IT IS A PENCIL
Mürekkep yalandığı söylense de, böyle
bir eyleme ne yazık ki tanık olamadığımız okullarda; öğretmenlerimiz (laf
aramızda ingilizce öğretmenleri eğer bayansa, farklı ve güzel de oluyorlardı,
her ne hikmetse) "It is a pencil- It is a book-
I am Mr. Brown" demesini, çok şükür öğretmişlerdi. Bizler de bütün bu
yoǧun ve karmaşık bilgi hazinesini hafızalarımıza kazımıştık. Gelinen aşamada,
edindiğimiz derin tecrübe odur ki; bu üç ulvi mübarek cümleyi bir çırpıda, hiç dil sürçmesine mahal vermeden, peş
peşe sıralayabilmeniz halinde, Londra’nın ortasından yılan kıvrımları ile geçen, Times nehrinin bir
kıyısından diǧer yakasına sorunsuz geçebilirsiniz. Bu arada bilinen İngiliz
kibarlığı ve nezaketine bir nebze de olsa katkıda bulunup, entegre de olmak
gibi bir emelinizin varlıǧı nüks etmişse, "hello" demeyi de unutmamanız gerekmektedir.
Saǧolsunlar, o zamanlar "güzel, şimdilerde yaşlı olan- ömürleri uzun
olsun- Allah, minnet borcumuzun olduğu bütün ingilizce öğretmenlerimizden
de razı olsun. "Ana ve babalar kadar kutsallıkları şarkılara tema olan siz
öǧretmenler, bizlere; dünyanın hiç bir yerinde “milli” olmayan, fakat bütün
ülkelerin bu nedenle hasetinden çatır çatır çatladıǧı, oysa ülkemizde; ingilizce,
matematik, fizik, biyoloji ve diǧer bütün dersleri, ultra "milli" olan
Türk eğitim sisteminin, o mağrur ve “çıt kırıldım” çatısı
altında, bizlere bu kadar bilgiyi aktarmasaydınız, ne yapardık? Elbette perperişan olurduk, bu İngiliz ellerinde.
Bizim küçük olduǧumuz yaşlarda; İç
Anadolu'da bulunan Kürt kökenli çocukların, bu uçsuz bucaksız bozkırda, iki
büyük korkusu vardı. Birincisi köylerimize ansızın baskın yapıp, evlerde
bulunan silahların aramasını yapan jandarmalardı. Çocukluǧumuz bu korkunun
travmaları ile geçti. Jandarma denilen silahlı, külahlı, haki renkli tek
tip elbiseli, yakalarında bazı işaretlerin bulunduǧu;
acımasız, genelde kendilerinden biraz daha yaşlıca ve üniformaları daha yeni
olan bir kişinin pervasız komutları ile hareket eden, yanık, esmer, soǧuk
suratlı ve dik bakışlı; köylere çil yavruları gibi bir anda yayılan büyük
gruplar halindeki askerlerdi. Bakıldıǧında, çil yavruları deǧil de,
dinasorlar gibi evlerimize yayılan askerlerin, arama yaptıǧı, o zamanlar internet veya mobil
telefonlar olmamasına raǧmen, yine de kara haber çok kısa bir sürede yayılırdı. Babalarımızın ne
için taşıdıkları belli olmayan silahlarını annelerimiz alıp, bir yerlerinde
sakladıkları zaman, biraz olsun rahatlardık. Silahın artık
bulunmayacaǧını, babalarımızın yakalanıp, hapislere atılmayacaǧı korkusunu, bir
köşede hasta numarası yapıp, yerinden kıpırdamadan, üstünün erkeklerden oluşan
jandarmalar tarafından aranmayacaǧı garantisinin bulunduǧu annelerimize bakışlarımızı
korku ile yöneltirdik. Annelerimizin, adeta su terazisi ile kalem gibi dizip,
bir varlık göstergesi olan; misafirler için ayaklı, uzun ve tahtadan yapılmış,
sedir türü yükseltilerin üzerine, büyük bir özenle katlayıp, koydukları bütün yataklar yeşil kurbağalar tarafından indirilir, etraf
didik didik edilirdi. Evler bir harabeye döner,
yumurtalarının üzerinde kuluçkaya yatan annelerimiz, suçlu gözlerle olup bitene
ve jandarmalara bakar, hastalık numarası ile daǧılan evinin üzüntüsünden inler
ve çaresizce oldukları yerde kıpırdamazlardı. Jandarmaların köyden ayrılmaları
ile birlikte, annelerimiz üzerlerine kuluçkaya yattıkları halde çoǧalmayan
silahları tekrar babalarımıza, kendilerine minnet duyulması gerektiǧinin
bakışları ile verirdi. Böylece ailenin namusunun, bir kez daha onlar tarafından
korunduǧu, o çatı altında yer alan herkes tarafından idrak edilirdi.
İkinci korku ise milli eǧitim adı
altında, kürtçe konuşup konuşmadığımızın takibatını yapan, eǧitim adına küçücük
bedenlerimizi falakaya yatıran, üşümekten donmak üzere olan parmaklarımızı bir
araya getirip, üzerine uzun cetvel ve sopalarla var güçleri ile vuran
öǧretmenlerdi. Bu iki korku babalarımızdan ve annelerimizden duyduǧumuz
korkuların çok ötesindeydi. Öğretmenlerin korkusunun da, o minnacık
bedenlerimizde, pır pır atan yüreklerimizdeki tahribatı, en az jandarmaların
sebep oldduǧu kadar büyüktü.
Şimdilerde
zorunlu, dayatma derslerin müfredata eklendiǧi, anlamını bilemediǧim 4+4+4 ile
daha çişlerini dahi tutmakta zorlanan minik yavruların perişan edildiǧi, yeni
bir sisteme geçildiǧini görüyoruz. Bizim o zamanlar bütün hücrelerimizde
alabildiǧine hissettiǧimiz korkular, günümüzde daha da
küçük yaşlarda milli eǧitim bünyesinde, kalıplara dökülen şimdiki öǧrencilerin
duyduǧu, o hasar veren nahoş his daha azdır. Yan yana toplanan onca dört sayısı ile var olan eǧitimin, daha
bir dört dörtlük milli kılınması mıdır amaç?
Doğrusu "Hep abalıya vurmanın" da alemi yok
elbette. Gururla söyleyecek olursak, bizim 78’ler olarak anılan kuşaǧımız; çok
milli olan eǧitim sistemimizden , “it is a pencil” ve ingilizcenin diǧer iki
temel taşı cümlesini azimle koparabildi. Haksızlık mı etmiş oluyoruz dersiniz? Bizim
de kabahatımız büyük olsa gerek, bu konuda
bizler de "ak kaşık“ deǧiliz, kanaatini de taşımıyor deǧilim. Milli
Eğitimimizin o coşkun ve mürekkep mavisi deryasından, ancak elimizdeki kıçı
kırık, delikli maşrapamızın alabildiği kadarını alabildik. "Oxfort vardı." Ama gittiğimiz halde, biz milli ilim ve
irfandan yeterince istifade edemedik, belkide! O halde; "Vermeyince mabud neylesin
mahmut." da denebilir. Bu gezi yazısı ile maksadım Londra’yı, dilim
döndüǧünce biraz olsun anlatmaktı. Sanırım aktarmaya çalıştıklarımın, bu dünya şehri ile
pek ilgisi olmadı, farklı bir tarafa yöneldi.
Ama , unutmadan söyleyim, LONDRA GÜZEL. Julius Sezar'ın dediği gibi; WENI – WIDI – WICI! Geldim – gördüm – yendim. Sezar'ın olabilir, ama bizim
kimi, ne için yenme gibi bir
derdimiz yok.
Aydın Yılmaz
Amsterdam, 14 Ekim 2012
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder