17 Ekim 2012 Çarşamba

IT IS A PENCIL



 IT IS A PENCIL

          Mürekkep yalandığı söylense de, böyle bir eyleme ne yazık ki tanık olamadığımız okullarda; öğretmenlerimiz (laf aramızda ingilizce öğretmenleri eğer bayansa, farklı ve güzel de oluyorlardı, her ne hikmetse) "It is a pencil- It is a book- I am Mr. Brown" demesini, çok şükür öğretmişlerdi. Bizler de bütün bu yoǧun ve karmaşık bilgi hazinesini hafızalarımıza kazımıştık. Gelinen aşamada, edindiğimiz derin tecrübe odur ki; bu üç ulvi mübarek cümleyi bir çırpıda, hiç dil sürçmesine mahal vermeden, peş peşe sıralayabilmeniz halinde, Londra’nın ortasından yılan kıvrımları ile geçen, Times nehrinin bir kıyısından diǧer yakasına sorunsuz geçebilirsiniz. Bu arada bilinen İngiliz kibarlığı ve nezaketine bir nebze de olsa katkıda bulunup, entegre de olmak gibi bir emelinizin varlıǧı nüks etmişse,  "hello" demeyi de unutmamanız gerekmektedir. Saǧolsunlar, o zamanlar "güzel, şimdilerde yaşlı olan- ömürleri uzun olsun- Allah, minnet borcumuzun olduğu bütün ingilizce öğretmenlerimizden de razı olsun. "Ana ve babalar kadar kutsallıkları şarkılara tema olan siz öǧretmenler, bizlere; dünyanın hiç bir yerinde “milli” olmayan, fakat bütün ülkelerin bu nedenle hasetinden çatır çatır çatladıǧı, oysa ülkemizde; ingilizce, matematik, fizik, biyoloji ve diǧer bütün dersleri, ultra "milli" olan Türk eğitim sisteminin, o mağrur ve  “çıt kırıldım”  çatısı altında, bizlere bu kadar bilgiyi aktarmasaydınız, ne yapardık?  Elbette perperişan olurduk, bu İngiliz ellerinde.
          Bizim küçük olduǧumuz yaşlarda; İç Anadolu'da bulunan Kürt kökenli çocukların, bu uçsuz bucaksız bozkırda, iki büyük korkusu vardı. Birincisi köylerimize ansızın baskın yapıp, evlerde bulunan silahların aramasını yapan jandarmalardı. Çocukluǧumuz bu korkunun travmaları ile geçti. Jandarma denilen silahlı, külahlı, haki renkli tek tip elbiseli, yakalarında bazı işaretlerin bulunduǧu; acımasız, genelde kendilerinden biraz daha yaşlıca ve üniformaları daha yeni olan bir kişinin pervasız komutları ile hareket eden, yanık, esmer, soǧuk suratlı ve dik bakışlı; köylere çil yavruları gibi bir anda yayılan büyük gruplar halindeki askerlerdi. Bakıldıǧında, çil yavruları deǧil de, dinasorlar gibi evlerimize yayılan askerlerin,  arama yaptıǧı, o zamanlar internet veya mobil telefonlar olmamasına raǧmen, yine de kara haber çok kısa bir sürede yayılırdı. Babalarımızın ne için taşıdıkları belli olmayan silahlarını annelerimiz alıp, bir yerlerinde sakladıkları  zaman, biraz olsun rahatlardık. Silahın artık bulunmayacaǧını, babalarımızın yakalanıp, hapislere atılmayacaǧı korkusunu, bir köşede hasta numarası yapıp, yerinden kıpırdamadan, üstünün erkeklerden oluşan jandarmalar tarafından aranmayacaǧı garantisinin bulunduǧu annelerimize bakışlarımızı korku ile yöneltirdik. Annelerimizin, adeta su terazisi ile kalem gibi dizip, bir varlık göstergesi olan; misafirler için ayaklı, uzun ve tahtadan yapılmış, sedir türü yükseltilerin üzerine, büyük bir özenle katlayıp, koydukları bütün yataklar yeşil kurbağalar tarafından indirilir, etraf didik didik edilirdi. Evler bir harabeye döner, yumurtalarının üzerinde kuluçkaya yatan annelerimiz, suçlu gözlerle olup bitene ve jandarmalara bakar, hastalık numarası ile daǧılan evinin üzüntüsünden inler ve çaresizce oldukları yerde kıpırdamazlardı. Jandarmaların köyden ayrılmaları ile birlikte, annelerimiz üzerlerine kuluçkaya yattıkları halde çoǧalmayan silahları tekrar babalarımıza, kendilerine minnet duyulması gerektiǧinin bakışları ile verirdi. Böylece ailenin namusunun, bir kez daha onlar tarafından korunduǧu, o çatı altında yer alan herkes tarafından idrak edilirdi.
          İkinci korku ise milli eǧitim adı altında, kürtçe konuşup konuşmadığımızın takibatını yapan, eǧitim adına küçücük bedenlerimizi falakaya yatıran, üşümekten donmak üzere olan parmaklarımızı bir araya getirip, üzerine uzun cetvel ve sopalarla var güçleri ile vuran öǧretmenlerdi. Bu iki korku babalarımızdan ve annelerimizden duyduǧumuz korkuların çok ötesindeydi. Öğretmenlerin korkusunun da, o minnacık bedenlerimizde, pır pır atan yüreklerimizdeki tahribatı, en az jandarmaların sebep oldduǧu kadar  büyüktü.

          Şimdilerde zorunlu, dayatma derslerin müfredata eklendiǧi, anlamını bilemediǧim 4+4+4 ile daha çişlerini dahi tutmakta zorlanan minik yavruların perişan edildiǧi, yeni bir sisteme geçildiǧini görüyoruz. Bizim o zamanlar bütün hücrelerimizde alabildiǧine hissettiǧimiz korkular, günümüzde daha da küçük yaşlarda milli eǧitim bünyesinde, kalıplara dökülen şimdiki öǧrencilerin duyduǧu, o hasar veren nahoş his daha azdır. Yan yana toplanan onca dört sayısı ile var olan eǧitimin, daha bir dört dörtlük milli kılınması mıdır amaç?
          Doğrusu "Hep abalıya vurmanın" da alemi yok elbette. Gururla söyleyecek olursak, bizim 78’ler olarak anılan kuşaǧımız; çok milli olan eǧitim sistemimizden , “it is a pencil” ve ingilizcenin diǧer iki temel taşı cümlesini azimle koparabildi. Haksızlık mı etmiş oluyoruz dersiniz? Bizim de kabahatımız büyük olsa gerek, bu konuda bizler de "ak kaşık“ deǧiliz, kanaatini de taşımıyor deǧilim. Milli Eğitimimizin o coşkun ve mürekkep mavisi deryasından, ancak elimizdeki kıçı kırık, delikli maşrapamızın alabildiği kadarını alabildik. "Oxfort vardı." Ama gittiğimiz halde, biz milli ilim ve irfandan yeterince istifade edemedik, belkide! O halde; "Vermeyince mabud neylesin mahmut." da denebilir. Bu gezi yazısı ile maksadım Londra’yı, dilim döndüǧünce biraz olsun anlatmaktı. Sanırım aktarmaya çalıştıklarımın, bu dünya şehri ile pek ilgisi olmadı, farklı bir tarafa yöneldi.
Ama , unutmadan söyleyim, LONDRA GÜZEL. Julius Sezar'ın dediği gibi; WENI – WIDI  WICI!   Geldim – gördüm – yendim. Sezar'ın olabilir, ama bizim kimi, ne için yenme gibi bir derdimiz yok.


Aydın Yılmaz

Amsterdam, 14 Ekim 2012





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...