TOHUM
Camili
Köyü'nde ve dünyanın diğer pek çok diyarında tan yeri bir kez daha aynı anda ağardı. Şafakla birlikte söken güneş,
aynı zamanlama ile yeryüzüne yaydığı ışınlarını ve saçtığı onlarca
rengi acele etmeksizin yeniden topladı. Sonrasında Paşa Dağı'nın zirvesinin ardına saklanmalarla kayboldu. Ekim ayıydı. Kibarlığını üzerinden atmayan Sonbahar itina ile fazla rahatsızlık vermeden kapıyı tıklatmaya başlamıştı. Pullukların yardımı ile altı üstüne getirilen ve bozkıra
boylu boyunca yayılan binlerce dönüm tarla, şehvetli bir dişi misali, gelecek
yıl da yeni bir hasat almak üzere buğday ve arpa tohumları ile buluşturulurken,
topraktan yılın son buğuları da dumanlar halinde göğün maviliklerine karışıyordu.
Tıraşsız yüzleri, tütünden sarıya çalan dişleri, buruşuk giysileri ve dağınık
kaşlarına doğru çekiştirdikleri şapkaları ile Camilili erkekler, padişahlar
gibi koltuklarına kuruldukları kırmızı, sarı, yeşil ve mavi renklerdeki
traktörlerinin ardına bağladıkları mibzer, tohum ve gübre ile doldurdukları Topal Memet imalatı römorkları ile babadan oğula kalan tarlalarından gün kararırken evlerine dönüyorlardı. Hasat
sonrası çalışmaya ara verilen işlerin ardından, yeniden hummalı bir çalışmanın
içindeydiler. Umutlar tükenmiyordu.
İki
kız, iki oğlan babası Salih de traktörü ile Kemikli Kuyu mevkiindeki
tarlasından dönüyordu. Bu yıl tohumu biraz daha sık ekti. Gübreden de kaçınmak
istemedi. Traktörünün üzerinde, “hobılı hobılı” sallantılar ve apansız
takındığı bir zafer edasıyla tozu dumana katarak Camili Köyü’nden içeri girdi.
Oysa o, daha biraz önce Kemikli Kuyu’da bulunan tarlasından bu yana yol boyu
çocuklarını aklından bir bir geçirmekle meşguldü. Bu zafer edası da olmadık yerde, nereden çıktı? Kendisi de anlayamadı. Duygu ve düşüncelerinin geçişleri çok ani olunca de
şaşakaldı. Eve yaklaşması ile birlikte pos bıyıklarının altında geniş bir
gülümseme kendiliğinden belirdi.
Evet,
çocuklar büyüdü. En büyük kızı yedi yaşındaki Fatma bu yıl okula başladı.
Fatma’nın hareketlerinde ne yazık ki, biraz ağırlık söz konusuydu. Köyde onun
yaşıtları çatır çatır Türkçe konuştukları halde, onda bu konuda hiçbir ilerleme
yoktu. Oysa okulda mutlaka Türkçe konuşması gerekiyordu. Yoksa okula gitmesinin
bir anlamı elbette olmayacaktı. Yarım yamalak konuştuğu Kürtçe ile bir yere
varamayacağı gün gibi aşikârdı. Bu nedenle okula başlamış olsa da; Fatma biraz
değil, tersine çok problem yaratacağa benziyordu. Diğer kardeşleri daha küçük
olmalarına rağmen, onlardaki gidişat fena sayılmazdı. Söylemeye dili varmıyordu
ama kızındaki bu engeli galiba istese de, istemese de kabullenmek
durumundaydı. Acaba bir doktora falan mı götürseydi! Bu darlıkta da doktora
gidip gelmeler epeyce masraflı olacaktı. Bunun faydasını görüp görmeyecekleri
de belli değildi.
Salih
kızına siyah önlük, kenarları dantelli süt beyazı yaka, dalgalı kömür karası saçlarına takması
için nar kırmızısı toka, bir çift kırmızı rugan kundura, askılı sırt çantası, defter, kalemtıraş ve
renk renk silgili kalemler aldı. Fatma okula gidecek ve okuyacaktı. En geç, iki
yıla kalmaz, yakınlarındaki ilçe Kamanlıların konuştuğu gibi kaba değil,
İstanbul Türkçesi ile bülbül misali şakıyacak ve bu uçsuz bucaksız bozkırda yer alan Kürt köylerinde parmakla örnek olarak gösterilecekti.
Salih
traktörü evinin önüne çekti. Mibzeri çözdü. Kapıda onu karısı Site ve kızı
Fatma karşıladı. Yorgun adam kızından günlerdir ayrı kalmışlarcasına uzun uzun sarıldı. Toprak kokulu parmaklarını kızının dalgalı
saçlarında gezdirdi. Site elleri yana yana tereyağlı bulgur pilavı tenceresini acele ile yer sofrasının yanına
koydu. Mis gibi tereyağı koktu. Salih bir anda çok acıkmış olduğunu fark etti.
Midesini ovuşturdu. Sofraya oturmak için sabırsızlanıyordu. Bulgur pilavını
hızla ağzına doğru götürüyor ve bir yandan da sofrada yanına oturan Fatma'ya
Kürtçe sorular sorup, onunla konuşuyordu.
“Aferin
kızıma benim. Bugün okula mı gitmiş? Benim güzeller güzeli akıllı kızım. Türkçe
hangi kelimeyi öğrenmiş bakalım?” Fatma, zeytin gözlerini yere indirdi.
Ağlamaklı bir sesle;
“Ben
Türkçe bilmiyorum ve okula da gitmek istemiyorum. Herkes bana gülüyor. Benimle
alay ediyorlar. Ahmet öğretmen de Türkçe bilmediğim için beni sürekli dövüyor.
Okula gitmeyeceğim, Türkçeyi de bilmiyorum ve öğrenmeyeceğim de.”
Fatma
anne ve babasının zoru ile ileride İstanbul Türkçesi ile şakıyacak olan
kızlarının parlak geleceğinin kesintiye uğramasının önüne geçmek maksadı ile
onu zorla okula gönderdiler. Fatma’nın parlak geleceğinin heba edilmesine göz yumamazlardı.
Bütün
hafta boyunca yaz aylarını aratmayan bir pastırma yazı yaşanıyordu. Camili
diyarı yaklaşık bir haftadır günlük güneşlikti. Tohum ekiminin neredeyse sonuna
gelindi. Yukarı mahalleden Halil’in ekilmedik iki parça tarlası kaldı.
Traktörler ve mibzerler gerekli bakımları yapılıyor ve sonrasında da yeniden
garajlarına çekiyorlardı. Onlar üzerlerine düşeni yerine getirmişlerdi. Bundan
sonrasını Allah’a havale etmekten başkaca yapılacak bir şey yoktu.
Herhangi
bir fırtına çıkmaz, düzenli olarak da rahmet yağarsa yüzlerini güldürecek bir
hasat elde edeceklerdi. Böylelikle yeniden dağ gibi biriken borçlar ödenecek,
sevdalıları birleştiren düğünlerle kızlar ve delikanlılar evlendirilecek, üst
baş alınacak, kışa hazırlık yapılacak ve stokta azalan erzaklar doldurulabilecekti.
Aksi halde diz boyu perişanlık kapıda demekti ki, bunun düşmanlarının dahi başına
gelmesini istemiyorlardı.
Pastırma
yazı devam ediyordu. Fatma, anne ve babasının diretmesi ile yeniden
mezarlığın yakınında bulunan Camili ilkokulunun yolunu tuttu. Fatma’nın da artık ilim
irfan öğrenmesinin zamanı gelmişti.
Derse
her zamanki gibi on dakika kadar geç kaldı. Sınıf kapısının tıklatılmadan
açılması ile herkes gelenin Fatma olduğunu anlamakta gecikmedi. Sınıfta bulunan
kırk üç çocuğun ve Ahmet Öğretmenin başı Fatma’ya doğru güneşe dönen
ayçiçekleri misali bir anda döndü. Çocuklar bir ağızdan kikirdemeye başladılar.
Ahmet Öğretmenin sinirleri kısa bir sürede tepesine çıktı.
“Susun
diyorum size. Kesin sesinizi. Hepinizi falakaya yatırmayayım. Fatma, hemen geç
yerine otur. Bir daha da derse geç kalma. Bu son olsun. Yoksa seninle külahları
değişiriz.” Öğretmenin söylediklerinden Fatma hiçbirini anlamadı. “Külahların
değişimini” diğer çocuklar da anlamamışlardı. Oysa ne Fatma’nın başında ne de
Ahmet Öğretmenin başında değişecek külah vardı. Olsa bile Fatma’nın külahı
öğretmenin kafasına nasıl olacaktı ki?
Fatma
yerine oturdu. Öğretmen tahtaya alfabedeki bütün harfleri büyük ve küçük
halleri ile yazdı. Daha sonra da kısa hecelerle harfleri birleştirdi. Önce
kendisi ve sonra da bütün sınıfa hecelemelerini söyledi. Fatma hariç bir
ağızdan;
“Gel,
al, ye, ev, su, şu, bu, ve…” diye bağırdılar. Fatma’nın arkadaşlarına
katılmadığını gören Ahmet Öğretmen onun yanına geldi.
“Fatma
kalk.” diye çıkıştı. Ama kalkmadı. Oturduğu yerden öğretmenin söylediğini aynı şekilde tekrarladı.
“Fatmaa
kaaalk…” dedi. Bütün sınıfta bir kahkaha tufanı koptu. İyice heyheyleri gelen
öğretmen kendisini tutamadı ve Fatma’ya hiç beklemediği bir anda tokadı
yapıştırdı. Yanağı alevler içinde al al olan Fatma ağlamaklı oturmaya devam
etti. Elini sızlayan yanağına götürdü. Ne yapacağını şaşırdı. Ahmet Öğretmen
Fatma’nın tek kelime Türkçe anlamadığını gördü. Çaresiz kalmıştı. Sil baştan
ona bu dili nasıl öğretecek ve bunun altından nasıl kalkacaktı. Bu imkânsız
gibi gözüküyordu.
Merakla
tekrar Fatma’nın yanı başına geldi. Yanağının sızlaması devam eden Fatma olduğu
yerden kalkmadı. İstifini bozmadan yanağına elini bastırmaya devam etti. Ahmet
Öğretmen yüksek sesle yeniden çıkıştı.
“Eşek
Fatma…” diye bağırdı. Önce bir sessizlik oldu. Bütün cesaretini toplayan Fatma elini yanağından
çekti. Aynı şekilde;
“Eşşşek
Fatmaaa…” diye uzata uzata o da bağırdı. Sınıfta önüne geçilemeyecek ikinci bir
kahkaha tufanı koptu. Ol sinirleri kel tepesinde toplanan Ahmet Öğretmen eline
aldığı cetvelle, gözleri dönmüş bir halde sıraları tek tek dolanıp, korku
içinde titreme ile açılan her minik avuca hızla ikişer kez vurdu. Sıra Fatma’ya
gelince ona iltimas geçti. Fatma öğretmeninin kendisine vurmadığını görünce çok
mutlu oldu. Artık öğretmeninin kendisini sevdiği duygusuna kapıldı. Fatma
mutluydu ve ertesi gün sınıfın kapısını en erken açan o oldu.
Güneş
zaman zaman gökyüzüne yapıştırılan pamuk öbeklerinin ardına kısa anlarla
saklansa da, varlığını iyice hissettirmekte diretiyordu. İlerleyen zamanla
birlikte daha önceleri de olduğu gibi Paşa Dağı’nın ardına önce saklandı ve
sonrasında da kayboldu. Bozkır toprağının buğusu dindi. Pastırma yazının daha kaç gün devam edeceği
belli değildi. Ama şu da var ki; varsın İstanbul Türkçesi de “bundan kelli” ol
kendisini Camilili Fatma’dan kollasındı. Şimdilerde o günden bu yana aradan elli yıl kadar bir zaman geçti. Fatma'nın İstanbul Türkçesi ne denli gelişti, bilinmez. Bu konu da araştırmak yapmak isteyen olursa, varsın, buyursun araştırsın!
Amsterdam, 23 Kasım 2019
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder