MARATON
Her insan, insanlığın var olduğu günden günümüze değin, ebeveynleri
tarafından organize edilen, startın baba tarafından verildiği, kısa parkurlu
bir maratona, milyonlarca türdeşi-kardeşi olan spermle, spermler arası amansız bir
koşturmacaya katılıp, büyük bir efor harcayıp, diğerlerini geride bıraktıktan sonra, o
yumuşak, saf ipek kumaşlardan yapılan hayat ipini göğüsleyip, yaşama ilk
adımlarını attı. Kaçınmasız her insanın
katıldığı bu maraton esnasında, organizatör eşler, bir birlerinin paha biçilmez tenlerine öpücükler
kondurup, karşılıklı
koklaşırlarken, gökyüzünden yıldızları toplayıp, cömertlikle her türlü vaatte bulunarak, en güzel sözcüklerle aşklarını, sevgilerini
fısıldarlar.
Yaşama atılan ilk adım, çok
sevilen ölümsüz bir şairimizin, yine çok sevilen bir şiirinde yer aldığı gibi
de olabiliyor.
"İğneli şiir
Anam babama aşık olmuş,
Babam da anama..
Gezelim bu çarşamba demiş babam.
Sur-dişli anam, öyle şık bir fistanı yok,
Ablasının nişanlığını istemiş ödünç,
Teyzem daha toplu, oturmamış üstüne entari,
Teyelle, iğneyle ayarlamışlar üstüne
Anamın..
Babam, kavilleri üzre, gelip topkapı dışındaki evlerine,
Anamı alıp, kaç bir tramvaylan aktarma,
Bebeğe götürmüş o Afrodit 'i
Bebek sırtlarına çıkmışlar..
Babam oturtmuş anamı çayıra,
Denizi göstermiş,
İyi şeylerden söz etmişler,
Derken öpecek olmuş anamı,
Anam çoktan razı..
Babam el atınca orasına, burasına,
Fistandaki iğneler batmaz mı eline!
Ay! demiş bağırmış babam..
O gün, o çayırda, o an
Düştüğüm için ben anamın imgelemine,
Yaşamda da, şiirde de
Böyle iğneli konuşmaklığım..Can Yücel"
Hayata atılan bu ilk
adımların ardından, nerelerde, hangi mekanda, dünyanın hangi noktasında, hangi
inançların, gelenek-göreneklerin, dilin, kültürün ve ruhi şekillenmenin hakim
olduğu topraklarda emekledik, düştük-kalktık, yeryüzünü adımladık. Hangi
diyarlarda, sokaklarda, caddeler ve bulvarlarda dolaştık. Hangi "kuçeleri",
patikaları, köy yollarını dolaştık.
Hangi köylerde,
kasabalarda, şehirlerde ve ülkelerde bulunduk, havasını teneffüs ettik,
deklanşöre basıp, eşsiz enstantaneler yakaladık.
Kaç bisiklet eskittik,
kaç misket kazandık-kaybettik. Kaç tane balonumuz elimizden uçtu, kaç
uçurtmamızı vurup, düşürdüler. Rüyalarımızda kaç kez Heidi ve Peter ile Alp
dağlarında çiçek toplayıp, gezdik. Koşa koşa kendi dedemizmiş gibi,
Heidi'nin büyükbabasının kollarına koştuk.
İlk sözcüğümüz belki de
baba-anne oldu. Gün geldi, abi-abla, amca-hala, dayı-teyze, baba-anne diye
bizlere de seslenilirken, dede-nine de denilir olduk.
Hangi insanlarla
tanıştık, arkadaş, dost, yaren, yoldaş olduk, oturduk-kalktık.
Ekmeğimizi-soframızı paylaştık, ekmeklerini-sofralarını paylaştık.
Kimlerle ağız dolusu
güldük, göz yaşlarımız birbirine karıştı. Kimleri özledik, arzuladık, kulağına
güzel sözcükler fısıldadık, yüreğimizi açtık, birlikte bulutlarda gezindik,
sevdik, seviştik.
Kimlere bağırdık,
çağırdık, kavga ettik, barıştık, darıldık, küsüp gönül koyverdik, yüreğimizi
parçaladı, yüreğini parçaladık.
Kimler ardımızdan
küfretti, fütürsüzce has siktir çekti, hak etmediğimiz övgülerde bulundu,
bizleri yükseklere çıkartıp, başımızı göklere erdirdi.
Hangi tatlı rüzgarlara
gülümsedik, ıslık çaldık, yıldızlardan hangisine sığınıp, göz yaşlarımızı
inciler gibi akıttık, mazlumun yanında yer alabildik. Sıra bize gelmeden,
sesimizi çıkardık.
Kaç kez elimizi boyamak
için ayaklarımızın ucunda yükselip, gökkuşağına elimizi uzattık, zaptı uzak
olmayan "güneşi zapt ettik", çiçeklerin, börtü-böceğin, çayır-çimenin
ve toprak kokusunu ciğerlerimize çektik, ceplerimizi yağmurlarla doldurduk.
Kaç kez kollarımızı
açıp, baharı bir sevgili gibi karşıladık, kuş cıvıltılarına, art arda patlayan narin
çiçek tomurcuklarına kulak verdik, doğanın filizlenmesine mest olup, tanıklık
ettik.
İnsanlara yardımcı
olabildik mi, düşkünlerin elinden tutabildik mi, yavrusunu yitiren annenin
acısına ortak olabildik mi, kanadı kırılan serçeye ağlayabildik mi.
Kaç kitap okuduk, kaç
şiir yazdık, neler yazıp-çizdik, hangi türküler, melodiler, senfonilerle
kulaklarımızdaki pası giderip, ruhumuzun ihtiyaç duyduğu gıdayı aldık.
Kaç kez annemizi
kokladık, babamızın ellerini öptük, dedemizin yumuşak elinden tutup, parklara-bahçeler
gittik.
Hangi ağaca salıncak
kurup, ayaklarımızı gökyüzüne değdirdik. Bir süre sonrasında aynı ağaca kaç
tane oklu kalp çizip, yüreğimizde saklı olanın büyülü adını kazıdık.
Büyük şair Nazım' ın da
dile getirdiği gibi, belki üç yüz kilometre giderken yarimizin dudaklarından
öpmenin ne denli güzel olduğunu tadamadık ama, söz konusu onurlu taraf olunca;
ne denli olunması gereken tarafta, "bizim tarafta" olduk ve
"yeni bir alem için dövüştük", tırnaklarımızı dişlerimize geçirip,
mücadele ettik.
Demem o ki ne kadar
güzelliği ve istenmeyen çirkinliği ömrümüze, hayatımıza sığdırdık. Bunlar
saymakla bitmez. Ne mutlu, güzellikleri çoğunluk kılanlara. Ne mutlu ömür
yumakları olabildiğince az kör düğümle dolu olanlara ve insanlıktan, barıştan,
kardeşlikten eşitlikten, adaletten ve demokrasiden yana adım atanlara.
Ve bir kez daha
gözlerimizi Can Yücel'in aşağıdaki şiirine odaklayalım ve noktayı koyalım mı?
"Tersten Yaşamak
Yaşamın en tatsız tarafı
sona eriş şeklidir...
Şüphesiz ki yaşamı
tersten yaşamak daha güzel, hatta mükemmel olurdu.
Nasıl mı?
Cami'de uyanıyorsunuz.
Bir tahta sandık
içerisinde, herkes karşınızda saf durmuş, iyiliğinize dua
ediyor ve tüm haklar
helal edilmiş vaziyette tabuttan doğruluyorsunuz,
yaşlı, olgun, ve
ağırbaşlı olarak.
Herkes etrafınızda,
büyük bir itibar, iltifatlar, çocuklar torunlar hepsi
hazır.
Arabanıza kurulup
evinize gidiyorsunuz.
Doğar doğmaz devlet size
maaş bağlıyor, aylık veya üç ayda bir maaşınızı
alıyorsunuz.
Ne güzel, hazır maaş,
hazır ev...
Altmışlı yaşlara kadar
garanti, huzur içinde yaşıyorsunuz.
Sağlığınız gittikçe
düzeliyor, kaslar güçleniyor, kuvvetleniyorsunuz.
Bir gün çalışmak
istiyorsunuz ve işe ilk başladığınız gün size hoş geldin
hediyesi olarak bir
plaket ve altın kol saati veriyor patronunuz.. ve
genel müdürlük veya
bunun gibi yüksek bir makamdan tecrübeli bir insan
olarak ise
başlıyorsunuz.
Herkes karsınızda el
pençe divan...
Vücudunuzda da bazı hoşa
giden hareketler de başlıyor.
Gittikçe zayıflıyor
forma giriyorsunuz.
Diğer hormonal
aktiviteler artıyor, fevkalade.....aman ne güzel günler
başlıyor... derken bir
gün patron size artık üniversiteye gitsen daha iyi
olur diyor.
Bu arada babanız ortaya
çıkmış, 'fazla çalıştın' diyor 'artık eve dön, işi
bırak, okumaya basla,
harçlığın benden olsun...'
Keyfe bakar mısınız?
Okuduğunuz dersler
gittikçe kolaylaşıyor. Ekmek elden, su gölden bir dönem
başlıyor.
Partiler, diskotekler,
kızların sayısı artıyor.
Derken anne ve babanız
sizi götürüp getirmeye başlıyor, araba kullanma
derdi de yok artık....
Günün birinde sizi
okuldan da alıyorlar, 'evde otur, keyfine bak,
oyuncaklarınla oyna'
diyorlar.
Mamanız ağzınıza
veriliyor, zaman zaman altınızı bile temizliyorlar, hatta
bu durum alışkanlık
yaratıyor ve hiç tuvalet kullanmamaya başlıyorsunuz.
Derken anneniz bir gün
size süt verme kararını alıyor ve başka bir keyifli
dönem başlıyor.
Mama artık her yerde,
her an ve en taze şeklinde hazır.
Bir gün karanlık ılık ve
sıcak bir ortama giriyorsunuz. Beslenmek için
ağzınızı açmaya dahi
gerek yok, bir kordondan besleniyor, sıcacık,
yumuşacık, gürültü ve
patırtısız bir ortamda yaşıyorsunuz.
Küçülüyor, küçülüyor,
ufacık bir hücre halini alıyorsunuz.
Veeeeee....
En güzeli deeee......
Günün birinde müthiş
keyifli bir geceyle hayatınız bitiyor..."
Amsterdam,
18 mart 2014