AL BAŞA BİTLİS SİNEMASI
Tek mal varlığı, üstü kıvrımlı ağaç dalları ve yaprakları ile süslü gümüş tabakasıydı. Öyle “Acem elinden” armağan olmadığı gibi, zaten Acem ellerinde tanıdığı da yoktu. “Kirmanşah dokuması al kuşağa ve tespihe” de sahip değildi. Varı yoğu gümüş tabakasıydı. “Sonra oracıkta kimselerin tüfek çatıp, koynunu usul usul yoklayacak” öneme haiz birisi de değildi. Fakat gündüzleri çok önemli bir şahsiyet olmasa da, yaz akşamları güneş elini eteğini çekip, gün ağır kurşuni griliğe büründüğü zaman, O’nun şahsiyetinin önem çıtası da yükselmiyor değildi. Kırçıl pos bıyıkları, haşmetli burnu ve insanda acıma duygusunu ilk bakışta tetikleyen çökük avurtları ile Mahmut Dayı, Bitlis’in tek açıkhava sinemasında makinistlik yapıyordu. Adilcevaz ilçesine bağlı otuz beş haneli Mollafadıl Köyü’nde elli beş yıl önce dünyaya geldi. Babası ve annesi hayli yoksuldu. Mahmut'un doğumu ile ailenin nüfusu yediye ulaşmış, var olan dar boğaza, bir can daha eklenmişti. Bütün hayatı boyunca yoksulluğu hep ensesinde hissetti. Askerliğini yaptığı Ankara Polatlı’da sinemaya olan ilgisinden dolayı, askeriyedeki sinemanın makinisti ile en kısa zamanda dost olup, makinistliği öğrenmeye çalıştı. Bu mesleğini, askerlik sonrası sivil yaşamında, uzun süren yaz mevsimlerinde icra ediyor, kışları ise çalışmıyor, biriktirdikleri ile yaşamını idame ediyordu. Artık kimi kimsesi yoktu. Anne ve babası çoktan ölmüşlerdi. Olsaydı O’nu da bir yavuklusu, “O’nun al yanağını elbette paylaşmaktan” yana değilse de, gümüş tabakasındaki bütün tütününü, önüne gelen herkese dağıtmaya hazırdı.
Uzaktan uzağa çok aşık oldu. O da bütün yüreği ile sevmesini en iyi şekilde bildi. Fakat ya hiç açılamadı, ya da kabul görmedi. Dilediği gibi olsaydı; O’nun da “Karadutu, çatalkarası, çingenesi, nar tanesi, nur tanesi, bir tanesi” olacaktı. Bunun ile kalmayıp, “ağaç ise dalı, petek ise balı, günahı ve vebalısı” olacaktı. Lakin olmadı. Hep bir başına, tek tabanca kala kaldı. Belki de, “dili mercan, dizi mercan, dişi mercanı” olurdu. Elbette “yoluna canını koymaktan” tereddüt duymayacaktı. Ama kimsesi yoktu. O nedenle, “yüz yıl olmuştu yüzünü görmeyeli, belini sarmayalı, gözünün içinde durmayalı, aklının aydınlığına sorular sormayalı, dokunmayalı sıcaklığına karnının.” Acep, “Yüz yıldır bekliyor muydu kendisini, bir şehirde bir kadın?” Bunun böyle olduğunu hiç sanmıyordu!
Kareli gri ceketinin sağ cebinde, devamlı elini üzerine koyarak sakladığı tabakasını çıkardı. Kapağı yavaşça açıp, zeybeklerin “kız saçı” dediği, “her damardan su içmeyen, yerini beğenmeyen mağrurlukta, üşüyen, naz eden, darılan” altın sarısı Bitlis tütününden alıp, sol elinin işaret ve baş parmağının arasına yerleştirdiği, incecik sigara kağıdına özenle yatırdı. Tütünden sararan ince uzun hünerli parmakları ile pirinç kağıdı bir ileri bir geri hareket ile yuvarlayıp, dilinin ucu ile hafiften ıslatıp, yapıştırdı. Benzini bitmek üzere olan muhtar çakmağını ateşleyip, sigarasını yaktı. Etrafa hoş bir tütün kokusu yoğun bir duman bulutu dahilinde yayıldı. “Bütün hasretlerin kahrına ve zehrine çaresiz kalmaların, ilk nefesi Hızır gibi yetişti.” Bu kez “Cibali’de değil de, Bitlis’te sarılan cıgaranın.” Derin bir nefes ile bulutlar halinde dumanı ciğerlerinin diplerine doğru çekti. Gün kararmak üzereydi. Sinemanın makine odasına çıktı, film makaraları arasında zik zak yaparak yürüdü. Bu işi hemen hemen bütün çevre illerde ve kasabalarda yaptı. Son beş yıldır Bitlis’teydi. Akşam için yeni bir film gelmişti. Şehri sokak sokak dolaşıp, filmin reklamını yapmışlardı. Biletlerin hepsi satılmış, ayakta, aralarda seyretmek isteyenlere yarı fiyatına da bir hayli satış yapılmıştı. Bitlis Simeması’nın sahibi aslen köylüsüydü. Kendisinden yaklaşık yirmi beş yıl daha gençti. Çalışkan, tutuğunu koparan bir gençti. Mahmut Dayı patronunu çok seviyordu. Baran da, O’na saygısında kusur etmiyordu. Çalışmaları büyük bir dayanışma içinde geçiyordu. Her yeni filmin ilk günü hayli zor geçiyordu. İki saatlik film, bazı durumlarda dört beş saat kadar sürdüğü oluyordu. Dolayısı ile yorucu ve sinir bozucu bir gün olacaktı ve buna kendisini hazırlaması gerekiyordu. Film bobinini alıp, az sonra başlatmak için başa sardı. Daha sonra gelecek haftalarda gösterime girecek olan filmlerin reklamı için, diğer film bobinlerini hazırladı. Bıyıklarını çekiştirip sandalyesine oturup, Baran’ın hadi başla komutunu beklemeye koyuldu. Doğru dürüst bir şey de yememişti. Yine akşam yemeğini peynirli bir sandviç ve ayran ile geçiştirmişti.
Baran hızla makine dairesine çıkıp, kapıyı tıklattı.
“De hadi Mahmut dayı, başla ya Allah, ya bismillah! Sinema tıklım tıklım. Herkes seni bekliyor. Bir isteğin var mı?”
“Yok sağ olasın Baran yeğen. Filmi hemen başlatıyorum.”
Komutun ardından, dönen film şeritlerine yansıyan ışıklar, sıvaları yer yer dökülmüş olan Bitlis Açıkhava Sinemasının perdesine hareket eden görüntüler halinde yansıdı. İnsan sessizliğini, tüketimi götürü usulu tüketilmek üzere çitlenen çekirdeklerin çıtırtı sesleri bozuyordu. Seyircilerin yüreğini büyük bir heyecan, habersizce gelip, kaplamıştı. Film kareleri hızla dönüp, var olan heyecana yenisini katarken, Mahmut dayının çalışma odasının kapısı yeniden hızla çalındı. Filmin başlamasından yarım saat gibi bir zaman geçmişti ki, Baran sinemanın kapısından karakol komutanını ve eşini buyur etti. Ceketinin önünü ilikleyip, gelenlere yol gösterirken, en ön sırada gizlice buluştuğu sevgilisinin elini tutan Süleyman’ı kalkın oradan deyip, misafirleri oturttu. Bu arada teşrifatçı ile Mahmut dayıya haber saldı. Teşrifatçı kapıyı çalarken bir yandan da bağırıyordu.
“Mahmut dayı… Baran Abe karakol komutanı geldi. Filmi başa al diyor.” Mahmut bunun başına geleceğini biliyordu. Mırıldanarak filmi başa aldı ve yeniden başlattı.
Yirmi dakika sonra Baran bu kez de, emniyet müdürünü karşılamak üzere az önce iliklediği ceketini bir kez daha aynı işlemi yapmak üzere, parmaklarını düğmeler ile buluşturdu. Emniyet müdürünü ve eşini de önden eğilerek buyur edip, bu zoraki konuklarını da götürüp, karakol komutanının yanına oturturken, iki seyirci daha yerinden oldu. Mahmut dayının kapısı yeniden çalınırken, kulakları teşrifatçının bağırması ile çınlıyordu.
“Mahmut dayı... Emniyet müdürü geldi. Al başa...”
Başa alınan filmin aynı kareleri üçüncü kez izlenmek üzere döndü. Çok geçmeden yetkili birilerinin daha teşrif etmeleri beklenirken, Baran elleri her an ceketinin düğmelerine gidecek şekilde bekliyordu. Açılan kapıdan bu kez de belediye başkanı, eşi ve genç kızı süzülerek içeri girdiler. Baran belediye başkanını da aynı ev sahibi olarak saygıda kusur etmedi. Belediye başkanı ve ailesi, emniyet müdürünün yanına oturtulurken, be kez de ön sırada başkaları yerlerinden oldu.
Mahmut dayı çıldırmak üzereydi. Filmi yeniden başlatırken, başını ellerinin arasına alıp, yumruklarını sıkadururken, Baran Vali, ailesi ve korumalarını eğilip, bükülerek Bitlis Açıkhava Sinemasına buyur ediyordu.
“Mahmut dayı..... Al başa... Vali geldiiii...”
Mahmut dayı filmi başa alırken, Mahmut dayı makine odasında bir başına, yapa yanlızdı. Kafasından da çeşitli düşünceler, arda arda dönen film kareleri gibi geçiyordu.
“Bu ülke yedi yüz seksen beş bin kilometre karelik bir Bitlis açıkhava sineması mıydı? Bu insanlar, bu topraklar; barışa, kardeşliğe ve insanca bir yaşama ne kadar da susamış haldeydi. İnsanca bir çözüm ne zaman gelecekti? Bu kadar zor mu? Ne olacaktı kendisinin de içinde yer aldığı bölge insanının hali? İnsan beynini kemiren bu belirsizlik durmalıydı. Bunun bir yolu yordamı olmalıydı. Hani nerede kaldı çeşit çeşit, renk renk açılımlar. Nerede kaldı ateş kesler? Bitlis Sineması gibi bir ülke.”
“Mahmut dayı... Komutan geldi. Al başa... Bitlis Sineması!”
Amsterdam, 22 Eylül 2011