5 Mart 2015 Perşembe

OĞLUM-KIZIM-SEVGİLİM-ANNEM-BABAM


OĞLUM-KIZIM-SEVGİLİM-ANNEM-BABAM

Ah bizim diyar. Çorak, bozkır ve kurak olmaktan ileri gidemeyen, kimselerin bi yol kutsal kıçını kaldırıp, zahmet eyleyip, toprağı yarım metre kazıp, bir dal dikmediği, sürgünler diyarı. İç Anadolu bozkırının kalbinde yer alan, yüzyıllık yalnızlığını küskün yaşayan Camili Köyü. Dağında, taşında, suların çağıldamadığı kuru derelerinde, irili ufaklı tepelerinde, apansız çıkan serin bir rüzgarla dallarındaki ağaç yapraklarının hışır hışır kıpırdamadığı bir diyar. Kuşların cıvıldadığı ağaçlar ve yeşillikler olmadığı gibi; evlerinin önünde, arkasında, yanında, yöresinde, bahçelerinde de ne yazık ki, aynı hüsranın dayatıldığı bir diyar. Yeşil yoksulluğundan rahatsızlık duymayan, ağaç gölgesinin tadından kendisini yoksun bırakan, bıyıklı, kirli sakallı, dişlerinin bakımsızlığı ve sekiz köşeli kasketlerinin altına sığınıp, adeta saklanmaya çalışan köylülerim.
Nasıl oluyor bilemiyorum ama, galiba ben bir arada kaldığım, büyüdüğüm, komşularım, arkadaşlarım ve akrabalarım olan bütün köylülerimden altmış beşlere dayanan yaşımla biraz ayrışıyorum. Kelimenin tam anlamı ile bir doğa aşığıyım. Köylülerim yeşile öcü misali ne kadar uzak duruyorlarsa, ben bir o kadar yakın ve iç içeyim. Aksi halde boğulacakmışım hissine kapılıyorum. Bu nedenle komşularıma çok zaruri olmadıkça gitmiyorum, gitmek zorunda kaldığımda da bir el uzanıp beni boğuyormuş gibi düşünmekten kendimi alıkoyamıyorum.
Serçeler, güvercin, "yare haber eden" turnalar, kınalı keklikler, sığırcık, leylek, kartal, atmaca, kerkenez, puhu, baykuş, ishak kuşu, kırlangıç, kelaynak, kumru, yaban kazı ve diğer kuşlar İç Anadolu coğrafyasında yer alan Camili Köyünün boncuk mavisi berrak semalarında kanat çırpıp süzülürlerken, bir tek benim bahçem ve evimin etrafındaki zümrüt ağaçlarımı görürler, dinlenmek ve yiyecek bir şeyler bulmak umuduyla usulca konup, dostlarım ve misafirim olurlar. Havalar soğumaya yüz tuttuğu zaman, daha sıcak ülkelere doğru, kanat sallayıp, göçe geçen bütün kuş kervanları bende konaklayıp, soluklanırlar. Herhangi acil bir işim olmadığı zaman, bütün gün bahçeme çıkar, şimdilerde torunlarım koşturadururken, ben kıyıya, köşeye, özellikle ağaçların altına birer kap su ve buğday koyarak, misafirlerime kendimce bir Halil İbrahim sofrası sunuyorum.
Bahçeme konup göçen her kuşla birlikte yüreğim kabarır, güm güm atışları ile göğsüme sığmaz olur, mutluluğum yüzüme vurur, eline çok istediği bir oyuncak tutuşturulmuş çocuk gibi sevinirim. Onların ürküp kaçmamaları için, eşimi, çocuklarımı ve torunlarımı bahçeden uzaklaştırıyorum. Konuğum her kuşun kanatlarına, tüylerindeki büyüleyici renklere, gagalarına, ayaklarına, nereden gelip, nereden gitmekte olduklarını anlamaya çalışıp, göz bebeklerimi büyüterek hayranlıkla seyre dalıyorum. Gagalarını su kabına daldırıp, güzelim kafalarını havaya kaldırdıkları anda, tesadüfen göz göze geldiğimizde kalbim duracakmış gibi oluyor.
Baharın gelmesi ile birlikte zaman buldukça kırlara çıkar, etrafı kolaçan eder, ağaç olmasa da, bitki örtüsü bakımından çok da yoksul olmayan coğrafyamızda dolanır dururum.
Gözünüzün alabildiğine dört bir yan binlerce dönümlük buğday, arpa, yulaf, çavdar, mısır, kavun-karpuz bostanları ve şeker pancarı tarlaları ile örtülüdür. Ben bu tarlaların arasına girer, ekinlerin içinde ve özellikle tarlaların sınır aralıklarında, nadasa bırakılan tarlalarda yüzlerce çiçek ve bitki çeşidine hayranlıkla uzun uzun bakar, onları okşar ve sohbet ederim. Bozkır örtüsünün arasında rengarenk çiçekler boy gösterir, bir o kadar güzel kanatlı kelebek çiçekten çiçeğe konarken, ben onların peşi sıra giderim. Onlarca kez zıpladığı halde, yakalanamayan çekirgeler, ormanda daldan dala sıçrayan maymunlar misali ekin başaklarına, dallarına ve yapraklarına atlayıp dururlar. Karıncalar çok disiplinli, askeri sıralamalar ile toprağa düşen ekin tanelerini bin bir telaşla yüklenip, yuvalarına doğru yola koyulurlarken, doğanın muhteşem ahengine bakmaya doyum olmaz.  
Karşıdan geri manevra ile büyük bir topu yuvarlayan bok böceğinin yükü ağırdır. Kafası yere gelecek şekilde, arka ayaklarının yardımı ile bu büyükçe kara böceğin nereye gittiği, rotası belirsiz gibidir. Ani kaymalarla hareket eden, Ege’de uğurcuk olarak da bilinen küçük kertenkeleler, tavşanlar, yılanlar, solucanlar, yuvalarında dimdik duran tarla fareleri, köstebekler, asırlık kaplumbağalar, örümcekler, eşek arıları, cırcır böcekleri, peygamber develeri, pır pır uçuşan benekli uğur böcekleri ve diğer canlılar bu can alıcı güzellikteki bitkilerin arasında hayatlarını sürdürürler. Bu bitkileri saymakla başa çıkamazsınız. Yukarıda saydığım canlılar renkleri, şekilleri, kokuları, görünümleri ile birbirlerini kıskandıracak güzellikteki çiçeklerin arasında gezinip, dururlar. Bunlardan pek çoğu endemik olmakla birlikte, çan çiçeklerinin çeşitleri, fulya, gece sefası, gelincik, kardelen, lavanta, nergis, şakayık, taflan, deve dikeni, peygamber çiçeği ailesinden yanardöner, sevgi, eber sarısı, irisgillerden-dantelli çiğdem, ateş dikeni, papatya, civan perçemi, kaya gülü, tavşancıl otu, baldırgan, kamşam, öğrek otu, emzik otu, yalancı havacıva, ballıbabagiller gibi yüzlerce çiçek çeşidi saymakla bitmez. Yaprakları, dalları, çiçekleri, renkleri ile gökkuşağını kıskandıran ve daha kendisine has farklılıkları ile yeryüzünü bir gelin misali süsleyen binlerce bitki çeşidi. Dizlerimin üzerinde çökerek her çiçeğe incitmeden eğilir, o mis kokusunu içime çekerken, gözlerim bu alımlı renklerin cazibesi ile kırpışırlar. Bütün bu narin bitkilerin yüreğimde çiçek açtıklarına tanık olurum. Beynimin, kalbimin, daha doğrusu bütün bedenimi bir huzurun kapladığını, karnımda bir karıncalanma olduğunu, dünyaya yeniden geldiğim hissine kapılırım. Doğa sevgisi beraberinde insan sevgisini getirirken, yine insan hayata daha bir sıkı mı sarılıyor, ilerleyen yaşa rağmen hayat taze yeşil bir yaprağa mı dönüşüyor, diye şaşakalırım. Dünya güzelliğini başıma düşen ama acıtmayan küçük bir taş gibi dayatıp, kabul ettirir. Bozkırdaki bu inanılmaz güzelliklerden, eksikliklerim tamamlanmış ve ben zaten çoktan sermest olmuşumdur.
Bütün bu doğa güzelliklerinin içinde dolandıktan sonra, yorgun argın, ama kabarık bir yürekle evime dönüp, bahçemde yeni çiçekler yetiştirmek üzere yeni hayallere kapılırım. Günün yeniden ışıması ile birlikte uyanır, acele ile bahçeme gider, gelecek olan kanatlı misafirlerimi beklerim. Bu arada fırsat bulursam, Camili’deki bütün evlere tek tek bakar, yeşilliklerin yokluğundan dolayı bakışlarımı olabildiğince çar çabuk gurur duyduğum zümrüt bahçeme çeviririm. Ardından kimi oğlum, kimi kızım, kimi sevgilim, annem veya babam olan; iğdem, narım, zerdalim, kara dutum, cevizim, bademim, kirazım, elmam, eriğim, meşem, salkım söğüdüm, asmam, çam ve kavak ağacımın hatırını sorar, sevgiyle dokunur, teker teker kendileri ile sohbet ederim. Doğa insanı kendisi ile barışık kılıyor, sevgisi insanı daha bir insani kılıyor olmalı. Yeryüzü, gökyüzü ve denizlerin altı inanılmaz dünyalar. Her işin başı sevgidir deyip, mutlu olur ve yıllarca önce oğlumun altını çize çize okuduğu Kızılderili Reisin, Amerika başkanına yazdığı mektubun satırlarını bir kez daha, oğlumun o titrek sesinden duyar gibi olurum.
“Bu toprakların her parçası halkım için kutsaldır. Çam ağaçlarının parıldayan iğneleri, vızıldayan böcekler, beyaz kumsallı sahiller, karanlık ormanlar ve sabahları çayırları örten buğu; halkımın anılarının ve geçirdiği yüzlerce yıllık deneylerin bir parçasıdır. Ormandaki ağaçların damarlarında dolaşan su, atalarımızın anılarını taşır; biz buna inanırız.
………………………………………………………………………….
Çünkü bu toprak bizim için kutsaldır. Dereler ve nehirlerden akan, parıldayan sular, sadece su değil atalarımızın kanlarıdır. Eğer size toprak satarsak, onun kutsal olduğunu hatırlamalısınız ve çocuklarınıza da onun kutsal olduğunu öğretmelisiniz. Göllerin berrak suyundaki her hayali yansıma, halkımın yaşamından anılar ve olaylar anlatır. Suyun mırıltısı babamın babasının sesidir. Nehirler erkek kardeşlerimizdir, susuzluğumuzu giderirler, nehirler kanolarımızı taşırlar ve çocuklarımızı beslerler.
……………………………………………………………………………”
Kızılderililerden öğreneceğimiz çok şey var. Öğreneceklerimiz bizi daha da insani kılacaktır. Böylelikle kendimize dar gelmek diye bir sorunumuz olmayacak. Doğaya ölümsüzlüğünü reva görürsek, O`nun bir parçası olarak, insanlık için de ölümsüzlüğün yolu açılmış olur. Yeşile, börtü böceğe, kurda kuşa bin kez merhaba!

Amsterdam, 4 Mart 2015


  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...