyordu. Penceresinin camında ansızın uçacakmış gibi
kanatlarını yarı yarıya kadar açıp kapayan, sonrasında, karar değiştirip,
“biraz daha kalayım” der gibi, bundan vazgeçen beyaz bir güvercin belirdi.
Kanatlarını çırptıkça camdan sesler geldi. Belli ki açtı. Hüseyin mutfaktan bir
avuç bulgur aldı ve camı usulca açmasına rağmen, ürküp korkan güvercin,
bahçedeki erik ağacının orta kısmında, iki kızıl yaprağın düşmemek için direndiği
dallardan birine kondu. Hüseyin camın dış pervazına avucundaki bulguru ince bir
hat halinde döktü. Cam kapandıktan sonra, çok geçmeden tehlikenin ortadan
kalktığına gören, beyaz güvercin tekrar geldi. Serpilen bulgur tanelerine
gagasını seri vuruşlarla, ahşap pervazda ritmik sesler çıkararak yemeye
koyuldu. Esen rüzgarın etkisi ile kanat çırpmakta zorlanan iki minik serçe de
gelip, Hüseyin’in sunumundan ürperti ile faydalandılar.
Evin içinde biraz daha oyalandı.
Duyduğu derin özlemin dayatması ile daha fazla dayanamadığı Leyla’ya telefon
etti.
“Sevgili nasılsın, sesini duyayım
dedim. Seni çok özledim.”
“İyiyim canım, ben de seni çok
özledim. Ama senin bugün programın vardı. Hani şu felekten gün çalmalar,
falan. Bu felekten gün çalma işi neden bir gün de benimle yapılmıyorsa, onu da
anlayamıyorum, ama ne ise. Sineye çekiyoruz zorunluluktan.”
“Canımsın. Biraz daha sabır be
güzelim. Uzun bir ömür boyu beraber çok mutlu olacak ve birlikte yaşlanacağız.
Bu günleri iple çekiyorum ve çoğu gitti azı kaldı biliyorsun. Ve ben seni çok
ama çok seviyorum. Sen benim dünyam, her şeyim, hayatım ve de en
kıymetlimsin.”
Doğrusu, Leyla’nın yerden göğe
kadar hakkı vardı. O’na daha fazla vakit ayırmalıydı. Bir oda ve salondan
ibaret olan evini silip, süpürdü. Yemek yapmasına gerek yoktu. Nasılsa
arkadaşları ile meyhanede bir şeyler yerdi. Akşam olmak üzereydi, gitme vakti
de geliyordu.
Kar beyazı ütülü gömleğini ve
üzerine de siyah takım elbisesini giyip, evden çıktı. Arkadaşlarının hepsi
Ali’nin evindeydi. O nedenle arabayı Ali’nin evine doğru sürdü. Ali arabanın ön kısmğna, arkaya da
Murat, Selim ve Memo yerleşti. Arabanın içinde bir anda gülüşmeler,
şakalaşmalar aldı yürüdü. Bir taraftan da arabının teybinden, Ahmet Kaya bangır bangır bağırıp; "kafama sıkar
giderim." şarkısı gürültüye
karışıyordu. Yirmi dakikalık bir yolculuğun ardından Dimitri’nin
meyhanesine geldiler.
Meyhaneden buram buram yemek kokuları yükseldi. İçerisi doluydu.
Müzeyyen Senar “makber” şarkısını inlerken, dışı buğulanan rakı bardakları
“camiye mi geldik, hadi yarasın, içelim güzelleşelim” mırıldanmaları ile fora
olup, bir anda havaya kaldırılarak tokuşturuluyordu.
Beş kafadar meyhaneci Dimitri’nin gösterdiği masanın etrafında
bir halka oluşturdular. Çok geçmeden Dimitri alabildiğine masayı donattı.
Şerefe kaldırılan kadehlere, beş kafadarın kadehleri de katıldı. Konu dönüp
dolaşıp, sevgililere geldi. Hüseyin hariç diğerleri bir nevi platonik aşklar
yaşıyorlardı. Sohbet derinlere inmeden, aşklar etrafında dönüp dolaştı.
Meyhanedeki kederli erkeklere, böylelikle yenileri katıldı. Masaya çöken hüzün
art arda içilen içkiler ile kafaları iyice hoş etti. Ah Asiye, ah Leyla…
Zeynep… Rojda… Ahh Aliye nidaları yükseldi. Sohbetin tadı tuzu kalmadığı gibi,
zaman da geç olduğundan kalkmak üzere toparlandılar. Hüseyin sevecenlikle
Dimitri’nin tombul yanaklarından iki eli ile makas alıp, sallana sallana
meyhaneden çıktılar.
Arabaya binip eve doğru yola koyuldular. Hüseyin arkadakilere
dönüp;
“Söyleyin bakalım. Ulan kaç kişi kaldık biz bu alemde?” Arabada
bulunan beş kafadardan da aynı anda;
“Beş kişi kaldık. Beş” sesleri yükseldi. Hızla ilerleyen araba
önce murat’ın evinin önünde durdu. Murat arabadan inip uzaklaştı. Selim;
“Ya bu Murat da yaramaz adam. Pintinin teki.” Ardından da
arabada kalanlar;
“Haklısınız ya, aynen dediğiniz gibi” diye onayladılar. Hüseyin
tekrar devreye girdi.
“O halde arkadaşlar kaç kişi kaldık bu alemde?” Bu kez de
hepsi birlikte;
“Dört kişi… Dört” diye bir ağızdan
bağırdılar. Ardından
da Selimi evine bıraktılar. Selim de iner inmez, bu kez de Hüseyin
devreye girdi.
“Selim de yavşağın teki. Bir
dediği bir dediğini tutmuyor. Çok yanar döner biri.”
“Evet ya haklısın, aynen dediğin
gibi.” Onaylamaları anında arabanın içinde yankılandı. Bunun üzerine
Hüseyin;
“Kaç kişi kaldık bu alemde?”
“Üç kişi kaldık hemşehrim, üç
kişi” diye avazları çıktığı kadar bağırdılar. Karanlık ve dar sokaklar
aşılarak Ali’yi de evine bıraktılar. Arabada bir tek Memo ve Hüseyin
kaldı. Hüseyin Memo’yu da evine bıraktıktan sonra, bir başına kalacak ve evinde
oturup, Leyla’sını düşünecekti. Yarın iş günüydü. Belki fazla oyalanmadan uyur
ve kim bilir rüyasında da Leyla’sını görürdü.
Memo’nun kapısının önünde durdular.
Hüseyin’in hiç beklemediği bir anda, Memo arabadan inmeden, dönüp Hüseyin’in
yakasından tutup, çekiştirdi.
“Bana bak oğlum Hüseyin bak en son
ben iniyorum. Benim arkamdan da, hakkımda kötü şeyler söylersen kötü olur. Bunu
duyarsam çok bozulurum ve seninle yollarımız ayrılır. Evet sen söylemeden, ben
söyleyeyim. Bu alemde iki kişi kaldık. Ama, sen sen ol, kendi kendine içinde
bile benim arkamdan hiç bir şey söyleme. Yoksa şuracıkta ümüğünü sıkarım senin.
Bunu aklının bir köşesine yaz. Tamam mı?” Memo iyi bir arkadaşı idi ve doğrusu
O’nun hakkında kötü şeyler söylemeye dili varmazdı. O nedenle memo’nun bu
çıkışını oldukça garipsedi.
“Yok babam yok. Senin için ne
söyleyebilirim ki. Sen benim kardeşimsin.” Hüseyin tehlikede olduğunu gördüğü
ümüğünü telaşla tutarken, Memo evine gitmek üzere, karanlıkta kayboldu,
Arabanın farları loş yolları aydınlatarak uzaklaştı.
Amsterdam, 26 Kasım 2015