Yüz yıllık bir
inişli çıkışlı yaşamı, gözlerinizi yumup ardınızda bırakmış olsanız da yeterli olmuyor, ki
benim açımdan hiç te öyle olmadı. Tam tersine kısa bir ömür ile yetinmek
zorunda kaldım. İnsan; hayata, derinlerinde var olan güçlüklerine karşın, yine
de mümkün olduğunca daha uzun süre tutunup, kalmayı arzuluyor. Böylesine erken
bir ölümün olmasını ben de hararetle istemez ve bunun bir kaç yıl da olsa
ertelenmesi için bütün varımı yoğumu ortaya koyup, engel olurdum. Ama bize
biçilen ömür de bu kadarmış, nasip kısmet meselesi diye savıp (gecenin veya
günün kırkından sonra), geçirmekten başkaca da yapılacak bir şey yok gibi.
Bendeniz hayatta iken, kendim ile ilgili kısmen
anlatacaklarım konusunda övgü çizgisini fazla aşmamış veya abartıya kaçmamış
olacağımı sanıyorum. Çok uzun yaşadım diyemem. O nedenle hayata ve sunduğu
armağanlara doydum desem, laf-ı güzaf olur. Betimlenemeyecek güzellikteki
dünyada doyasıya kalıp, yeryüzünün dört bir yanını adımlayamadığım gibi, hemen
hemen her şey yarım kaldı. Yaşam, aşk, sevgi, icra ettiğim sanat, musiki ve
akla gelebilecek insana dair hiç bir şeyi tamamlayamadım. Sözün özü, musiki ile
yoğrulmuş kalbimi, en sevdiklerim alıp, acımasızca kara toprağın altına gömeli
yıllar oldu.
Hani kendim hakkında övgüye kaçacaktım ya! Diyebilirim
ki, dünyanın dört bir yanında tanınan Türkiye’li bir müzisyen-bestekar, ud
virtüözüyüm. Böylesine, hani insanın dudak büküp, gıpta ile bakılacağı bir
statüye sahip olmama karşın, çevremdekiler çekilmez, asabi, suratı düşük ve nemrut birisi
olduğumu yüzüme karşı fütursuzca söylerlerdi, ki haksız da değillerdi.
Asabiliğimi, çekilmez biri olduğumu, en iyi ben biliyorum. Bir müzisyenin
kendisini böylesi olumsuz huylar ile donatması hiç hoş değil. Lakin bunun önüne
geçmek, hiç kimse için mümkün olmadığı gibi, benim için de kolay olmayan bir
durumdu.
Değindiğim illet olası asabiliğimin, hayatımda çok
önemli bir dönüm noktasının ardından sökün ettiğinin kanaati bende ağır
basıyor. Öyküsü bir hayli eskilere dayanıyor. Kürdilihicazkar makamındaki
bestelerim gerek dünyada, gerekse ülkemde çok ses getirdi. Sayısı yüzleri aşkın
zevkle dinlenen bestem oldu. Ud icrasında, tambur tavrına az mızrap vuruşu ile
çok melodi elde etmeyi amaçlayıp, geliştirdiğim ve bana ait olan bu stil, sanat
hayatımdaki çıtamın yükselmesine yardımcı oldu. Musiki sevenlere beş yüzü aşkın
eser bıraktım. Bütün bu verimli çalışmalarım elbette beni belli bir yere
getirdi. Çalışmalarımın meyvalarını topladım.
Fransız devlet Radyosu, dünyanın her ülkesinde önemli
bulduğu bütün müzisyenlerin LP’sini çıkartıp, pek çok sanatkarı ölümsüz kılan
bir kurum. Bu kurumun davetini ben de aldığımda mutlukluktan adeta uçtum. Bu
çalışmaya layık görülmem oldukça onur verici idi. Şaşkınlık içindeydim.
Sevincimi ailem ve dostlarımla paylaştım. Onlar da çok mutlu olup, yelkenlerimi
var güçleri ile doldurup, bu büyük deryada hızla yol almam için desteklerini
olabildiğince ortaya koydular. Bu benim için çok ama çok büyük bir adımdı.
Böylelikle dünyaya daha da çok açılmış olacak ve ülkemde, müzik alanında en
yetkili otorite olan bu kurumun LP’sini çıkardığı ilk müzisyen olacaktım. Bu
açılım annemden doğalı, benim için hayatımın en önemli oluşumu idi. Yakaladığım
bu imkanı, dişimi tırnağıma takarak, hırs yapıp, optimal derecede değerlendirmeliydim.
Bu vesile ile müzik alanında ufkum daha çok genişleyecekti. Duyduğum heyecandan
kalbim beni terk edip, gidecek gibiydi. Yüreğimin göğsümde, her zaman olduğu
yerde kala kalması için elimle göğsümün sol tarafını sıkı sıkıya bastırıyordum.
Çıkacak olan LP’im için Fransa’ya gitmek üzere bütün hazırlıklarımı yaptım.
Müzik aletleri arasında ud en sevdiğimdir. O bir
tarafa, dünya bir tarafa. Fransa’ya udumu da götürecektim elbette. Çünkü benim
bütün icraatım bu enstrümanla olacaktı. Hayranı olduğum bu müzik aletini elime
aldığım zaman, bütün benliğimi kaybeder, tartışılmaz estetik güzelliğin her
milimetre karesine evire çevire defalarca dokunuyordum. Fransa öncesi de udumu
kılıfından çıkarıp, uzun uzadıya okşadım, usulca nazlı tellerine dokundum ve o
bir kez daha en güzel melodilerle dile geldi. Ardından “nazlımı” uzun yolculuğum
için öpüp, tekrar kılıfına yerleştirdim. Valizim, uçak biletim ve pasaportum
tamamdı.
Fransa’ya olan yolculuğum için İstanbul’a gitmem
gerekiyordu. Bulunduğum yerden uzun ve yorucu bir otobüs seyahati ile akşam
üzeri yedi tepeli, sülün misali süzülen İstanbul’a geldim. Yabancısı olduğum
bir şehir değildi, güzel İstanbul. Müzik camiasından ve hayranlarımdan oluşan
geniş bir arkadaş çevremin olduğu, konserler ve müzikal aktiviteler için sık
sık geldiğim, uzun dönemler kaldığım, aynı zamanda yüreğimdeki yeri büyük olan
bir şehirdi, harikalar diyarı İstanbul.
Yolculuğumun ardından soluğu, önceden ayırdığım
otelimde aldım. Ertesi sabah erken bir saatte ise uçağım kalkacaktı. Otelin
karşı sokağında iyi bir yer olduğuna kanaat getirdiğim bir restaurantta akşam
yemeğimi yedim, üzerine de az şekerli kahvemi yudumladım. Yemek güzel, kahve de
iyi geldi. Otele dönüp, İstanbul’da ki dostlarımla uzun uzadıya telefonla
sohbet ettim. Her ne kadar beni gelip, görmek istemelerine rağmen bu
isteklerini yorgunluğumu ve sabah erkenden yola çıkacağımı bahane gösterip,
kibarca ret etmek durumunda kaldım.
Saat bir hayli ilerledi. Yarın oldukça önemli bir
gündü, hayatımın dönüm noktası idi. Yatağa gitmeden önce valizimi, biletimi ve
pasaportumu kontrol ettim. Her şey istediğim gibiydi. Kontrol sırası yine nazlı
enstrümanım udumda idi. Son bir kez okşamak üzere kılıfından özenle çıkardım. Gözlerime
inanamadım. Gecenin yarısında büyük bir felaket ile karşı karşıya idim. Udum
göbeğinden baştan başa çatlamıştı. Çocuklar gibi şaşkınlık ve panik içinde
hüngür hüngür ağlıyordum. Ud olmadan Fransa’ya gidemez ve gitsem de orada bir
şey yapamazdım. Sakinleşmeye çalışıp, kendimi toparlamam gerekiyordu. Gecenin
bu vaktinde ne yapabilirdim, kimseleri arayıp rahatsız edemezdim. Başka çarem
yoktu, İstanbul’daki yakın arkadaşlarımdan Ahmet’in ev numarasını otel
lobisinden büyük çekinceler ile utana sıkıla aradım. Ahmet’i uykusundan
zorlanarak uyandırdım. Telefonun defalarca çalmasının ardından, ahize
kaldırıldı. Telefonun diğer ucundaki arkadaşımın uykulu ve biraz da kızgın
olduğunun çok net hissedildiği, ürperti veren sesini duydum. Binlerce kez özür
dileyerek, durumu olduğu gibi bir çırpıda aktardım. Sağ olsun Ahmet çok
geçmeden otele geldi. Bir taksi kiralayıp, Ahmet’in tanıdığı bir ud ustasına
gittik. Usta çoktan uyuduğu için, evi karanlıklar içinde idi. Başka çaremiz
yoktu. Uzun uzadıya kapının zilini çalıp, saçları iyice dökülmüş yaşlı başlı
ustayı uyandırdık. Ahmet’i ve elimde udumla beni görünce gözlerini oğuşturarak
şaşkınlığını gizleyemedi. Gecenin bu saatinde olacak iş değildi, yaptığımız.
Ahmet defalarca dilenen özürler eşliğinde meramımızı anlattı. Bu durumda
yapılacak bir şey yoktu. Adı Veli olan ustayı da alıp, dışarıda bizi bekleyen
taksiye atlayıp, bir kaç sokak ilerisindeki atölyeye gittik. Ustayı güçlükle
ikna etmiştik. Udun tamiri için sabaha kadar uğraştı. Güneş ışıkları atölyenin
vitrin misali kullanılan pencerelerinden içeri doluşurken, udun tamiri de bitti.
Tutkalın iyice kurumasını bekledik. Ud eski halini almıştı. Udumu alıp yeniden hayranlıkla
okşamaya koyuldum. Fakat acele etmem gerekiyordu. Yaklaşık iki buçuk saat sonra
uçağım kalkacaktı. Önce otele uğrayıp, eşyalarımı almak zorundaydım. Çok az
vaktim olduğu için, hemen ustanın parasını yüklüce bir bahşişle verip, otelin
yolunu tuttum.
En kısa zamanda havaalanına gitmeliydim. Eşyalarımı
bir çırpıda toparlayıp, tekrar taksiye bindim. Şoförden biraz hızlı gitmesini
ve az bir zamanımızın olduğunu söylediğimden, Tanrı yardımcısı olsun durumun
ciddiyetini kavradığından, gidebildiği kadar hızlı yol aldı. Uçağın kalkmasına
yirmi dakika kadar bir zaman vardı. Pasaport kontrolünde onlarca kişi
bekliyordu. Yalvaran gözlerle öne geçip, geçemeyeceğimi sorup, ricada bulundum.
Arkalardan bir kaç kişi kabul etse de, ön taraflarda takıldım. Uçağım kalkacak
dediğimde, sıradakiler de uçaklarının kalkacağını söylüyorlardı. Adamlar “Nuh
diyor peygamber dememekte” direttiler. O kadar yalvarmama rağmen daha önlere
doğru ilerleyemedim. Pasaport kontrolünden geçtiğimde ise uçağın kalkmasına
sadece üç dakika kadar bir zaman kalmıştı. Çıkışa kan ter içinde geldim.
Kendimi yorgunluk, uykusuzluk ve gerginlikten pelte gibi hissediyordum. Çıkış
kapanmıştı, fakat uçağı görüyordum. Çıkıştaki yetkililer uçağa binemeyeceğimi
söylediklerinde bütün kanım beynime fırladı. Yeniden yalvardım yakardım,
ağladım, sızladım. Yerlere kapanıp, çocuklar gibi tepine tepine hüngür hüngür ağladım.
Görevliler şaşkınlık içinde bana bakıp, beni yerden kaldırmaya çalışırlarken,
yardımcı olamadıkları için üzgün olduklarını söyleyip, özür diliyorlardı.
Kendime geldiğimde uçak çoktan havalanmış, istikbalim,
geleceğim de, bir daha gelmemek üzere çekip gitmişti. Udumu çıkışın yan
tarafında bulunan sandalyeye koymuştum, oradan alıp, tekrar havaalanının
salonuna geldim. Bir kafede oturup, kahve içip kendime geldim. Havaalanının
çarşısında renk renk elbiselerin sergilendiği vitrinlere boş gözlerle uzun
uzadıya baktım. Gidip gelenler arasında uçma telaşı olmayan bir kaç kişi,
musiki ile yakından ilgili olacaklar ki, beni tanıyıp selamladılar. Bir şeyler
sormak isteyenlere özür dileyip, vaktimin olmadığını söyledim.
Biraz daha kendime gelebilmek, üzerimdeki stresi, yükü
ve gerginliği atabilmek amacı ile oyalandım ve tekrar bir taksiye binip, otele
döndüm.
Otelin giriş kapısından adımımı yeni atmıştım ki,
resepsiyondaki genç beni görür görmez, afalladı. Şaşkınlıktan gözleri kocaman
açılmıştı. Her iki elinin parmaklarını birbirinden ayırıp, kafasının iki
yanında birleştirip, avazı çıktığı kadar bağırdı.
“Abi.., Abi…
Nasıl olur, yaşıyor musunuz siz?”
“Ne demek istiyorsun, delikanlı, burada olduğuma göre
elbette yasıyorum. Nasıl bir soru bu?”
“Ama abi… Nasıl desem. Sizin bineceğiniz uçak düştü.”
“Ne diyorsun sen? Aman Tanrım, ne korkunç bir durum bu,” dediğimi hatırlıyorum. Ne yapacağımı şaşırmıştım. Ama olay çok vahimdi. Başımdan kazanlar dolusu kaynar su dökülmüş gibiydi. İnanılır
gibi değildi. Hayatın bir kez daha ne kadar çok büyük tesadüfler içerdiğini,
insan yaşamının ne denli ince bir ipliğe bağlı olduğunu gördüm. Ben yaşarken,
onca insanın bir anda yaşamını yitirmesini göz önüne getirdim, içim burkuldu,
resepsiyondaki gence sarılırken, göz yaşlarıma hakim olamıyordum. Havaalanında
akan göz yaşlarım yerini başka duygular esliğinde devam ediyordu. Onca insan
bir anda sevdiklerinden, yaşamdan, aşktan, müzikten, güzelim dünyadan ve bütün
tutkularından ansızın ayrılmak zorunda kalmışlardı.
O uçağa binmiş olsaydım, dünyadan erken ayrılmış
olmama dair olan serzenişimin yoğunluğu daha da katı olacak, dolayısı ile
yaşamdan daha da erken kopmuş olacaktım. Bundan sonra elimde kırık ama tamir
edilmiş bir udla yaşamaya devam edecek ve bana biçilen ikinci ömür dilimini
bekleyecektim. Ama ben eski ben değildim. Aşka, sevgiye, musikiye ve hayata
dair her şeye yeniden devam ettimse de, ben başka biri olup, çıkmıştım.
Sinirlerim allak bulaktı. O gün bugündür, kendi üzerimdeki kontrolümü ne yazık
ki, yitirdim. Ve yaşam göz kamaştıracak kadar hayli güzeldi, sadece insanların
bundan sonra bana katlanmaları ve beni çekilmez bu halimle kabullenmeleri
gerekiyordu. Yani çevremdeki insanların, arkadaşlarımın, ailemin ve dostlarımın
işi zordu.
Amsterdam, 24 Ocak 2014
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder