11 Mayıs 2024 Cumartesi

KORKU

 


 

 

KORKU

 

“Elimde değil Olric!

Ne efendimiz?

Elleri Olric elleri…”  Oğuz Atay - Tutunamayanlar

 

Fırtınalı bir denizin dalgalarını andıran kumral saçları, kar beyazı kuştüyü yastığa serpilmiş halde yatağında uyuyan Asuman için kuşların cıvıltılarla bakir sabahı selamladığı bu güzel bahar günü, yoğun geçecek bir gündü. Kuşlar yaprakların ardında gizlendikleri ağaç dallarında yek ağızdan cıvıltılar halinde şarkı söylese de kısmen yansıyan güneş ışınları günün serinliğini daha tamamıyla bertaraf etmemişti.

Asuman’ın erkenden kalkıp İstanbul’a gitmek üzere çarçabuk yola koyulması gerekiyordu. Bilinç altındaki bu telaşla apansız uyandı. Yatağında sağa sola doğru gerindi. Dalgalı saçları bir şelale olup omuzlarından aşağı düştü. Gardırop kapısındaki boy aynasının önünde dikildi, saçı başı alabildiğine dağınıktı. Öyle de olsa, her zamanki kusursuz güzelliğine diyecek yoktu. Özüyle barışık bir insandı ve her halinden de memnundu. Çocukluğundan itibaren edindiği özgüvenle gardırobun kapısını usulca açtı, duş sonrası giymek amacıyla karar kıldığı, üzerinde minik kır çiçeklerinin olduğu gök mavisi uzun elbisesini çıkardı. Her zaman özenli giyiniyor olsa da bugün gideceği yerde daha farklı görünmesi gerekiyordu. Görüşeceği iş insanları üzerinde iyi bir intiba bırakmalıydı. Bu etki geleceği ve kariyeri için çok önemliydi. Ayrıca bu ülkede “ye kürküm ye” olayı her daim oldukça revaçtaydı. Niteliğe hiç bakılmaksızın nicelik çok daha fazla önem kazanıyordu. Yine de her koşulda çok önemsediği bu işe mutlaka alınmak istiyordu.

Bütün bu düşüncelerine bir lahza ara verip, banyoya koşturdu. Yaklaşık üç saat sonra uçağı kalkıyordu. On dakikaya kadar evinden çıkması halinde zamanında havaalanında olurdu. Büyük şehirlerin trafik denilen hengamenin insanları çileden çıkaran yoğunluğu her zaman sorun teşkil ettiğinden, risk almayı göze alamazdı. Biraz daha oyalanması durumunda uçağa geç kalma ihtimali büyüktü. Zaten sürekli var olan uçak korkusundan bütün gece uyuyamamıştı. O nedenle sakinleştirici haplarını cebine koydu. Çok fayda etmeseler de onları unutmamalıydı. Az da olsa kendisine güç verdiğini hissediyordu.

Şipşirin, küçükçe bir bahçesi olan iki katlı evi İzmir Adnan Menderes Havalimanı’na çok da uzak değildi. Tekerlekli kırmızı valizini akşamdan hazırlamış, çıkış kapısının yanına koymuştu. Evin içinde hazırlanmak için telaşla dolanırken, pencerenin camına tıkırtılar halinde vuran yağmur damlalarından havanın yağışlı olduğunu anladı. Yağmur yağması çok da önemli değildi. Tezelden taksi bulursa sorun olmayacaktı.

Ege’nin incisi İzmir’in başka bir semtinde oturmakta olan genç iş adamlarından Sunay da aynı uçağa binmek üzere birlikte yaşadığı, sabah namazına kalkan pamuk saçlı annesi Zehra Hanım tarafından usulca yanağına kondurulan şefkat öpücükleriyle uyandırıldı. Oğlu için önemli bir gün olduğunu biliyordu. Anne oğul bir sitede yer alan üç oda ve salondan oluşan bir dairede birlikte kalıyorlardı. Zehra Hanım otuzuna merdiven dayayan oğlunun üzerine beş yaşında bir çocukmuş gibi titriyordu. Ne kadar büyürse büyüsün oğlu onun gözünde hep küçük bir çocuktu ve görünen o ki, öyle de kalacaktı.  

Sunay akşamdan giyeceği takım elbisesini, kravatını ve gömleğini hazırlamıştı. Annesi bütün giyeceklerini jilet gibi ütülemişti. Giydiklerini ne zaman böylesine tertemiz, ütülü görse hemen annesine döner, ona teşekkür eder ve pamuk yanaklarından usulca öpücükler alırdı. Bu defa da aynısını yaptı. O esnada iki derin gamzeyle birlikte annesinin yüzünde beliren gülümsemeye bayılıyordu. Sunay’a göre hiç kimse annesi kadar tatlı gülümseyemezdi. Buna Mona Lisa da dahildi.

Asuman ve Sunay aynı anda birer taksiyle ülke hükümetlerinin önce boynuna yağlı urgan geçirip astıkları, yıllar sonra da adını verdikleri başbakanlarının adıyla anılan Adnan Menderes Havaalanı’na geldiler. Havaalanı hayli kalabalıktı. Dünyanın ve ülkenin dört bir yanına gitmek isteyen yolcular telaş içindeydiler. Ellerinde valizlerle karıncalar misali hareket halindeydiler.

Havaalanına birkaç dakika arayla önce Asuman geldi. Valizini iliklerine kadar yaşadığı uçak korkusu içinde check-in kontuarına doğru çekiştiriyor, bir yandan da titremeyle birlikte duyduğu korkusunu yenmeye çalışıyordu. Ama bu korkuyu bastırması mümkün görünmüyordu.

Sunay ve Asuman’ın girdikleri check-in sırasında aralarında beş yolcu vardı. Sunay’ın gözleri bir anda Asuman’a ilişti. Dalgalı kumral saçları öylesine dikkatleri cezbediyordu ki, bu manyetik çekimden Sunay da kurtulamadı. Onun sırada beklediği sırada yaşadığı korku gözlerinden kaçmadı. Daha önce böylesi korkulara birkaç kez tanıklık ettiğinden yaşanan bu berbat duyguya aşinaydı. Hemen önünde olsaydı, belki kendisiyle konuşur, korkusunun yersiz olduğunu söyler ona destek olmaya çalışırdı. Ama beş yolcuyu ve aradaki onca valizi aşıp ona ulaşmak biraz abes olurdu. Bu isteğinden vazgeçti. Yaklaşık on beş dakika sıra bekledikten sonra her ikisi de valizlerini verdiler. Ve ayrı ayrı uçağa binmek üzere havaalanının içinde kayboldular. Uçağa yine önce Asuman gelmişti. Koltuğu uçağın orta sıralarında bir yerdeydi. Yer hostesinden kendisine cam kenarı bir yer vermesini rica etmişti. Cam kenarındaki koltuğuna geçip oturdu. Çok geçmeden Sunay da kapıda bekleyen hosteslere iyi günler diledikten sonra uçağın içine doğru valizlerini yukarıdaki raflara yerleştirmeye çalışan yolcuları tek tek aşıp ortalara doğru geldi. Gözleri güzelliğiyle dikkatini çeken Asuman’ı aradı. Tam yerine oturmak isterken tesadüfen Asuman ile koltuklarının yan yana olduğunu gördü. Bu inanılmaz bir tesadüftü. Asuman olayın farkında değildi. Yanında yakışıklı genç bir adamın oturduğunu gördü, hafif ve tatlı bir gülümsemeyle Sunay’ın selamına korkudan kabuğuna çekilmiş bir halde cevap verdi. Sunay usulca Asuman’ın yanına oturdu.

Çok geçmeden uçağın motorları çalıştı. Kaptan pilot İzmir Adnan Menderes Havaalanı’ndan İstanbul Sabiha Gökçen Havaalanı’na olan uçuşlarının hava koşullarının uygun olması halinde yaklaşık elli dakika süreceğini söyleyip iyi yolculuklar dileğinde bulundu. Ardından da uçuş hostesleri emniyet tedbirleri dahilinde rutin açıklamalarını bizzat yarı uygulamalı yaptılar.

Asuman uçağın pistte harekete geçmesiyle daha çok titremeye başladı. Camdan dışarı bakmak da korkusunu dindirmedi. Başı dönmeye başladığı gibi, korkudan yüreği neredeyse göğsünü yarıp çıkacaktı. Bir anda yanında oturan Sunay’ın ellerine sıkıca sarıldı. Ama kendisi bunun farkında değildi. Farkında olsa utancından ölürdü. Sunay’ın ellerini öylesine sıkıyordu ki, adamcağızın yine de gıkı çıkmıyordu. O da bir o kadar şaşırdı ama, Asuman’ın bunu neden yaptığını hemen anladı. Yaptığının ayırımında olmasa da ellerini sıkıca tutan kadın oldukça güzeldi. Ellerini çekmeden Asuman ile göz göze gelip onu teselli etmeye çalıştı. Asuman biraz olsun kendisine geldiğinde ise yardımı olacaksa ellerini tutmasında bir mahsur olmadığını tekrar tekrar söyledi.

Elele kaptan pilotun anons ettiği uçuş süresi çabukça geçti. Şimdi de kendi halkını savaş uçağıyla bombalayan kadın bir pilotun adının verildiği Sabiha Gökçen Havaalanı’na inmek üzereydiler. Uçağın inişe geçmesiyle Asuman’ın korkusu daha da arttı. Dolayısıyla Sunay’ın ellerini daha çok acıtarak tutmaya devam etti. Uçak piste indiği zaman ellerini Sunay’ın ellerinde bulan Asuman utancından ve mahcubiyetinden ne yapacağını şaşırdı. Sunay kendisini anladığını ve bunun hiç önemli olmadığını, bizzat yardımcı olabildiyse kendisini mutlu hissedeceğini söyleyip durdu.

Her ikisinin sadece kabin valizi olduğu için beklemelerine gerek yoktu. Sunay Asuman’a döndü.

“Merhaba, benim adım Sunay.”

“Benim adım da Asuman. Çok memnun oldum. Tekrar çok teşekkür ederim. Her defasında uçak korkusundan ne yapacağımı şaşırıyorum. Kendimi kaybediyorum. Aklım başıma geldiğinde ellerimle hiç tanımadığım bir adamın ellerini sıkıca tutuyordum. İstemeden size büyük rahatsızlık verdim. Utancımdan ne diyeceğimi bilmiyorum, yere girsem yeridir. Ne olur kusuruma bakmayın lütfen. Hiç kendimde değildim.”

“Yok… Yok öyle bir şey, dedim ya korkunun giderilmesinde biraz olsun yardımcı olabildiysem kendimi mutlu hissedeceğim. İstanbul’da nereye gideceksiniz? Ben havaalanında araba kiralamıştım. Onu aldıktan sonra isterseniz sizi istediğiniz yere götürebilirim.”

“Ben karşıya, yani Avrupa yakasına geçeceğim. Yarın orada bir iş görüşmem var. Ama önce otele gitmem gerekiyor.”

“Benim de aynı şekilde yarın bir iş görüşmem var. Teklifim hala geçerli. İsterseniz birlikte karşıya geçeriz. Hem bana da İstanbul’da arkadaşlık etmiş olursunuz.”

Asuman bu konuda biraz bocalasa da daha yeni tanışmış olduğu bu yakışıklı genç adama karşı hem mahcuptu hem de onu kırmak istemedi. Sunay’ın cazip teklifini kabul etti.

Sunay işlemleri hallettikten sonra havaalanından kiraladığı arabayı aldı. Birlikte arabaya bindiler ve Avrupa yakasına geçmek üzere yola çıktılar. Çok geçmeden binlerce Alevi vatandaşını katleden padişahın adının verildiği Yavuz Sultan Selim Köprüsünü geçip Avrupa yakasına geldiler. Yol boyu aralarında koyu bir sohbete girmişlerdi. Böylelikle birbirlerini daha iyi tanıma fırsatı da bulmuş oldular.

Sunay arabayı İstanbul’a her gelişinde gittiği restoranın önüne çekip durdu. Arabadan inip, diğer tarafa geçip Asuman’ın kapısını açtı. Asuman şaşkınlık içindeydi. Aslında gidişattan memnundu. Bu hoşnutluk yüzüne de vuruyordu.

“Asuman Hanım, sanıyorum siz de en az benim kadar acıkmışsınızdır. Burası güzel bir restoran, isterseniz önce bir şeyler yiyelim.”

“Tabii. Olur. Doğrusu acıkmadım desem yalan olur. Çok teşekkür ederim.”

Sunay yemek esnasında en uygun ani kollayıp önce Asuman’ın elini tuttu. Karşı taraftan herhangi bir memnuniyetsizlik gözlenmedi. Uzun uzun birbirlerinin gözlerinin derinliklerinde durmaktan kendilerini alıkoyamadılar. Ve iştahla yenilen yemeğin ardından, başlarını döndüren hızda geçen zaman, bu birlikteliğin olgunlaşmasını, karşılıklı yaşadıkları derin ve incelikli bir sevgiyle sağladı. Birbirlerini tanıdıkça güzelliklerle dolup taşan yürekleri birbirlerine karşı hep çırpıntılı, elleri her daim uçak korkusu varmış gibi elele ve gözleri göz göze kalakaldı. Aynı zamanda Oğuz Atay’ın “Tutunamayanlar” adlı eserindeki karakteri “Olric” de musmutluydu. Hiç ilgilenmediği ellerle ilgili soruları ona yöneltenler yoktu. Yaşanan büyük bir aşktı. Uçak korkusundan dolayı sıkıca buluşan ellerin ait oldukları iki insanın, birbirinden güzel bir kızları ve bir de oğulları oldu. Soğuk ve aynı zamanda ürperti veren korku duygusunun bu denli sıcak güzelliklere vesile olması inanılır gibi değildi. Onlar muratlarına erdi, siz okuyucular kerevetine çıkın. Mutlu sonlanan ol güzel hikâyet buraya kadardı. Kalın sağlıcakla!

“Hayat kısa, kuşlar uçuyor”du. (Cemal Süreya)

 

Kudelstaart, 8 Mayıs 2024  

 

 

16 Kasım 2022 Çarşamba



















CHARLOTTE CAFE

Annem, bildim bileli hasta, ömrü böyle geçti diyebilirim. Lakin bu kez hayli ilerlemiş olan yaşı ile artık uzatmaları oynuyor. Şimdilerde ise iyiden iyiye hasta. Diğer yandan bizim insanımızın, günümüzde ulaştığı rekor aymazlığı, kabalığı, bencilliği, sadece ve sadece doğalgazın, elektriğin nasıl pahalandığı, bu yaz domatesin de pahalı olmasından dolayı yeteri kadar konserve domates yapamadıklarını, yüz gramlık simidin 6 lira olduğunu, bir yandan da mal varlıklarının ne kadar katladığını durmaksızın konuştuğu, paradan ve alım güçlerinden başka hiç ama hiçbir şeyin gündeme getirilmediği bu ülkede, onların bu halleri ile tutarsızca, utana sıkıla “kadın hastalıkları kanseri” dediği, benimse doğrudan bu hastalığa “yumurtalık kanseri” dediğim annem hasta.
Bir kez daha bir haftalık hastane ziyaretinin ardından çektiği dayanılmaz acılara, Türkiye’de; kimilerinin kendilerini Tanrı’nın gölgesi olarak gördüğü doktorlar, yapabileceklerinin pek de kalmadığını söyleyip geçici bir çözüm olarak yaptıkları bir ağrı kesici iğnenin artından onu eve gönderdiler. Biz de alıp getirdik. Şimdi yatağında bitkin bir halde uzanıyor. Geceleri, kimilerinin yine kibarlık olsun diye “lavabo” dediği, benimse dümdüz “tuvalet” dediğim mekana giderken, karanlıkta düşmemesi için sensörlü bir lambaya ihtiyaç var diye dışarı çıktım. Bu arada mahallede bir kafe işleten Fatma Hanım'a yazdığım kitaplardan vereceğime dair söz vermiştim. Çıkmışken Fatma Hanıma da uğrayıp söz verdiğim kitaplarımdan birkaç tanesini vermek üzere Carlotte Cafe’ye geldim. Kitapları teslim ettikten sonra bira siparişimi verdim.
Tam karşımdaki bir masada, her geçen gün ile birlikte, her alanda erozyona uğrayan bir topluma alabildiğine bir inat ve büyük cesaretle, erkek tıraşı saçları ile sevgilisini karşısına alıp gözlerinin içine içine bakan, kaçamaklarla elini okşayan lezbiyen bir bayan oturuyor. İçimden ol doğallığı ile büyük cesaret gösteren bu kadını gidip kutlamak istesem de onun gösterdiği aynı medeni cesareti kendimde bulamadım, ama içim içimi yedi. Duygularım yarım kaldı.
Reklama girse de adını gizlemeyeceğim, her ne kadar “Bomonti Filtersiz” istesem de olmadığı için tavsiye üzerine aldığım “Tuborg Gold”dan bir yudum alıyorum. Aslında bir kadeh rakı da iyi giderdi ama rakı bir başına içilmiyor. Bira da akşam üzeri boş mide ile iyi gidiyor.
Bira şişesinin üzerinde dikkatimi çeken “Alman Saflık Yasası” diye bir amblem gördüm. Saflık ve yasa, böylesi bir söylemi bugüne değin duymamıştım. Meğerse, bu nadir insanda olan saflıkla ilgili bir yasa değilmiş. Merak ettim. Almanya’da 1516 yılından bu yana yürürlükte olan "Alman Saflık Yasası," dünyanın en köklü tüketici koruma yasası olarak bilinmekteymiş. Bu yasaya göre bira üretiminde kullanılan tüm hammaddelerin doğal, saf ve yüksek kalite standartlarında olması gerekiyormuş. Böylelikle bu merakımı da gidermiş oldum. Galiba, ne kadar çok meraklanırsak o kadar da çok öğreneceğiz.
İki biranın ardından her ne kadar çiş bastırsa da kalkıp tuvalete gitmemekte direniyorum. Çünkü etrafımı gözlemlemeye devam etmem gerekiyor. Bir ara kafenin sahibi Fatma Hanım masaya geliyor. O da şiir yazıyormuş. Annesi hakkında yazdığı şiirleri bir gün okutacağını söyledi. Şiirden çok anladığımı söyleyemem, ama şiir yan yana getirilmemiş sözcüklerden ibaret değilse, beni alıp götürür. Benim de annem hakkında yazdığım kitabim; “Kör Zewe’ye Mektup”u annesine olan sevgisinden dolayı zevkle okuyacağını söylüyor. Fatma Hanım’ın çok ayrıcalıklı bir özelliği var. Mahallenin bütün başı boş köpekleri Charlotte Cafe’nin ayrıcalıklı-kıymetli konukları. Onların büyük bir özelliği var ki; mekanın her alanında diledikleri yere uzanma ve oturma hakkına sahipler. Rahatsız edilmeleri kesinlikle yasak. Yoksa kapı dışarı edilmeniz kaçınılmaz. Hatta öncelikleri ve dokunulmazlıkları da var diyebiliriz.
Yukarıda karamsarca değindiğim toplumumuzun o oldukça nahoş olan hallerine rağmen, Fatma Hanım gibi "endemik insanlar" da var. Uçan sineğe dahi arabasının defalarca klakson öttüren bu ülkedeki insanlara karşı inatla ve aşkla güzel olmaya devam eden insanlar hala yok değil. Allahtan, artık küçük bir grup haline dönüşmüş olan bu insanlar da varlıklarını sürdürme çabasındalar. Onlar da olmasalardı, toplumun travmalı bu ruh haliyle, mevcut koşullarda burada yaşamak daha da çekilmez bir hal alırdı.
Dedim ya, annem hasta. Umarım hakem, yaşantısı esnasında kendisine yapılan onca faullü hareketi değerlendirmeye alır, oyunu daha az acının çekildiği ek uzatmalarla biraz daha sürdürür. Belki de annem kendisinden beklediğimiz sürpriz hamleyle olmadık bir anda, ters köşe atışı ile bir gol atar ve hayatı 1-0 mağlup eder.
Ve bugün takvimler 10 Kasım tarihini gösteriyor. Aklınıza alışılageldiği gibi hemen başka şeyler gelmesin. Ola ki geldi, kastım o değil. Benim meramım başka. Bugün hepsinden çok daha önemlisi, eşimin doğum günü. O, doğum gününde İstanbul’da, ben ise Ankara’dayım. Birlikte nice yıllara diyeyim. DOĞUM GÜNÜN KUTLU OLSUN AYNUR.

Ankara, 10 Kasım 2022

4 Ekim 2022 Salı

VEDA


             

             VEDA

 

 

             Altmış yıla yakın uzun bir zamana yayılan ve kocası ile aynı yastığa baş koyduğu bu evliliğinden boy boy oğulları ve kızları oldu. Bin bir zorluk içinde olsa da su misali akıp giden bir ömürle birlikte çocuklarının hepsi de büyüdüler, boylandılar, evlendiler ve derken iş güç sahibi oldular, muratlarına erdiler. Artık, belli yaşlara gelen evlatları da anne ve babalarına boy boy torunlar verdiler, böylelikle onların kısmen de olsa sıkıntılarını unutturdular, gönüllerini bi güzel hoş eylediler. Satırların aheste aheste ilerlemesi ile bir öyküye dönüşen, hikayenin kahramanı çilekeş kadın, kelimenin tam anlamı ile çocukları için saçını süpürge eden bir anneydi. Acı-tatlı pek çok anı ve hatıranın olduğu bu uzun soluklu evliliğinin büyük kısmında onca çocuk ve kocasına hizmet ettiği yetmezmiş gibi, bir de kayınbaba ve kaynana kahrı çekmek zorunda kaldı. Hangi birine yetişeceğini zaman zaman şaşırsa da o her zaman insanüstü bir çaba ve güçle kendisine dayatılan zorlukların üstesinden gelmesini bildi. 

             İç Anadolu’nun o geniş bozkırında Kızılırmak boyuna serpişmiş bulunan Heciban Aşireti’nden her Kürt kadının kaderinde olduğu gibi hayatın getirdiği onca zorluk onu ıskalamış olamazdı. Bu sıkıntıları çekmesi, altından alının boncuk boncuk teri ve akı ile kalkmasını elbette ki, en güzelinden bildi. Pes etmedi. Direndi. Bütün ailesini kararlılıkla ayakta tuttu. 

             Her şeyden önce bir anneydi o. Hem de cefakar bir anne. Ömrü hayatında dişini tırnağına takıp nelere katlanmadı ki, saymakla bitmez. Ama, onun bu sıkıntılı, cefa yüklü uzun süreçten dişe dokunur bir şikayeti olmadı, kimselere serzenişte bulunduğu asla görülmedi. Kaderim deyip boyun eğdi. Yeri geldiğinde kelimenin tam anlamı ile " kan kussa da kızılcık şerbeti içtim," dedi. Çocukları büyüyüp serpildikçe, onlarla duyduğu, yüreğini sızlatan gururu da aynı oranda büyüdü. Bütün ailelerde olduğu gibi, onun gözbebeği çocukları da birbirinden farklıydı. Her biri ayrı bir dünya ve ayrı hikayeleri vardı. Ama o bu oldukça kıymetlilerinin dünyalarını da hikayelerini de ölesiye seviyordu. Hiçbir ayrım söz konusu değildi. Her annenin hissettiği gibi, her evladı onun bedenin vazgeçilmez birer parçasıydı.

             En belirgin özelliği de bütün sevecenliği ile baktığı ve İç Anadolu bozkırında Kürt köylerinde bulunan kadınlarda nadir rastlanan zümrüt gözleriydi. Belki biraz ürkekçe, ama yine de insanın içine doğru nasıl da derinlemesine ve güzel bakardı. Bu tropikal orman yeşili gözler bakışları ile yüreğinizi delip geçse de bundan rahatsızlık duymaz ve en küçük bir serzenişte bulunmanıza gerek kalmazdı. Bu bakışların sonrasında insani bir güzellik ve hoşlukla baş başa kalmanız kaçınılmaz olurdu.

             Şerbetli, güzel ve akıcı anlatımlı yöresel Kürtçesi de bir o kadar seçkin ve ayrıcalıklıydı. Bu yıllar yılı baskı görmüş yasaklara maruz kalmış kadim dilde duygularını ne de güzel anlatırdı. Her kelime adeta bal batımına girer çıkar, dinleyenlerin kulaklarında melodiler doluşurdu. Bu arada her ne kadar onun gözleri orman yeşili olsa da kocası Hüseyin’in gözleri de boncuk mavisiydi. Bu evlilik yeşilin ve mavinin o güzelim tonlarının tatlı tatlı bakışmasının birlikteliğiydi. Adeta bir orman ve denizin birbirine kavuşmasıydı. Sanki ormanlar, kırlar, bahçe ve bağlar her tondan yeşilliği kucaklayıp geldi. Gökyüzü, denizler, okyanuslar, dereler ve ırmakların kucağında ise maviliklerinin bütün tonları vardı. Ama birlikteliklerinde bu denli büyük güzellik olmasına karşın, arada büyük bir aşkın olduğu konusunda fazla iddialı olmamak gerekir. Her şey kendiliğinden ve doğaçlamaydı. İç Anadolu’daki, o zamana ait çoğu  evliliklerde olduğu gibi bu birliktelikte de bir bilinmeyenli bir denklem olan aşkın beklenmesi nafile olurdu. Sanki o zamanlar aşk bu diyara pek de uğrak vermemiş gibiydi, insanlar bu büyülü duygu yoğunluğundan bihaberdi.

             Her anne gibi çocukları söz konusu olunca kaygılıydı. Üç oğlu ve iki tane de kızı vardı. Hani Ankara’da zamanında evleri veya okutma imkanları olmadığından hiç değilse yaşça da küçük olan iki oğullarını okumaları için mücadele etti. Ankara’nın Balgat semtinde kiraladıkları küçük bir gecekondu evine okula gidecek olan oğulları Nihat ve Fikret ile yerleşti. Onları okullarına büyük kaygılar ve yaralı umutları ile gönderdi. Okul dönüşü telaş içinde dört gözle yollarını bekledi. Onlara yemekler yaptı, elleri ile çamaşırlarını çitileyip yıkadı. Hani ütü gibi herhangi bir lüksü olmasa da en azında ilim irfan yoluna koyulmuş olan oğullarının üst ve de başları temizdi. Karınlarının tok, sırtlarının pek olması için kendince didinip durdu. Bir anne olarak yüreğinin bu konuda rahatlamasını çok önemsiyordu. Evet, çocukları okuyacaklar ve devletin, büyük kurumlarında, büyük adamlar olacaklardı. Bu konuda hiçbir şüphesi yoktu ve oldukça umutluydu. O da bu uzun, ince ve zahmetli yolda anne olarak üzerine düşeni yapmalıydı ve bu uğraşı onu mutlu kılıyordu.

             O zamanlar ellili yaşlardaki zümrüt gözlü bu annenin o sıkıntılı günleri geçen zamanla birlikte kısmen de olsa geride kaldı. Kocasının işleri biraz daha yoluna girdiği gibi oğulları da onun umut ettiği gibi okullarını bitirip iş güç sahibi oldular. Onların iş güç sahibi olmaları ekonomik olarak da ellerinin biraz daha bollaşması demekti. Bu da onların var olan kısıtlı imkanlarını ortadan kaldırıyordu. 

         Derken araya kovalamaca oynayan yıllar girdi. Evlilik çağına giren oğulları Nihat ve Fikret de dünya evine mutlu birer evlilikle adımlarını atıp girdiler. Zamanla da çoluk çocuğa karıştılar. Böylece Bênaz teyze de torun sahibi oldu. Mutluluğuna diyecek yoktu. Nasıl da farklı bir duyguydu torun sahibi olmak. Evet annelik oldukça güzel bir duyguydu, ama sanki torun sahibi olmanın hissiyatı bir tik daha mı ağır geliyordu, ne? Doğrusu bunu tartacak herhangi bir tartı aracı da bildiği kadar ile yoktu. Yine de en iyisi bu karşılaştırmayı yapmamak daha mı iyi olacaktı. Sonuçta en mantıklısı evladın yerinin başkalığı ve torunun da yerinin başka oluşuydu. Bu konu üzerinde kafa yormamak gerektiği gibi, biraz da hassas bir konuydu.

             Torun torba deyip tam rahata erip çocuklarının mürüvvetini, torunlarını büyümesini gözlemleyip bütün bu doyumsuz güzelliklere tanıklık etmek varken. Hiç beklenmedik bir anda amansız bir hastalığa kapıldı. Görünen o ki, bu ağız dolusu bir tatla daha yeni yeni yaşadığı hazdan elini eteğini çekmesi gerekiyordu. Oysa her şey ne kadar da güzel ve aynı zamanda mükemmeldi. Ama kendisinden gizlenen hastalığının vahameti konusunda kulağına ulaşan bilgilerden; durumunun hiç de iç açıcı olmadığını seziyordu. Yapılacak bir şey yoktu. Bu dünyada kendisine sunulan süre buraya kadardı. Anlaşılan yolun sonundaki o meşhur ışık ha göründü, ha görünecekti. Her şeyden bir çırpıda elini eteğini çekmesi gerekiyordu. Çocuklarını, kocasını, akrabalarını, sevdiklerini ve komşularına veda etme zamanıydı. Kaçınılmaz son kendisini nasıl da dayatmıştı. Ötelesen ötelenmez, kovsan kovulmaz, git desen duymaz, gitmezdi.

             Çocukları ve kocası Hüseyin durumu biliyorlardı. O nedenle çocukları annelerine uzun zaman ayırıyorlar, son demlerinde onun dizinin dibinde biraz daha kalmak, o zümrüt gözlerinin içinde biraz daha kaybolmak ve onun annelik şefkatini biraz daha yüreklerine süzülmesini ve ona olabildiğince doymak istiyorlardı.    

             Son saatleri gelmiş yaklaşmıştı. Bu her halinden belli oluyordu. Hastane odasında bütün aile toplanmıştı. Üzüntüleri çok fazlaydı. Her aile ferdi kendisine en yakın bulduğu bir insanı, bir anneyi, bir eşi kaybediyordu. Kanı, canı ve bütün varlığı ile hayatlarında olan bir insan nasıl bir anda yok olurdu? Bunun izahı yoktu. Bugüne değin de olmamıştı. Bu sır perdesi hiçbir zaman için aralanmayacaktı. Her ölüm erken ölümdü. Dünyaya ve yaşama bütün zorluklarına rağmen doyum olmuyordu. 

         En son oğlu Fikret hastanın odasına girdi. Oğlu gözyaşlarına hakim olamıyordu. Ama annesi onu bu halde görmemeliydi. Elini yüzünü yıkadıktan sonra derin bir nefes aldı ve hasta yatağında boylu boyunca oturan annesinin yanına geldi. Bênaz teyze zümrüt gözlerini aralamaya çalıştı. Gelenin oğlu Fikret olduğunu anlamakta gecikmedi. 

             “Fikret... oğlum sen misin?”

             “Evet anne benim.”

             Fikret usulca annesinin yanı başına oturdu. Annesinin elini tuttu.

         Bênaz teyze oğlunun elinin soğuk olduğunu fark etti. Ürperdi. Bakışları usulca oğlunun üzerinde yoğunlaştı.

             “Oğlum elin neden bu kadar soğuk? Sakın hastalanmayasın. Havalar soğuk, çok ince giyiniyorsun. Kurban olurum sana, kendine dikkat et. Gözüm arkada kalmasın!”

             “İyiyim anne bir şeyim yok. Hasta değilim. Sen bunu dert etme şimdi. Bak gör; en kısa sürede iyileşeceksin. Yine en kısa sürede hep birlikte köye gideriz. Bir iki ay kalırız. Köyün temiz havası sana daha iyi gelecektir. Akrabalarımız ve köydeki komşular seni merak ediyorlar. Senin için dua ediyorlar. Peki sen iyi misin, ağrın var mı?”

         Fikret oturduğu yerde dönüp annesinden cevap gelmediğini görünce, telaşlandı. Bênaz teyzenin kolu o an kırılan bir dal gibi usulca yanına düştü. Oğlu olup biteni anlamakta gecikmedi. Bir anda kelimenin tam anlamı ile dünya başına yıkıldı. Dünya durdu. Büyük bir sessizlik oldu. Devasa bir boşluk oldu. Her şey bir anda anlamını yitirdi. Hiçbir şeyin kıymetiharbiyesi kalmadı. Fikret’in içini kasıp kavuran tarifsiz bir acı kapladı. Hayatında kendisini bir anda bu kadar çaresiz, yenik ve yapayalnız hissetmemişti. Annesinden cevap alamamıştı ama annesi son anında, o haliyle oğlu hakkında nasıl da kaygılanmıştı. Anne yüreği durmuş ve bir anda ağlama sesleri ile bütün aile zümrüt gözlerin kapandığı odaya doluşmuşlardı. İnsanlığın acısını bir türlü azaltamadığı dünyaya yeterince doyamadan bir anne daha veda etmişti.   

 

 

Kudelstaart, 6 Eylül 2022

 

5 Ocak 2022 Çarşamba

"İNCİRLER OLANA KADAR"




"İNCİRLER OLANA KADAR"

 

Türkiye ve Yunanistan'ın arasında safir taşı mavi bir gerdanlık misali süzülen Ege Denizi kıyılarında yayılan cennet topraklarda, kış ve bahar mevsimleri ellili yılların son yıllarına denk gelen, o yılda da bu diyarlarda zıt ikili olmadıklarını kanıtlamak için bir kez daha güzelce kol kola girdiler. Kış, gözlerden uzak diyarlarda estirdiği soğukları bir tarafa bıraktı, bu coğrafyadaki nazlı bahara her zamanki gibi içten bir şefkatle "Ooy kıyamam ben sana," deyip kıyamadı, onun coşkusuna dokunmamaya, incitmemeye, üzmemeye ve sarsmamaya özen gösterdi. Nezaketle yere doğru gerdan kırıp baharı buyur etti. Şerbet tadında esen, baskın meltem rüzgarları dört bir yanı dağı, taşı, tepeleri, dereleri, ovaları ve her türlü bitkiyi sevgili gibi okşadı. Kış mevsimi Ege insanını soba, odun ve kömürle uğraşmak gibi bir sıkıntının içine sokmadı. Hele de mart ayında, onların kazma ve küreklerine el insaf deyip yaktırmak gibi bir yeltenmesi hiç olmadı. Bu alet ve edevatın depolarında olduğu gibi kalmasını bir kez daha yeğledi. 

Öykümüzün geçtiği İzmir’in Tire ilçesinde de kış mevsimi, erkeklere kapılarının arkasına astıkları buruşuk kareli ceketlerini ve kadınlara da çeyiz sandıklarında, kendi el emekleri, göz nurları, ördükleri renk renk yünlü yeleklerini çıkartıp iki hafta, bilemediniz üç hafta giydirdi. Bu kol kola iki mevsim bir yumurtanın ikizi gibi değillerse de adeta az farklılık gösteren iki kardeş gibi benzerlikler gösterdi.

Torbalı yolu üzerinde bir tepeliğin hemen yamacında meşe ormanlarıyla kaplı geniş ovalık bir yerde yaklaşık yüz elli yıl önce buraya göç eden Yörükler tarafından kurulan Karatekeli Köyündendi Halis. Köy gözleri rahatsız edecek kadar yeşillikler içinde kaybolmuş-yeşil, yeşil zümrüttü. Ailenin daha sonraları bu güzel Yörük köyünden Tire'ye taşınmasının ardından, Halis burada itfaiye eri olarak işe başladı. Her ne kadar taşınmanın ardından;

Kendi aralarında, “Tire’ye geldik gari, gari demeyelim gari,” deseler de ailece ayrı gayrı gözetmeden "gari" demeyi sürdürdüler. Artık çakı gibi bir itfaiye eri olan ve evlenmeye hazır olan Halis, Tire’de büyükçe bir bahçeli evde babası Hayrı Efendi, annesi Ganime Hatun, iki erkek ve bir kız kardeşi  ile yaşıyordu. Ganime Hatun, evlilik yaşına gelen büyük oğlu Halis için etrafı kolaçan edip gelinlik kız arayışına girmişti. Oturdukları mahallenin yan mahallesinde bulunan Buğday Dede Camii imamı İsmail Hocanın kızı Saniye’nin methini duydu. Küçük oğlu Hasan ile İsmail Hocanın hanımı Şaziye’ye haber saldı. Ziyaret gününü ayarladı. Yatağında defalarca “Fatiha suresi ve Ayetel Kürsiler” okudu, üfledi. Sabah ola hayır ola! Allah elbette yar ve yardımcısı olacaktı. 

Hayata sıkıca tutunan, tuttuğunu koparan ve kazara yere düşmesi halinde dahi yerden bir avuç toprakla ayağa kalkan bir kadındı, Ganime hatun. Görücüye gitme günü hemen ertesi gündü. Öğle sonrası yola çıktı. Ganime Hatun her ne kadar sigara içmese de İsmail Hocanın evi kendilerine bir değilse de iki sigara içimi uzaklığındaydı, soluğu koştura koştura tez elden İsmail Hocanın evinde aldı. Kapıyı alacaklı gibi tıklattı demek yerinde olur, alacaklıydı, çünkü kızlarını oğluna alacaktı. Maviye boyalı ahşap bahçe kapısını, “Kim ooo? Kim oooo? Geldim... Geldiiimm...” diye söylene söylene Şaziye Hanım açtı. Karşısında uzaktan tanıdığı Ganime Hatunu görünce, söylenmeyi bıraktı. Onun ne için geldiğini anında anladı. 

İsmail Hoca evde değildi. Saniye ve annesi evde yalnızlardı. Ganime Hatunun da geleceğini bildiklerinden anne-kız birlikte çayın yanında sunmak için kek ve kurabiye yaptılar, evlerini temizleyip havalandırdılar. Dışarıdan cam kenarına Vita yağı tenekelerine ektikleri küpe ve selluka çiçeklerine su verip bakımlarını yaptılar. Çiçekler adeta kendilerine geldiler, yaprakları yeniden yeşile boyandı, ev sahiplerinden memnun, gülümsediler. Kedileri Mırmır’ın ayak altında dolanmaması için karnını doyurup bahçeye saldılar. Mırmır canına minnet duvar dibinde yere sıkıca kök salmış olan incir ağacının gövdesine yayıldı ve evi gözetlemeye koyuldu.

Ganime Hatun kendisine gösterilen baş köşeye oturdu. Bu sırada gelin adayı Saniye’de gelip saygıyla elini öptü. Ganime Hatun müstakbel gelinine üsten ve alttan rahatsız eden bakışlarla baştan ayağa bütün hatlarıyla tekrar tekrar süzdü.  İlk izlenimi “Evet, Saniye çok güzel olmasa da çirkin de değildi." Ama oldukça saygılıydı ki, bu onun nezdinde kocaman bir puandı.

 Ganime Hatun göreceğini gördükten sonra ikna olmuş ve evine gitmek üzereydi. 

            “Maşallah ağacınız da çok güzelmiş. Bayağı yaşlı olmalı.”

            “Evet, incir ağacı. İncirleri ballı olur. Kocam İsmail Hoca ona gözü gibi bakar. Keşke incir zamanı olsaydı ve siz de tadabilseydiniz. Artık kısmetinizi incirler olana kadar bekleyeceksiniz. Bundan sonra daha çok görüşürüz nasıl olsa. Hayırlısı ile akraba da oluruz.” Şaziye Hanım, Ganime Hatun'a cevap verdikten sonra geniş bir gülümsemeyle yeniden dinlemeye koyuldu. Kızı Saniye ile ilgili duyacaklarını yüreğinde çarpmalarla merakla beklemeye koyuldu.

            “İnşallah. Ne yalan söyleyeyim, Saniye kızımızı çok sevdim. Belli ki, iyi bir aile terbiyesi almış. Ancak, elimizi bu hayırlı iş için biraz daha çabuk tutalım ve incirlerin olma zamanını beklemeyelim derim.”

            “ Dediğiniz gibi hayırlısı. Kapımız size her zaman açık. Biz de sizi daha iyi tanımayı çok isteriz. Buyurun gelin.”

            Dışarıda gökyüzünün deniz mavisi boyasını birileri silmişti. Boncuk mavisinin yerini göğü pamuk şekerini andıran bir gün batımı kaplamıştı. Mırmır hala incir ağacının gölgesinde uzanıyordu. Kapının açılması ile gözlerini kırpıştırmalarla açtı. Bir an Ganime Hatunla göz göze geldi. Onu daha önce bu evde hiç görmemişti. Her nedense Ganime Hatunun bakışlarından pek hoşlanmadı. Gözlerini yeniden yumdu. Bu sırada bahçe duvarının dibinde çalılıkların altında dinlenmekte olan kirpi Mujik de merakla burnunu yukarılara kaldırıp baktı. Mırmır kediyi incir ağacına serili görünce merakını bastırdı ve yeniden çalılıkların arasına kayboldu. Çünkü Mırmır kedi kendisine biraz kırgındı. Kazara Mırmır kediye dikenleriyle acı vermişti. O nedenle onun bahçede salınmadığı zamanlar, oklarının savaşçı haşmetiyle boy göstermeyi yeğliyordu.  

            İncir ağacının büyüklüğü ve görkemi Ganime Hatunun da dikkatini çekti. En nihayetinde oğlu Halis’i gönül rahatlığı ile baş göz edeceği bir kız bulmuştu. Yol boyu bunun hayalını kurdu. Fakat Şaziye Hanımın evinde içtiği çaylar da onu iyiden iyiye rahatsız etmeye başlamıştı. Keşke evden çıkmadan önce tuvalete gitmiş olsaydı. Eve kadar çişini tutması her zamanki gibi imkansız görünüyordu. O nedenle daha başına bir işler gelmeden uygun bir evde ivedilik gösteren bu lanet bir dayatma halindeki ihtiyacını bir an evvel gidermeliydi. Yoksa sular seller halinde işler sarpa saracak, ele güne rezil olacaktı.

Etrafına bakındı. Bu mahallede de hiç tanıdığı yoktu. Tam başına geleceklerin paniğiyle telaşla etrafına son kez bakınırken, evinden çöp atmak üzere dışarı çıkan genç bir kadını gördü. Utana sıkıla kadının yanına geldi.

“Çok affedersiniz ama size bir şey sorabilir miyim? Benim çok acil bir şekilde tuvalete gitmem gerekiyor. Çişimi daha fazla tutamayacağım. Evim uzak. Aksi halde daha fazla dayanamayacağım.”

“Tabii, buyurun. Evde de kimse yok. Rahat edebilirsin.”

“Sağ olun. Sağ olun...” diye söylenen Ganime Hatun tuvalete kapandı. Çok geçmeden büyük bir rahatlama ile dışarı çıktı. Tam genç kadına ağız dolusu teşekkür ediyordu ki, kapıdan sarışın genç bir kız  içeri girdi. Genç kızın güzelliği karşısında şaşkına dönen Ganime Hatun gözlerini bu güzellikten alamadı. Meraklı bir halde bakan Ganime Hatun’u gören genç kadın kendilerini tanıştırmak zorunda kaldı.

“Teyzeciğim bu yeğenim Aysel. Ben halasıyım. Benim adım da Kezban.”

“Çok memnun oldum. Benim adın da Ganime. Tekrar sağ olasın. Hadi görüşürüz. Sağlıcakla kalın.”

Ganime Hatun yol boyunca gelin adayı Saniye’yi ve Aysel’i karşılaştırdı. Baktığında Aysel, Saniye’den çok daha güzeldi. İyisi mi oğluna Aysel’i istemesi daha iyi olacaktı. Saniye yedekte kalsındı. Hem Aysel oğluna daha çok yakışırdı.

Evine geldiğinde, Şaziye Hanımın bahçesindeki ihtişamlı ağaca kıyasla, kendilerinin cılız kalmış incir ağacına erkenden tüneyen sarı gözleri sürmeli bir İshak kuşu art arda öttü, hemen sonrasında kanatlarını çırpmalarla uzaklaştı. Bu iyiye delaletti. Güzel şeyler olacaktı.

Ganime Hatun tez elden kollarını sıvadı. Bütün becerisini bir araya getirip planlamalarını yapmaya başladı. Bir ay sonra Halis ve Aysel nişanlandılar. Bir kaç ay sonrasında da dünya evine girdiler. Onlara bi güzel düğün eyledi. Kendi eliyle kazanlar dolusu çakıldak, keşkek ve heybeli çorbası yaptı. Kapının önünde bereketli olsun diye koca koca "inarları-narları" yerlere atıp kırdı. Misafirlerini alnının akı ile ağırladı. Damat Halis körüklü çizmelerini çekip zeybek oynadı. Dillere destan bir düğün oldu.  

Ganime Hatun oldukça mutluydu. Bütün dallarına adeta kuşlar konmuş ve onu bulutlarda gezdiriyordu. Düğün sonrası en büyük keyfi, gelini Aysel’e sık sık seslenmek oldu.

“Aysel geliinnn... Huraya (buraya) beri gel gayri. Bene bi gayfe yapıver gayri.” Mutlu çiftin hayatı “gayrilerle” devam etti. En güzeli de çiçeği burnunda damat Halis, karısı Aysel gelinin uzun saman sarısı saçlarını kapıldığı büyük bir aşkla her sabah kendisi tarar ve sevgiyle bakar oldu. Aysel gelin de her sabah kocası Halis'e ve kaynanası Ganime Hatuna zeytin, "topan ve çamur peynirli" mis kahvaltılar hazırladı. Gülümsemeleri hep büyükçe kaldı. 

Ganime Hatunun o an dayatan ve muktedirliği tartışma götürmeyen çişi pek çok güzelliğe vesile oldu. Bu evlilikten üç erkek, dört kız dünyaya geldi. Yine aynı çişin sonucu doğanlar da evlendiler ve Ganime Hatunun çişi yeni evlilikler ve boy boy yeni çocukların doğmasına sebebiyet verdi. Mutlu olmaları için "çok amin" diyen sevenleri olduğundan, çok mutlu yaşadılar, "gari."  

 


Amsterdam, 5 Ocak 2022

KIPRAŞMA

      KIPRAŞMA   Yıllar önce köyü Camili’den Ankara’ya göç eden, eğitim hayatının ardından da oraya yerleşen Halis Bey, geldiği yörede...