MAÇ
Eriştiǧimiz
zaman diliminde, büyük şair Cahit Sıtkı Tarancı’nın “otuz beş yaş” şiirindeki
ömür belirlemesi geçerliliǧini yitiriyor. Hayat
dediǧimiz amansız karşılaşma, otuz beşerlik, taş gibi sert yeşil bir Grandy Smit elmasının iki
yarısından oluşmuyor, artık. Kan ter içinde oynamakta olduǧumuz maçın
uzatmalarının da, insan denilen müthiş makinanın ömrüne katılması
ile, aǧır aǧır çıktıǧımız merdivenlerin sayısı olan yarı yol, ortalama kırklara
ve daha üstlere yükseldi. İştahla ısıra durduǧumuz elmamız daha da büyüye
dururken, daha çok 'faul', hata yapıyor, aciz durumda olanları iliklerine kadar
sömürüyor, doymuyor, birbirimize çelme takıyor, başkalıkları tanımıyor,
kuyruklu çirkin bir maymun oluyor; görmüyor – duymuyor – susuyor, insan olmanın
temel taşlarından olan hoşgörümüzü sıfırlıyor, kimseyi insan yerine koymuyor,
oluşturduǧumuz mozayiǧin güzelim farklı renklerini, alabildiǧine bir kabalık ve
zorbalıkla kendi tekdüze rengimize boyamaya çalışıyoruz. O denli gayri insani
davranıyoruz ki; haliyle akıllara olur olmaz soru işaretleri gelip, yerleşiyor.
Sizce de,
yukarılardaki hakem midir acep, avurtlarını şişirerek, düdüǧünü tiz bir uǧultu
ile uzun uzun öttürüp, bizleri cezalandıran. Belki de: A. Huxley’in
söylediǧi gibi: “Bu dünya, başka bir gezegenin cehennemidir.” Patronlar ve
bilumum varsıllar, fakir insanların ‘zebaniliǧini’ üstlenip,
savunmasızlara her türlü cefayı reva görüyorlar. Dünya haricinden gelen
bizler, sadece peşimiz sıra gelen sessiz gölgelerimizi alıp gideceǧimiz,
cehenneme çevirdiǧimiz “kavanoz kıçlı” gezegenimizde, kıyasıya birbirimizin
daha çok canını yakarak, verilen uzatmaları oynuyor, insanlıktan ve asıl cennet
kılınması gereken yeryüzündeki cennetten, her geçen gün daha da uzaklaşıyoruz.
Varsıllar
olarak da bilenen tufeyli zümre; rakipleri olan yoksullar, tam gol ataǧına
geçtiklerinde, kendilerine ya haksız yere penaltılar veriliyor
veya ‘offsite’ denilerek, bu eylemleri yok sayılıyor. Kalelerin arka
taraflarını dolduran milyonlarca yoksul, yaşanan onca haksızlıǧı,
adaletsizliǧi, baskıyı ve dipsiz uçurumlar oluşturan eşitsizliǧi yuhalayarak
protesto etseler de, olup biten yine küçük bir azınlıǧın; “dediǧim
dediǧi” oluyor. Kırmızı kartlar yine, diǧer zümre ile oransız
çoǧunluǧu oluşturanlara gösteriliyor. İnsanlar hak etmedikleri, iç acıtan,
dramatik - perişan sürdürdükleri bir hayatı, doǧduklarına pişman, çocuklarına
ve büyüklerine karşı olanaksızlıklarından utanç duyarak yol alıyorlar.
İşin
diǧer boyutu da, çekilen onca sıkıntı yetmezmiş gibi, sökün eden yaşlanma ile birlikte
gelen, hastalıklar ve yetmezlikler, atalarımızın 'Cizlavat' marka soǧuk kuyu' da denilen, vıcık vıcık terleten lastik ayakkabılarla, günümüzde ise yırtık
kunduralarla, ürkekçe ayak bastıǧımız gezegenimizi, daha da çekilmez hale
getirmesidir. Bedenlerdeki milyonlarca hücrenin yok
olma tehlikesi ile yavaş yavaş büyük bir dinginliǧin hissedildiǧi bu aşamada,
kıpırtılar yok denecek bir seviyeye inerken, ‘sönmüş kireç’ olma dönemi
başladıǧı zaman, en küçük kıpırtılar, kabarcıklar ortadan kalkar. “Oyun
bittiǧinde, şah da piyon da aynı kutuya girse” de, aradaki farklılık
kıyaslanamaz. Kimilerinin, “cinsel yolla bulaşan ölümcül hastalıǧın adı,
hayattır” dedikleri süreç, kale arkasındaki seyircileri için, çoǧu zaman onur
kırıcı olabiliyor.
“Ömür
üç gündür.” diyenler de yok deǧil. Dün yaşanmış, yarın muǧlak, yaşanacaksa ,
bugün yaşanmalı. İnsanca yaşandıǧında, gelin güzelliǧinde olan hayat, alımlı bir gokkuşaǧının bütün renklerini barındırmalı. Biz yine de “sol memenin altındaki cevheri” ve çeşitli modellerde traş ettiǧimiz
“enseleri karartmamak” lehimize olsa gerek.
Amsterdam, 7 Aralık 2012
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder