28 Şubat 2016 Pazar

THE FIRST GRADER – BİRİNCİ SINIF





http://unutulmazfilmler.co/the-first-grader-birinci-sinif.html#izle

FİLM 24 - THE FIRST GRADER – BİRİNCİ SINIF

 

 

Kimani Maruge. O da kim diye soracaksınız. Bir süre öncesine kadar, bana da böylesi bir soru yöneltilseydi, aynı tepkiyi verirdim. Ama artık değil. Çünkü Maruge ile en nihayetinde tanışma şerefine nail oldum. Maruge Kenyalı özgürlük savaşçısı bir ihtiyar. Hem de dün akşamdan itibaren bizimle birlikte yaşıyor. O bembeyaz inci dişleri ile gülümseyen dünya tatlısı ihtiyar, mütevazi evimizin her köşesinde dans ediyor.

Maruge’nin elinde bir mektup. Bu mühürlü evrakın resmi bir kurumdan geldiği belli. Lakin Maruge ne yazık ki, okuyup yazamıyor. Dişleri gibi beyaz olan kağıt parçasında ne yazılı olduğunu da bir o kadar çok merak ediyor.

Yıl 2002. Kenya hükümeti ülkedeki bütün vatandaşlarına parasız eğitim hakkını tanıyor. Maruge 84 yaşında. Üzerinde adının yazılı olduğu zarfın içindeki mektubu okuyamıyor. Madem eğitim hakkı verilmiş, o halde ben de bulunduğum dağ köyündeki ilkokula gider yazılır ve öğrenirim diyor. Öyle de yapıyor. Mektuba uzun uzadıya bakıyor. Aklına gençlik yılları geliyor. İngiliz sömürgecilerinin kendilerine yaptığı işkenceler gözlerinin önünden bir film şeridi gibi geçiyor. Maruge ser veriyor ama sır vermiyor. Günlerce işkencelere maruz kalıyor. Ama ağzından tek kelime alamıyorlar. Hayatı esir kamplarında geçiyor. Okuyup yazmayı öğrenemiyor. Ama kendisinin bedeni ile yaptığı dansı, güneş ışınları onun ıpışıl beyninde yapıyorlar.

Bir de güzeller güzeli karısı var, ince belli, güzel bakışlı. Maruge gibi aynı incilerin devamı olan dişleri ile kar beyazı gülümsüyor. Maruge’nin elinden tutup, sevişmek için mısır tarlalarının arasına çekiyor. Maruge yüzünde kocaman bir gülümseme ile dans ederek karısının ardında adam boyundaki mısır tarlasında kayboluyor. Ve Maruge’nin karısı hala gülümsüyor.

Mısır tarlalarında sevişmelerinin ardından çikolata renginde iki tane çocuğu oluyor Maruge’nin. Bir özgürlük savaşçısı Maruge. Çikolata çocukları büyüyüp, yürümeye başlıyorlar. Özgürlük savaşı çocukları ile arasına uzunca bir zaman koymuştur. Çocukları gözünde tütüyor. Bir eylem için başka bir bölgeye intikal ederken, istilacı düşmanları İngilizlere yakalanıyor Maruge.

Elinde mektup. Maruge okuyamıyor. Yakalandığı gün geliyor gözlerinin önüne. Düşmanları onu konuşturamayacaklarını biliyorlar. Karısını ve çocuklarını alıp, getiriyorlar. Maruge’nin konuşmaması halinde çocuklarını ve karısını öldüreceklerini söylüyorlar. Güzel gülüşlü özgürlük savaşçısı direniyor, dünyanın en ketum insanına dönüşüyor. Gözlerinin önünde önce karısına ve sonrasında küçük çikolata çocuklarının kafasına dayadıkları silahlardan sesler yükseliyor. Cansız bedenleri kesilen ağaç dalları gibi yere düşüyor her üçünün de.

Bir deja vu yaşıyormuş gibi bir hisse kapılmadan edemiyor insan. Maruge elindeki mektubu incelerken inci dişli karısının ve çikolata çocuklarının katledilişlerini anımsarken, filmi izleyen duyarlı insanların da gözlerinin önüne son arzusu, oğlu Hüseyin’in idamının kendisinden sonra yapılmasını isteyen, bu isteği dahi kabul edilmeyen Seyit Rıza ve Şeyh Said’in katledilmeleri geliyor. Yıllar sonrasında ise ataları Şeyh Said ve Seyit Rıza gibi idam sehpasına dimdik yürüyen Türkiye halklarının yiğit evlatları Deniz, Yusuf, Mahir, Hüseyin ve daha onlarca özgürlük savaşçısının katledilişleri gözlerinin önünde belirirken, gözlerden boncuk boncuk yaşlar dökülüyor.

Güzel gülümsemeli kadın ve çikolata çocuklarının al kanları, “beyaz adam” dedikleri barbarların istilası altındaki ülkesinin topraklarına karışıyor.

Maruge okuma yazma öğrenmek için 84 yaşında köyünün ilkokuluna gidiyor. Jane öğretmen ile konuşuyor. Bayan öğretmen Jane Obinchu önceleri, bu yaşta kendisinin küçük çocuklar ile aynı okula gelmesinin uygun olmadığını, yetkililerin de buna izin vermeyeceklerini söylese de, Jane Maruge’nin ısrarlarına dayanamaz ve kabul etmek zorunda kalır.

Maruge kendisinin diktiği okul üniforması ile altı-yedi çocuğun oturduğu bir okul sırasında oturur. Çok çalışkan bir öğrencidir. İlk önce küçük “a” harfinin yazılısını öğrenir, Harfin yazılışı “bir yuvarlak-bir de çubuktur.” Sınıfta beş rakamını her zaman ters yazan Kamau adlı bir iğrenci vardır. Jane öğretmen bütün çabasına rağmen Kamau’nun yaptığı bu yanlışın önüne geçemez. Bunun üzerine devreye 5 rakamını yazmasını yeni öğrenen Maruge girer. Maruge Kamau’ya aynen şu taktiği verir.

“Bak Kamau. Uzun boyunlu bir adam ve koca bir göbek. Ve bu adamda bir iş var” deyip 5-rakamının üst çizgisini de çizip, Kamau’ya uygulamalı öğretir.

Elbette filmi izlemeyenler de Justin Chadwick’in yönetmenliğini yaptığı “The First Grader – Birinci Sınıf” adlı bu filmi izleyeceklerdir. O nedenle filmi daha fazla anlatmanın gereği var mı? Bu durumda insan bilinen bir fıkranın dimağından geçmesinin önüne geçemiyor. Müsaadenizle.

Kasabanın birinde polisiye filmlerini çok seven bir adam vardır. Kasabanın sinemasına yeni bir polisiye filminin gelmesini dört gözle bekler. Günlerden bir gün çok sevilen bir polisiye filminin afişleri kasaba sinemasının panolarında yerini alır. Ve kasabalı adam ilk gösterim için günün erken saatlerinde gelip, biletini alır. Fakat sinema salonu ana baba günüdür. Karanlıkta boş bir yer bulamayan bizim polisiye filmsever adamımız, el yordamı ile teşrifatçıyı bulup çağırır ve kulağına eğilir;

“Evlat ben polisiye film hastasıyım, ne olur, ne yap yap bana ön sıralardan bir yer bul.” der. Müşterinin yağlı olduğu kanısına varan teşrifatçı çocuk, elinden geleni yapar ve ön sıralardan bir yere adamcağızı oturtup, elini açarak bahşişini bekler. Adam uzun araştırmalar sonucunda cebinden parayı çıkartıp, teşrifatçının eline tutuşturur. Verdiği para bahşiş olarak çok gülünç bir miktardır. Çocuk bir avucundaki yirmi beş kuruşa bir de adamın gözlerine elindeki el lambasını tutarak bakar. Akabinde adamın kulağına eğilip;

“Abi sana bir şey diyeyim mi? Abi katil şoför” der ve film kopar. Daha fazla bir anlatımla izlemeyenler için filmi koparmanın gereği yok. Filmleri günümüzde dahi kırpılmaktan kurtaran olmadı. Sansür dizboyu. Günümüz dünyasında ellerini kollarını sallayarak dolaşan katillerin kimler olduğunu birilerinin kulağımıza fısıldamasına gerek yok. Katiller malum. Sinema salonlarının karanlığını aratmayan dünyanın karanlığı.

Ve inci dişli, güzel gülümsemeli Maruge’nin karısı elinden tutup, mısır tarlalarının içine doğru çekiştiriyor. Ve evimizin her tarafında Maruge’nin güzel ve büyük gülümsemesi. Babasından öğüt olduğunu söylüyor;

“Kulaklarıma topraklar doluncaya kadar öğreneceğim.” Maruge kendi dilinde “UHURU” - yani özgürlüğün yolunu bizlere de gösteriyor.

Maruge’ ye bir çay ikram edelim mi? Biz de hiç değilse misafirperverliğimizi göstersek iyi olur. İyi seyirler!

 

 


Amsterdam, 27 Şubat 2016


6 Şubat 2016 Cumartesi

YALNIZLIĞIN SENFONİSİ




YALNIZLIĞIN SENFONİSİ

“Yalnızlığım yollarıma pusu kurmuş beklemekte
Acılar gözlerini dikmiş üstüme nöbette
Bekliyorum bekliyorum bekliyorum
Hadi gelin üstüme korkmuyorum
Yalnızlığım yollarıma pusu kurmuş beklemekte
Acılar gözlerini dikmiş üstüme nöbette
Bekliyorum bekliyorum bekliyorum
Hadi gelin üstüme korkmuyorum.”
                                   Sezen Aksu
Yapayalnızdı O. Her yönü inişli çıkışlı altmışlı yaşları aşan, hercai ömrünü; art arda ve üst üste düşen domino taşları gibi çarçabuk devirdi. İnce sızılar halindeki acıları ile yek başına kalakaldı. Yalnızdı O. Bütün yaşamı boyunca, arayıp durduğu bulamadığı ruh ikizi idi. Bir gün olsun, apansız yükselen pırpır bir kalp çarpıntısı ile fellik fellik aradığım “işte bu O” diyemedi. Hayatında ürperti veren, tüylerini şaha kaldıran ölü sessizliği, boşluk ve acımtırak burukluk her anında beraberinde oldu. Umut ibresi bulunduğu yerde hafif bir titreşim gösterip, harekete geçmedi. Kıtlık yıllarının ambarları gibi bomboş olan kalbi, bilmediği avuçların içinde ezilip sıkıldıkça sıkıldı. Anlatılamaz katran karası bir duygu idi bu. Yalnızdı O.
Son çare belki de tılsım tutar deyip, kendisine ait insan boyundaki, metrelerce uzunluktaki uçsuz bucaksız ağlama duvarlarının diplerinde, olmadı olabildiğince yüksek olan tepelere çıkıp, çocuklar gibi gözlerini yummasının ardından, avazı çıktığı kadar “elma… elma…” diye bağırdığı da oldu. Ama her ne hikmet ise, bir yerlerden çıkıp gelen, diyarına uğrak veren, sorup sual eyleyen, istemlerine uygun birileri olmadı. Nafile. “Armut” demekten her daim kaçındığı halde, aradığı bulunmaz insan, zulasının derin dehlizlerinde bugüne değin kalmayı yeğledi. Yalnızlık koynundan çıkmazı, kapısından eksilmezi oldu O’nun. Sevdiği bir cana hasretini, eğilip kulağına fısıldayacağı birileri yoktu ve yalnızlığı pamuk yumağı bulutlarda idi . Kim bilir, kıyametini getirecek olan, O’nun bu hercümerç yalnızlık duyguları idi.
Her nereden duydu ise, idolü olan, belki de şimdi adını telaffuz etmek istemediği yazarlardan birinin söyledikleri, var olan aklını yıllar yılı başından alıverdi. Ne demişti, ah demez mi olaydı dersiniz, ama arayışının şiarı ve aynı zamanda mihenk taşı oluverdi bu deyiş.
“Dünyanın en harikulade varlığı, güzel göğüslü zeki bir kadındır.” deyip, büyük konuşmuştu, adını sanını hatırlamadığı kişi.
Bir bedende aradığı her iki olmasa olmaz kıstası, bir arada bulamadı. Birisini bulsa diğerinden eser yoktu. Olmadı. Yolunun kesiştiği kadınlar; O’na göre ya güzel bir et yığını veya zeki, kurnaz ve kafasında kırk tilkinin cirit attığı birileri olmaktan daha ileri gitmedi. Aradaki orantı uçurumlardan farksızdı. Hayatını dilediği gibi biri ile doyasıya paylaşıp, yaşam oburu olamadı. “Armudun sapı, üzümün çöpü” deyip, “ince eleyip sık dokurken” sonunda gelip, çakılı kaldığı noktada yapayalnız kalmaya mahkum oldu O. Böyle olunca da, her geçen gün yeni bir yaprağını gövdesinden düşürüp, eksildikçe eksildi.
Mahalle bakkalı Mıçı Dayı’dan aldığı yumurtalar dahi çift sarılıydı, Mıçı Dayı da yalnızdı. Ama sattığı yumurtaların sarıları kol kola girip, yalnız olmadıklarını suratına haykırıyorlardı. Burnuna buram buram kokan yumurtalar, tereyağında kızarınca daha fazla dayanamadı. Ve çavdarlı ekmeğinden bir parça koparıp, çatalına batırdı, sonrasında kayısı kıvamındaki çifte sarılara tek tek bandırdı, damaklarında hissettiği lezzet harikaydı. Bu tat sarıların birlikteliğinden mi geliyordu, diye düşünmeden edemedi. O yalnız, mahalle bakkalı Mıçı Dayı, güneş, yıldızlar, dağlar, Ağrı dağının yamacında tırmanmaya çalışan yaşlı kaplumbağa, mavi bir çizgi halindeki okyanuslar, Kaf dağının ardındaki prenses, “yalnızlığı insanlarla dolu” olan Kafka ve bulutların ardındaki mekanında, gizli-saklının kâr etmediği, herşeyi bilen, gören, duyan Tanrı yalnız.
Beyninde saplantı haline gelen bu kriterler olmasaydı, bu girdabın uzağında kalacağı için belki de oldukça kasvetli olan yalnızlığı, bu denli katmerli olmayacaktı. Görünen o ki, bir laz türküsünde dile getirildiği gibi;
“Bu dünyada fayda yok öteki de şüpheli.” Şu an hala bulunduğu diyarda aradığını bulamayacak gibi. Olur ya bir yanlışlık eseri, dosyasında bir karışıklık olur da, cennete yolu düşse, orada da kendisine sunulacağı vaat edilen kırk huride arayıp, bulamayınca, Tanrıya elinin tersi ile gerisin geri gönderecek miydi?
Oysa aradığını bulsaydı, hani zekasının doğrultusunda, estiğin son kertesinde, güzel göğüsleri ile ceylanlar misali seken bir kadını olsaydı, cenneti dünya denilen bu gezegende, şimdi ve peşin yaşayacaktı. Kendisini salt kendisi ile paylaşmayacaktı. Ufuklara doğru derinlemesine dalıp gitmeyecekti. Hayatı sürekli kopuşlardan ibaret olmayacaktı. Umutsuzluk, değersizlik, anlamsızlık ve boşluk duygularına zerre kadar yer olmayacaktı. Ama şimdilik O yapayalnız ve bu dünyadan hala fayda yok, bir diğeri de şüpheliydi. Ve;
"Sen açık renkli Acem halısısın, yalnızlık ise çıkmayan Bordeaux şarabının lekesi. Yalnızlığın Fransa'dan taşınmış, yaranın acısı Ortadoğu'dan gelmiştir. Kadınsız erkekler için, dünya çok geniş, keskin ve ağır bir karışımdır, tıpkı ayın arka yüzü gibi."  der, Haruki Murakami.

Amsterdam, 6 Şubat 2016




1 Şubat 2016 Pazartesi

CAMİLİ’Lİ NERON



CAMİLİ’Lİ NERON

Altmışlı yılların sonu, çiftçiliğin  altın yılları idi. İç Anadolu’ya yüzlerce yıl önce öbekler halinde serpiştirilmiş Kürt köylerinde de artık kara sabandan makineli ziraata geçişin de zamanıdır. Çorak toprakla örtülü evinin önüne bir traktör çeken her Camili’li, makineli çiftçiliği yapamayanların tarlalarını ortak almak için kolları sıvıyorlardı. İki yüz haneli Camili Köyü’nde yörede o zamanlar “çap” da denilen tarla tapularını bir araya getiren her çiftçi, Tarım Kredi Kooperatifinden kredi ile bir traktör alabiliyordu.
Camili Köyünün yüksekçe bir yerine çıkıp yavaşça kafanızı sağdan sola ve tekrar aynı hızda soldan sağa doğru çevirdiğinizde, pek çok evin önünde sahibinin medarı iftarı, emir ve komuta hazır “gavur” icadı traktörleri görebilirdiniz. Her renk ve modelden traktörler, İç Anadolu bozkırında boylu boyunca uzanan binlerce dönümlük tarlanın, bir çırpıda altını üstüne getirip toprağın “ooh be” deyip, nefes almasını, Dünyanın olanca düzlükleri ve yükseltileri kırışıklıklarla dolu yaşlı kabuğunun yenilenmesini sağlayan birer canavardı.
Heyderi Hecike ömrü hayatında hiç köpek sahibi olmadığı için komşusu Memed, kendisine saldırının olmayacağı ihtimali ile yerden taş toplama tedarikine girme gereğini görmedi. Elini kolunu sallaya sallaya evin avlusundan usulca girdi. Yaz mevsiminin son demleri de olsa, hava hatırı sayılır derecede sıcaktı. Ev sahibi Heyder ve karısı Kör Zewe yine her zamanki gibi balkonda oturuyorlardı. (Daha önceki öykülerden de anımsayacağınız gibi, Heyder’in karısının bir gözü görmediğinden, Camili’ler bir gözü kör demek yerine, her iki gözünü de devre dışı bırakıp, kendisine kısaca Kör Zewe diyorlardı.) Kör Zewe komşuları Memed’in sekiz köşe kasketini biraz daha yukarı doğru kaldırarak geldiğini görünce, yükü ağır olan kısa bacaklarına bütün bedenini yükleyip, saygı göstermek mahiyetinde ayağa kalktı. Memed hafiften elini kaldırıp, “selamun aleyküm” derken Heyder kör Zewe’ye kıyasla daha da hafif olan vücudu ile fazla bir zorlanmaya mahal vermeden, O da gelen misafiri karşılamak babında ayağa kalktı. Memed komşusu Heyder ile tokalaştıktan sonra Kör Zewe’nin oturma odasından, bir koşuda diyemeceğimiz bir hızda getirdiği güllü desenlerin art arda sıralandığı yün mindere bağdaş kurup, oturdu.
Memed tavşan kanı üçüncü bardak çayına iki kesme şekeri atıp, kaşığın sesi uzaklardan duyulacak şekilde karıştırdı. Büyük bir zevkle bu bardaktan da, ince dudaklarını ileri doğru gerdirerek ilk yudumunu höpürdederek aldı. Sağ eli ile altına topladığı sağ ayağını yavaşça çekip, kurtardı. Artık asıl meseleye gelebilirdi. Heyder’in gözlerine bakıp;
“Heyder biliyorsun yıllardır komşuyuz seninle. Düşündüm taşındım tarlalarımı başkasına ortak vereceğime sana vereyim diyorum. Komşuluk gereği yüz yüze bakıyoruz. Bildiğim kadar ile senin diğer ortakların da senden oldukça memnunlar. Ekim ve biçim işini zamanında ve yerinde yapıyorsun. El kazanacağına, var hayrını gör kısmetse ikimiz de kazanalım. Çoluk çocuğumuzun nafakasını çıkaralım, diyorum. Sen ne diyorsun?”
Heyder komşusu olduğu için Memed’i iyi tanıyordu. Gözlerini Memed’in ince zayıf bedeninde baştan aşağıya, kendisini ilk defa görüyormuş gibi gezdirdi. Kendi halinde de olsa, sadece biraz sinirli, ileri geri küfürler savurmaktan başka kimseye zararı olmayan biri olduğunu çok iyi biliyordu. Kendisine teklifin gelmesi ile her ne kadar sevinse de, bu asabilik konusu kafasına takıldı. Memed’in içtiği sigara dumanının ardında kalan zayıf, çökük suratında yer alan feri kaçık gözlerinin içine bakıp;
“Memed sağ olasın. Bu teklifi elbette başkasına yapmayıp, bana gelmiş olmana çok sevindim. Senin tarlalarını seve seve ortak alırım. Lakin en hafif bir aksilikte kızıp, küplere bineceksen, bu işin taraftarı olmadığımı da bilmeni isterim. Benim çekindiğim tek nokta bu. Yoksa seni bir komşu olarak çok severim de, sayarım da. Söylememe gerek yok, bunu sen de biliyorsun. Tabi ki komşuyuz ve senin tarlalarını da kendi arazimi nasıl ekip, biçiyorsam, öyle aynı şekilde yapacağımdan şüphen olmasın. Elimden geleni yapacağım. Hiç bir masraftan çekinmeyeceğim. Gerisi Allah’a kalmış. Umarım birbirimize karşı mahcup olmayız.”
“Yok yahu ne kızması, ne küplere binmesi. Öyle bir şey olmaz. Ben sana güveniyorum, sen de bana güven. Kızma konusunu da kafana takma. O bende gelip geçici. Bazen heyheylerimin gelmesinin önüne geçemiyorum, o kadar. Senden şüphem olsa, zaten böylesi bir teklifle sana gelmem. Bak kapısının önünde traktörü olan, ortakçılık yapmak isteyen bir yığın insan var. Sen de biliyorsun. Ancak ben en uygun seni gördüm, hani sen de istersen, iyi olur diye düşünüyorum.” Çok geçmeden iki komşu köy ortasındaki camiden yükselen ezan sesi yankılanırken anlaşıp, tokalaştılar. Olup bitene kulak misafiri olan Kör Zewe anlaşmadan pek hoşnutluk duymasa da bir şey söyleme gereğini duymadı.
Diğer bütün ortaklıklar gibi bu yeni oluşum da, Camili Köyü’nde misafir odalarında, cami avlusunda ve evlerin duvar diplerindeki gölgeliklerde bir araya gelip, sohbet eden köy erkekleri tarafından kulaktan kulağa aktarıldı. Sohbetlerinde köylüler bu yeni, “çiçeği burnunda” ortaklığı, Demirel hükümetinin tarım politikalarını, buğday taban fiyatını ve günlük politik gelişmeleri dilleri döndüğünce anlatmaya çalışıyorlardı. Onların gözünde sembolik fötr şapkası ile Demirel sürekli aksamalara uğrayan gidişatı yoluna koyacak, Allah tarafından gönderilmiş kelli-felli yeni bir kahramandı.
Heyderi Hecike yeni ortağı Memed’e söz verdiği gibi tarlaları zamanında sürüp, ekti. Kış bütün uğultuları ile gelip çattı. Kusursuz melodilerle ıslıklar çalan sonbahar rüzgarları, kurak ve ağaçsız Camili Köyü’nde sararan yaprakları dallarından koparmayıp, bir yerden diğer bir tarafa savurmadı. Kış mevsimi uçsuz bucaksız tarlaları ve Camili Köyünü kar beyazı çarşaflara bir kez daha bürüdü. Memed yeni ortağının evine sık sık oturmaya gidip gelirken, eriyen karlardan sonra çamur deryasına dönen patika yollarda lastik ayakkabılarını bulduğu küçük bir tahta parçası ile silip, Heyderi Hecike’ye selam verip, mümkün olduğu kadar gürül gürül yanan sobanın yanı başında yer almaya çalışarak, Kör Zewe tarafından sunulacak nar kırmızısı çayını beklemeye koyuluyordu.
Kış mevsimi bir kez daha sırasını savıp, yerini bozkırda dahi bir başka olan, gelin güzelliğindeki bahara bıraktı. Bahar beraberinde insanın içini hoş eden bir sıcaklığı, sakal tıraşları uzamış olan Camili’li erkeklerin ve genelde armut görünümlü kadınların suratlarına büyük bir gülümsemenin konmasına neden oldu. Bu tatlı gülümsemenin konmadığı tek çehre, çukur avurtlu Memed’in suratıydı. Evet bahar her ne kadar güzel ve sıcak olsa, çiçek ve böceğin yanı sıra ekinlerin yeşerip, büyümesi ve verimli bir hasat için gerekli olan yağmurun da olması gerekiyordu. Memed’in huzuru hiç yerinde değildi. Kah kendi evinde, kah sık sık uğradığı ortağı Heyder’in evinde ellerini kıçının üst tarafında birleştirip, oltu taşı tespihini şaklatarak volta atıyor ve sürekli küfürler savuruyordu. Yağmurun yağmamasından dolayı kahrediyor, karşılaştığı herkesi bu uğursuzluğun potansiyel elebaşı ve başlıca sebebi olarak görüyordu.
Geçen her yağmursuz gün Memed’in daha da çileden çıkmasına ortam sağladığı gibi, O’nun artık her şeye ve herkese küfretmesine bahane oluyordu. Verimli bir hasat alamayacağı, bütün emeklerinin boşa olduğunu yinelerken bağırıp, çağırıyordu. Günler haftaları arka fonda Memed’in küfür ve  bağrışları ile kovalayıp geçerken, yaz mevsimi de bunaltıcı sıcaklığı ile hepten sökün etti. Bundan sonra yağmur yağsa da bunun ekinlere bir faydası olmayacaktı. Elbette Memed’in haricindeki diğer Camili’li çiftçiler de bu gidişattan endişe duyuyorlardı. Önlerindeki kış açlığı getirecek, harman sonrası borçlarının ödenmesine dair verdikleri sözlerini yerine getiremeyecekler, kızları ve oğullarına düğünler yapamayacaklar, ailelerinin üst başları yenilenmeyecek ve bütün hayalleri suya düşecekti.
Ekinler oldukça cılızdı. Boyları iki karışı geçmediği gibi ekin kelleleri yarı yarıya boştu ve biçilse dahi elde edilecek hasat masrafını karşılamayacak cinstendi. Allah’ın takdiri böyleydi, yapılacak bir şey yoktu. Demek ki kullarına bu yıl da bunu reva görmüştü.
Heyderi Hecike’nin uyku ile bir sorunu olmadığı halde her nedense o gece uykusu kaçtı. Sabaha kadar sağa sola döndü ama gür kirpiklerinin ardından uykuyu bütün çabalamalarına rağmen buyur edemedi. Olmadı erkenden yorganı üzerinden atıp, kalktı. Güneş yeni bir güne göz kırpıyordu. Sabah serinliği hakim olsa da çok geçmeden bozkırın bağrına sarı bir sıcak gelip oturacaktı. Dünya yeni bir güne başlıyordu. Kümeslerde tavuklar ve horozlar tüylerinin üzerinde toz toprak varmışçasına silkinip, tünedikleri yerlerden kanat çırpıp kalktılar. Tavuklar etrafı kolaçan ederken horozlar ilk ötüşleri için büyük bir gururla kafalarını iyice havaya kaldırıp ötmeye başlarken, aynı anda köy camisinin minaresinin merdivenlerindeki karanlıkta ellerinin yordamı ile tırmanan hoca da, ezan için elini kulağına götürüp, avazı çıktığı kadar yüksek bir ses ve melodik bir tonlama ile ezan okudu. Dış kapının anahtarını çevirip, yeni bir güne merhaba diyen Heyder, avlu kapısından hiddetle Memed’in geldiğini gördü. Yine nedensiz yere  bağırıp çağırıyordu.
“Yok Heyder yok. Hani elinden geleni yapacaktın, iyi bir hasat elde edecektik. A…. koduğumun yağmuru bir damla dahi yağmadı.” Cebinden bir kutu kibriti çıkartıp;
“Yok a…. koduğumun yağmuru da yağmadı. Ben de gidip o ekini yakmaz mıyım. Yağmadı kardeşim yağmadı. Bir damla dahi yağmadı. Bütün uğursuzluk gelip beni buldu. Yakacağım o ekinleri. Ne hayri var yansın daha iyi. Yağmadı. Bir damla dahi yağmadı.” Heyder duydukları karşısında şaşırmış gibi gürünse de Memed bu canlı performansla Camili açık hava tiyatrosundaki oyununu günlerdir sergiliyordu. O’nu teselli etmeye çalıştı.
“Memed yapma etme, yaptığın ayıp. Biz elimizden geleni yaptık. Gerisi Allah’a kalmış bir şey. O’na şart koşamayız. Yalnızca bizim ekinlerimiz bu durumda değil. Yağmur diğer ekinlere de yağmadı. Yapma etme, şu kibriti de cebine koy. Gel bir bardak çay içelim.”
“Yok Heyder yok. Göreceksin, bak ne yapıyorum. Çayını falan da içmiyorum. Git çayını kendin iç. Yağmıyor, yok yağmıyor. A…. koduğum bir damla dahi yağmıyor.”
Memed’i ikna edemeyen Heyder, karısı Kör Zewe’yi uyandırıp, kahvaltı hazırlamasını söyledi. Kör Zewe yatağında bir iki gerinmenin ardından emrin büyük yerden geldiğinin farkındalığı ile uyandı, çaydanlığın altını yakıp, çay kaynattı. Yer sofrasına yumurtalar kızartıp, bir tabak yoğurt ve zeytinler koydu. Çocukları ile siyah desnlerle süslü basma sofra örtüsünü dizlerinin üzerine çeken Heyder iştahla yumurtanın kayısı sarısına bandırdığı ekmeği ağzına yeni götürmüştü ki, köy içinde bağrışmaların geldiğini duydu.
“Yangın…. Yangın…” diye bağırıyorlardı. Kahvaltısından kalkan Heyder, köyün ilerisinde tarlalardan büyük bir dumanın yükseldiğini gördü, üzüntü ile kafası uzun süre yere eğik kalakaldı. Kör Zewe de kahvaltı sofrasından kalkıp, kocasının yanına geldi. Çocuklar sofradaki kızarmış yumurtaları ve zeytinleri büyük bir iştahla midelerine indirdiler. Uzaklarda yoğun bir duman bulutu göklerde tırmanmaya devam ediyordu.
“Yağmadı, bir damla dahi yağmadı.”

Amsterdam, 1 Şubat 2016





CHARLOTTE CAFE Annem, bildim bileli hasta, ömrü böyle geçti diyebilirim. Lakin bu kez hayli ilerlemiş olan yaşı ile artık uzatmaları oynuyo...