OĞLUM-KIZIM-SEVGİLİM-ANNEM-BABAM
Ah bizim diyar. Çorak, bozkır ve kurak olmaktan ileri gidemeyen, kimselerin
bi yol kutsal kıçını kaldırıp, zahmet eyleyip, toprağı yarım metre kazıp, bir
dal dikmediği, sürgünler diyarı. İç Anadolu bozkırının kalbinde yer alan, yüzyıllık
yalnızlığını küskün yaşayan Camili Köyü. Dağında, taşında, suların
çağıldamadığı kuru derelerinde, irili ufaklı tepelerinde, apansız çıkan serin
bir rüzgarla dallarındaki ağaç yapraklarının hışır hışır kıpırdamadığı bir
diyar. Kuşların cıvıldadığı ağaçlar ve yeşillikler olmadığı gibi; evlerinin
önünde, arkasında, yanında, yöresinde, bahçelerinde de ne yazık ki, aynı
hüsranın dayatıldığı bir diyar. Yeşil yoksulluğundan rahatsızlık duymayan, ağaç
gölgesinin tadından kendisini yoksun bırakan, bıyıklı, kirli sakallı,
dişlerinin bakımsızlığı ve sekiz köşeli kasketlerinin altına sığınıp, adeta
saklanmaya çalışan köylülerim.
Nasıl oluyor bilemiyorum ama, galiba ben bir arada kaldığım, büyüdüğüm,
komşularım, arkadaşlarım ve akrabalarım olan bütün köylülerimden altmış beşlere
dayanan yaşımla biraz ayrışıyorum. Kelimenin tam anlamı ile bir doğa aşığıyım.
Köylülerim yeşile öcü misali ne kadar uzak duruyorlarsa, ben bir o kadar yakın
ve iç içeyim. Aksi halde boğulacakmışım hissine kapılıyorum. Bu nedenle
komşularıma çok zaruri olmadıkça gitmiyorum, gitmek zorunda kaldığımda da bir
el uzanıp beni boğuyormuş gibi düşünmekten kendimi alıkoyamıyorum.
Serçeler, güvercin, "yare haber eden" turnalar, kınalı keklikler, sığırcık, leylek, kartal, atmaca, kerkenez,
puhu, baykuş, ishak kuşu, kırlangıç, kelaynak, kumru, yaban kazı ve diğer
kuşlar İç Anadolu coğrafyasında yer alan Camili Köyünün boncuk mavisi berrak
semalarında kanat çırpıp süzülürlerken, bir tek benim bahçem ve evimin
etrafındaki zümrüt ağaçlarımı görürler, dinlenmek ve yiyecek bir şeyler bulmak
umuduyla usulca konup, dostlarım ve misafirim olurlar. Havalar soğumaya yüz tuttuğu zaman,
daha sıcak ülkelere doğru, kanat sallayıp, göçe geçen bütün kuş kervanları bende konaklayıp,
soluklanırlar. Herhangi acil bir işim olmadığı zaman, bütün gün bahçeme çıkar,
şimdilerde torunlarım koşturadururken, ben kıyıya, köşeye, özellikle ağaçların
altına birer kap su ve buğday koyarak, misafirlerime kendimce bir Halil İbrahim
sofrası sunuyorum.
Bahçeme konup göçen her kuşla birlikte yüreğim kabarır, güm güm atışları ile göğsüme sığmaz olur,
mutluluğum yüzüme vurur, eline çok istediği bir oyuncak tutuşturulmuş çocuk
gibi sevinirim. Onların ürküp kaçmamaları için, eşimi,
çocuklarımı ve torunlarımı bahçeden uzaklaştırıyorum. Konuğum her
kuşun kanatlarına, tüylerindeki büyüleyici renklere, gagalarına, ayaklarına,
nereden gelip, nereden gitmekte olduklarını anlamaya çalışıp, göz
bebeklerimi büyüterek hayranlıkla seyre dalıyorum. Gagalarını su kabına
daldırıp, güzelim kafalarını havaya kaldırdıkları anda,
tesadüfen göz göze geldiğimizde kalbim duracakmış gibi oluyor.
Baharın gelmesi ile birlikte zaman buldukça kırlara çıkar, etrafı kolaçan
eder, ağaç olmasa da, bitki örtüsü bakımından çok da yoksul olmayan
coğrafyamızda dolanır dururum.
Gözünüzün alabildiğine dört bir yan binlerce dönümlük buğday, arpa, yulaf,
çavdar, mısır, kavun-karpuz bostanları ve şeker pancarı tarlaları ile
örtülüdür. Ben bu tarlaların arasına girer, ekinlerin içinde ve özellikle
tarlaların sınır aralıklarında, nadasa bırakılan tarlalarda yüzlerce çiçek ve
bitki çeşidine hayranlıkla uzun uzun bakar, onları okşar ve sohbet ederim.
Bozkır örtüsünün arasında rengarenk çiçekler boy gösterir, bir o kadar güzel
kanatlı kelebek çiçekten çiçeğe konarken, ben onların peşi sıra giderim.
Onlarca kez zıpladığı halde, yakalanamayan çekirgeler, ormanda daldan dala
sıçrayan maymunlar misali ekin başaklarına, dallarına ve yapraklarına atlayıp
dururlar. Karıncalar çok disiplinli, askeri sıralamalar ile toprağa düşen ekin
tanelerini bin bir telaşla yüklenip, yuvalarına doğru yola koyulurlarken, doğanın
muhteşem ahengine bakmaya doyum olmaz.
Karşıdan geri manevra ile büyük bir topu yuvarlayan bok böceğinin yükü
ağırdır. Kafası yere gelecek şekilde, arka ayaklarının yardımı ile bu büyükçe
kara böceğin nereye gittiği, rotası belirsiz gibidir. Ani kaymalarla hareket
eden, Ege’de uğurcuk olarak da bilinen küçük kertenkeleler, tavşanlar, yılanlar,
solucanlar, yuvalarında dimdik duran tarla fareleri, köstebekler, asırlık
kaplumbağalar, örümcekler, eşek arıları, cırcır böcekleri, peygamber develeri, pır pır uçuşan
benekli uğur böcekleri ve diğer canlılar bu can alıcı güzellikteki bitkilerin
arasında hayatlarını sürdürürler. Bu bitkileri saymakla başa çıkamazsınız.
Yukarıda saydığım canlılar renkleri, şekilleri, kokuları, görünümleri ile
birbirlerini kıskandıracak güzellikteki çiçeklerin arasında gezinip, dururlar.
Bunlardan pek çoğu endemik olmakla birlikte, çan çiçeklerinin çeşitleri, fulya,
gece sefası, gelincik, kardelen, lavanta, nergis, şakayık, taflan, deve dikeni, peygamber
çiçeği ailesinden yanardöner,
sevgi, eber sarısı, irisgillerden-dantelli çiğdem, ateş dikeni,
papatya, civan perçemi, kaya gülü, tavşancıl otu, baldırgan, kamşam, öğrek
otu, emzik otu, yalancı havacıva, ballıbabagiller gibi yüzlerce çiçek çeşidi
saymakla bitmez. Yaprakları, dalları, çiçekleri, renkleri ile gökkuşağını
kıskandıran ve daha kendisine has farklılıkları ile yeryüzünü bir
gelin misali süsleyen binlerce bitki çeşidi. Dizlerimin üzerinde çökerek her
çiçeğe incitmeden eğilir, o mis kokusunu içime çekerken, gözlerim bu alımlı
renklerin cazibesi ile kırpışırlar. Bütün bu narin bitkilerin yüreğimde çiçek
açtıklarına tanık olurum. Beynimin, kalbimin, daha doğrusu bütün bedenimi bir
huzurun kapladığını, karnımda bir karıncalanma olduğunu, dünyaya yeniden
geldiğim hissine kapılırım. Doğa sevgisi beraberinde insan sevgisini
getirirken, yine insan hayata daha bir sıkı mı sarılıyor, ilerleyen yaşa rağmen
hayat taze yeşil bir yaprağa mı dönüşüyor, diye şaşakalırım. Dünya güzelliğini başıma düşen
ama acıtmayan küçük bir taş gibi dayatıp, kabul ettirir. Bozkırdaki bu
inanılmaz güzelliklerden, eksikliklerim tamamlanmış ve ben zaten çoktan sermest
olmuşumdur.
Bütün bu doğa güzelliklerinin içinde dolandıktan sonra, yorgun argın, ama
kabarık bir yürekle evime dönüp, bahçemde yeni çiçekler yetiştirmek üzere yeni
hayallere kapılırım. Günün yeniden ışıması ile birlikte uyanır, acele ile
bahçeme gider, gelecek olan kanatlı misafirlerimi beklerim. Bu arada fırsat
bulursam, Camili’deki bütün evlere tek tek bakar, yeşilliklerin yokluğundan
dolayı bakışlarımı olabildiğince çar çabuk gurur duyduğum zümrüt bahçeme
çeviririm. Ardından kimi oğlum, kimi kızım, kimi sevgilim, annem veya babam
olan; iğdem, narım, zerdalim, kara dutum, cevizim, bademim, kirazım, elmam,
eriğim, meşem, salkım söğüdüm, asmam, çam ve kavak ağacımın hatırını sorar,
sevgiyle dokunur, teker teker kendileri ile sohbet ederim. Doğa insanı kendisi
ile barışık kılıyor, sevgisi insanı daha bir insani kılıyor olmalı.
Yeryüzü, gökyüzü ve denizlerin altı inanılmaz dünyalar. Her işin başı sevgidir
deyip, mutlu olur ve yıllarca önce oğlumun altını çize çize okuduğu Kızılderili
Reisin, Amerika başkanına yazdığı mektubun satırlarını bir kez daha, oğlumun o
titrek sesinden duyar gibi olurum.
“Bu toprakların her parçası halkım için kutsaldır. Çam
ağaçlarının parıldayan iğneleri, vızıldayan böcekler, beyaz kumsallı sahiller,
karanlık ormanlar ve sabahları çayırları örten buğu; halkımın anılarının ve
geçirdiği yüzlerce yıllık deneylerin bir parçasıdır. Ormandaki ağaçların
damarlarında dolaşan su, atalarımızın anılarını taşır; biz buna inanırız.
………………………………………………………………………….
Çünkü bu toprak bizim için kutsaldır. Dereler ve
nehirlerden akan, parıldayan sular, sadece su değil atalarımızın kanlarıdır.
Eğer size toprak satarsak, onun kutsal olduğunu hatırlamalısınız ve
çocuklarınıza da onun kutsal olduğunu öğretmelisiniz. Göllerin berrak suyundaki
her hayali yansıma, halkımın yaşamından anılar ve olaylar anlatır. Suyun
mırıltısı babamın babasının sesidir. Nehirler erkek kardeşlerimizdir,
susuzluğumuzu giderirler, nehirler kanolarımızı taşırlar ve çocuklarımızı
beslerler.
……………………………………………………………………………”
Kızılderililerden öğreneceğimiz çok şey var.
Öğreneceklerimiz bizi daha da insani kılacaktır. Böylelikle kendimize dar
gelmek diye bir sorunumuz olmayacak. Doğaya ölümsüzlüğünü reva görürsek, O`nun
bir parçası olarak, insanlık için de ölümsüzlüğün yolu açılmış olur. Yeşile,
börtü böceğe, kurda kuşa bin kez merhaba!
Amsterdam, 4 Mart 2015
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder