DİL
Yaşım bir hayli ilerledi. Şimdilerde yetmişli yaşlardayım. Söze yaşım başımla ilgili karamsarlık barındıran bir edayla girsem de girizgahıma damdan düşercesine el attığımın ben de farkındayım. Belki, öncelikle adımı mı bilmek isterdiniz, bilemedim. Yeri geldiği zaman elbette bunu da söyleyeceğim, çok uzun sürmeyeceğinden emin olabilirsiniz. Sizi temin ederim. Benim bildiğim genç yaşlı, kadın, erkek, zengin veya fakir olan her insan ömrünün kelebek ömrü misali, neredeyse göz açıp kapayıncaya kadar çarçabuk geçip gittiğidir. Bu yaşlara gelindiği zaman, eğer ortada yeterince değerlendirilemeyen, gerektiğince yaşanmamış her ömrün insana daha çok ağır geldiğidir. Anlık durduramadığımız, hatta bir nebze yavaşlatmayı dahi beceremediğimiz, çokça olan hızıyla akıp giden, başımızı döndüren, ömrümüzün aceleci treni. Oysa kimi istasyonlarda biraz daha uzun kalmak, oturup dostlarla çaylar, kahveler veya bir kadeh rakı içmek, tatlı tatlı sohbetler etmek istemiyor değiliz hepimiz. Zaman denilen zalim, ömrümüze ait olan her şeyi önüne katan yoğunluklu bir sel misali ara vermeksizin sürükleyip gidiyor. Dolayısıyla, her dilde ayrı bir kelime ile adlandırılan, Türkçe dilinde ise bu ve benzeri pek çok kelimede olduğu gibi, hiç zahmete kapılmadan işin kolayına kaçarak Araplardan aşırdığımız “zaman” kavramının önüne geçilmediğini, onun soğuk etli ve durdurulamaz olduğu hepimizin malumu. Kimi zaman yaşadığınız zamanı durdurmak istediğiniz anlar elbette de oluyor. Bildiğiniz gibi çoğunlukla mutlu olduğunuz anlarda bunun en azından biraz daha aheste aheste geçmesini istiyoruz. Yaşadığımız her mutlu an bizlere zamanı bi güzel unutturur. Zor anlar ise zamanı canlılar için felaket haline getirir. Ama bu konuda eliniz kolunuz bağlı olduğu için yapabileceğiniz bir şey yoktur. Hızla geçmesini, özlem duyduğunuza kavuşmak istediğinizde, yani vuslat söz konusu olduğunda da vaktin çabukça geçmesini isteseniz de bu konuda hiçbir kıpırtının olmadığını fark edersiniz. Böylesi beklentilerin her anında kendi kendinize kahrolursunuz.
Oldu olacak yeri gelmişken unutmadan adımı da söyleyeyim artık. Çok önem teşkil ediyormuş gibi söylemekte fazlasıyla nazlandım. Adım Musa. Anadolu’da “zaman” kelimesi konusunda olduğu gibi herhangi bir Arap çölünde doğmadığım halde ebeveynlerim sağ olsunlar, bana da Arapça bir isim bahşetmişler. Anlaşılan kendi dillerinde bir isim bulma uğraşısına girmek yerine, bu konuda da yine işin kolayına kaçılmış ve hâlihazırda bu kadar çok Arapça isim olduğuna göre bunlardan biriyle adlandırılmışım. Arap isimleriyle adlandırılmak bu denli rağbet görünce, diğer dünya olarak da adlandırılan yere ruhlarımızın uçup gitmeleri halinde, kimi zaman cennetin kapılarının kolaylıkla sonuna kadar açılmasında; Arap isimleriyle bir nevi iltimas mı geçiliyor diye düşünmediğim olmuyor değil. Olur ya böylesi bir durumun yaşanması halinde, o zaman değmeyin keyfine, yaşadık demektir. Diğer dünyada yan gelip yatmayı garantilemiş sayılırım. Musa adıyla bu dünyada olmadı, ama hiç değilse o bilinmezliğini büyük sır olarak koruyan mekânda bir elimiz yağda, diğeri de balda olacak. Alacağımız ve sayısı bolca olduğu kuvvetli bir ihtimal dahilinde olan Huriler de işin cabası. Değil iki, altı elinin parmaklarını da geçen çokça hatunla oluşturacağım haremimden gelen çalgı ve çengilerin sesi kulağıma şimdiden gelmeye başladı bile. Vur patlasın çal oynasın. Yaşadık.
Çokça amcanın, kardeşin, kız kardeşin, halanın, teyzenin, dayının, gerekmeyenlerin, çoluk ve çocuğun olduğu büyükçe bir ailede büyüdüm. Doğrusu büyük bir ailede büyümüş olmanın olumlu sayılabilecek herhangi bir getirisi var mıdır bilemiyorum. Benim bildiğim olmadığıdır. Kendi yaşantımdan pay biçecek olursam, çok da cazip bir durum değil. Bilinen o ki, bir şeyden ne kadar çok varsa, değerinin de o kadar az olduğudur. Dolayısıyla; ne kadar çok dayı, amca veya teyze ve gerekmeyenler varsa, onların da ederleri kendi aralarında bölünüyor olduğundan mıdır nedir, değerlerinde de o ölçüde azalım görülüyor, kıymeti harbiyelerinde daha çok düşüşler yaşanıyor. Bu yaşımda edindiğim tecrübelerden, “ne kadar az akraba o kadar az sorun demek,” gibi bir sav ileri sürecek olursam, kanımca yanılmamış olurum. Akrabalık konusunda da kan bağının olduğu kişilere çıkar sağlıyorsan, onlar tarafından akraba olarak görülüyorsun. Daha fazlası değil. Benim naçizane deneyimim bundan ibaret.
Biz iki kardeşiz. Çok şükür kardeşlik konusunda az sayıdayız. Babam akıllı adamdır, sayıyı cüzi tutmuş, sağ olsun. Az sayıda da olsak ilerleyen satırlarda bu kısıtlı azlığın sorunlarının da çok geniş çaplı olduğuna tanıklık edeceksiniz. Her ikimiz de hızla geçen zamanla birlikte belli yaşlara geldik. Yaşlanmanın belirtisi olan saçlar derseniz, onlar da alabildiğine döküldü, kalanlar arasında da tek siyahımsı kalmadı. Çehrelerimizde, çorak topraklarda olduğu gibi üst üste çizikler oluştu, gözlerimizin feri söndü.
Hareketlerimizde eskisine kıyasla gözle görülebilir yavaşlamalar oldu. Elbette bu yaşananlar olması gereken bir doğallığın getirisi. İnsanlar birbirleriyle kardeş olmanın doğallığıyla, bizdeki gibi iki kardeş arasındaki ilişkilerin de kardeşlik kavramına yaraşır bir şekilde olmasını istiyor. Lakin beklenen çoğunlukla olmuyor, bizim gibi toplumlarda genellikle bu güzelliğin çok uzağına düşüyoruz. Kan bağıyla ortak olunan kardeşlerin o nadide yerini, çok daha güzel bir şekilde insana büyük haz veren akrabalığın uzağındaki dostluklardan oluşan arkadaşlıklar alıyor. Kimi dostlukların samimiyeti, güzelliği, özverisi, özünüze verdiği güven çok daha göz kamaştırıcı olabiliyor. Kardeşinizi, amcanızı veya dayınızı, hatta ve hatta kendi anne ve babanızı seçme ihtimaliniz tamamen imkânsız. Ama arkadaşlarınızı kendiniz seçebilme şansına sahip olduğumuz hepimizin malumu. Günlük hayatta herhangi bir arkadaşınızın size ters düşmesi halinde bütün bağlarınızın köküne kibrit suyu döker, köprülerinizi yıkar, yollarınızı ayırırsınız. O dostluk orada biter.
Bir asası dahi olmayan bendeniz Musa’nın da kardeşiyle arasının biraz fazla limoni olduğunu sanıyorum anlamışsınızdır. Bunun böyle olmaması konusunda kendi payıma elimden geleni yaptım. Yıllarca önce köyümden Ankara’ya taşındım, kendi imkanlarımla okudum, iş bulup çalıştım, evlendim ve çoluk çocuğa karıştım. Kardeşim Süleyman ise köyde kaldı. Gördüğünüz gibi rahmetli babam kardeşimin adını da yine hiç zahmetlere girip başka isimleri araştırmadan Arapça bir isimle kardeşimi de geniş bir alanı kaplayan kendi çayırına salmış.
Çocuklarımı okutmak için elimden gelen gayreti gösterdim. Bu konuda bütün imkanlarımı seferber ettim. Mesailere kaldım, daha çok çalıştım, yemedim, içmedim, onların imkanlarını daha geniş kılabilmek için çabalayıp durdum. Tabii çocuklarımın yanı sıra köyde kalan kardeşim Süleyman’ın çocuklarını da benimkilerden ayırmadan aynı şekilde evime aldım ve kendi imkanlarımla onları da okuttum. Sağ olsun eşimin de katkısı ve özverisi en az benim gösterdiğim kadar oldu. Kardeşimin çocuklarını da kendi çocuklarımız olarak gördük. Her ne kadar yeğenlerimi de ayırmaksızın okutsam da kardeşimle aramız yıllarca limoniliğini korudu. Bu hiçbir zaman mandalinaya veya elmaya dönüşmedi. Bunun nedenini de çoğu zaman anlamakta zorlandım. Bütün hayatım boyunca bu limonilik yüreğimin buruklaşmasına neden oldu.
Yeğenlerim de kendi çocuklarımız gibi okullarını bitirip işe girdiler ve kariyer yaptılar. Büyük yeğenim Salih okuyup doktor oldu. Başlarda bana karşı olan saygı ve sevgisinde herhangi bir kusur yoktu. Fakat zamanla ne zamanki kardeşimle bozuşmamızın dozunun biraz daha büyümesiyle o da dişlerini gösterdi. Ona verdiğimiz emekleri, fedakarlığımızı, kendi çocuklarımız olarak görüp onları yıllarca okutmamızı, kariyer sahibi olmalarında bütün özverimizin üzerini, eline aldığı kalınca bir kalemle fütursuzca çizdi.
Aklımdan hiç çıkmaz; yıllarca önce, çok az sayıda kuşun kentli göğümüzde kanat çırptığı sisli ve karlı bir kış günüydü. Ankara’nın adeta insan etini kesen kuru ayazlı soğuğuydu. Sokaklar tamamen buz kaplıydı. Yaşlılar düşüp bir yerlerini kıracakları korkusuyla dışarı adım atmıyorlardı. İnsanlar işlerine gidip gelirken kayıp bir yerlerini kırmamak için büyük çaba harcıyorlardı. Gündüzleri kaymaya çalışan çocukların ise keyiflerine diyecek yoktu. Dört bir ya da bacalardan siyahi dumanlar yükseliyordu. O gün saat akşam on bir sularındaydı. Telefonum çaldı. Gecenin bu saatinde bu karda kışta kim arıyor diye telaşlandım, bu hiç hayra alamet değildi. Telefonda doktor yeğenim Salih’in adını görünce telaşım daha da arttı. Telefonu açtım, fakat telefondaki kişi Salih değildi, onun bir arkadaşıydı. Salih’in bir kavgaya karıştığını, şu anda hastanenin önünde olduklarını, önce Salih’in babası kardeşimi aradıklarını ve çağırdıklarını söyledi. Çok acil durumda oldukları halde, kardeşim Süleyman’ın oğlunun yanına gelmediğini nefes nefese anlattı. Hastaneye verecek parası olmayan, bütün maaşını kumara yatıran yeğenimi de özel hastanenin almadığını ve yardımıma ihtiyacı olduğunu da aynı heyecanla anlatınca, hemen verilen adrese arabayla buzlanmak üzere olan yollarda her türlü dansımızı yapa yapa zor bela gittik.
Salih’i kumar borcundan dolayı alacaklıları çok kötü dövmüşlerdi. Ön taraftaki alt ve üst dişleri kırılmıştı. Ağzı, burnu ve elbiseleri kan içindeydi. Burnu, gözü ve yanaklarında morarmalar vardı. Eşimle geldiğimizi görünce uzandığı yerde doğrulur gibi yaptı. Utandığını sezdim. Salih aslında iyi bir çocuktu. Tek eksiği anne ve baba sevgisi görmemiş olmasıydı. Sevgisizlik söz konusu olmaya görsün bitkilerin solmasına dahi neden olurdu. Biz her ne kadar bu açığın farkındalığını kavrayıp kapatmaya çalıştıysak da gösterdiğimiz yakınlık, ilgi ve alaka öz anne ve babasının sevgisinin yerini almasının doğal olarak biraz uzağında kaldı.
İlgi bekleyen gözlerle bize uzun uzun baktı ve sonrasında bakışlarını yeniden yere indirdi. İçim acıdı, yeğenimin bu zavallı halinden dolayı gözlerimden akan yaşlara engel olamadım. Belli ki çok acı çekiyordu. O olduğu yerde kıvrandıkça yüreğim sızlıyordu. Onu bu hale getirenlerin elleri kırılsın diyeceğim ama aslında bu hale gelmesine kendisi sebep oluyor. Ama yine de elleri kırılsındı bunu yapanlar.
Kırılan dişleri dilinin yarısının kesilmesine neden olmuştu. Yeğenimi hemen hastaneye yatırdık ve gerekli müdahaleyi yapıp öncelikle dilini diktiler. Kırılan dişleri sonradan yapılacaktı. Yaklaşık bir hafta hastanede kaldı. Eşimle birlikte her gün yeğenimin ziyaretine gidip geldik. Taburcu olmasının ardından alıp eve getirdik. Babası ve annesi bir gün bile ziyaretine gelmediler. Telefon da etmediler. Nasıl böylesi bir acımasızla kardeş oluyordum hepten şaşırdım. Kendimden utandım. Bunu anlamak zordu. Bu denli bir acımasızlığı kabullenmek mümkün değildi. Bir hafta evimizde dinlenmesinin ardından evine gitti. Salih bize müteşekkirdi. Benim ve eşim Fahriye’nin ellerini defalarca öpüp bizi mahcup etti. Tezelden sağlığına kavuşsun, bir daha böylesi belalara bulaşmasın diye dilekte bulundum.
Çok geçmeden babası olacak kardeşimle küçük bir anlaşmazlıktan aramız bir hayli bozuldu. Kardeşim her zamanki gibi biri bin yaptı. Her ne kadar onun seviyesine düşmemeye çalıştıysam da bu kez onunla aramızda olan kardeşlik köprüsünü tamamıyla yıkmak zorunda kaldım. O köprüden daha fazla geçiş yapmam doğru olmayacaktı. Köprü oldukça sallantılıydı.
Birkaç hafta sonra telefonum yine uzun uzun çalmaya başladı. Aynı kış mevsimiydi, sis kalkmış, karlar erimiş ve saat yine akşam on bir sularıydı. Telefondaki de yine yeğenim Salih’ti. Yine telaşlandım. Telefonu açar açmaz Salih’in ağza alınmayacak bir tomar küfrü kulaklarımda yankıladı. Babasını savunuyordu. Babasının arkasında olduğunu, onun kimsesiz olmadığını vurguluyor, katmerli küfürlerini art arda sıralıyordu. Neye uğradığımı şaşırmıştım. Terbiyesizliği hat saflardaydı. Haliyle bu hatsız, terbiyesiz davranışını umut vaat etmesi gereken gençliğine, edindiği kariyere ve bizim vermeye çalıştığımız aile terbiyesine çok ters düşüyordu. Onun ağzından çıkan her kötü sözle ben böylesi bir iğrençliğin amcası olmaktan utanıyor ve yerin dibine giriyordum. Ona sakin olmasını ve beni bir dakikalığına da olsa dinlemesini söyledim. Kendisini zorlanarak ikna edebildim.
Kendimi toparladım, onunla aynı seviyeye düşmemeye gayret ettim. Dilimden dökülen cümleler aynen şöyleydi;
“Salih yeğenim, haklısın. Vallahi de billahi de yerden göğe kadar sen haklısın. Senin o küfürlerini ben yerli yerince hak ediyorum. Bir amcaya karşı alınmayacak bütün küfürlerini hak ediyorum. Çünkü ben seni kendi çocuklarımdan ayırmadan büyüttüm, okuttum adam olmanı sağladım. Ama görüyorum ki adam olmamışsın. Hepsini geçiyorum, benim yandığım ve bana koyan tek şey; benim diktirdiğim dille bana küfür etmiş olmandır. Diyecek bir şey bulamıyorum. Benim senin gibi bir yeğenim yok artık. Sen kendi yoluna, ben kendi yoluma. Yine de yolun açık olsun.” Bunları söyleyip telefonu yüzüne kapadım. Sanıyorum eteğinde bolca bulunan o okkalı küfür taşlarından başkalarını da arlanmadan sarfetmek istemiş olacak ki, tekrar tekrar arasa da telefonu açmadım. Sabah uyandığımda gözlerim uykusuzluktan mosmor olmuşlardı. Bakımlarını elimden geldiğince optimal düzeyde yapmaya çalıştığım halde, içimde sararıp solan çok şey vardı. Bütün istemime karşın bunun önüne geçemiyordum.
Düş aldıktan sonra, eşimle hazırladığımız kahvaltımızı yaptık. Anne ve babalarıyla birlikte torunlarım kahvaltı sonrası ziyaretimize geldiler. Onlarla kucaklaşmamızla birlikte olup biteni o an unutuverdim. Dünya dönüyor ve hayat devam ediyordu. Yüreğimde zorlamalarla gün doğdu. Oysa Cemal Süreya’nın da söylediği gibi;
“Hayat kısa ve kuşlar uçuyor’du.” Güne acemice başladım yeniden. İncinmelerinden ödümün koptuğu narin nar dallarım, torunlarım Pelşin ve Rüşen’le evimizin balkonunda gri göğümüze yeniden sökün edip uçuşan kuşları seyre daldık. Kuşlar havada dans edip birbirlerine kur yapıyorlardı. Onlar gökyüzünde biz de balkonumuzda mutluyduk. Unutmak ise insanların en büyük yeteneklerinden biriydi. Unuttum.
Kudelstaart, 14 Kasım 2024