KIRKLAR DAĞININ SUZİ’Sİ
Tanrı; insanlığın kendi kontrolünün dışına çıktığını ve her ne zaman
gidişatın hiç te iyiye gitmediği sezgisine kapıldığında, kullarını doğru yola getirmek
için, bir talimatname misali kuralların tek tek yazılı olduğu, art arda
gönderdiği kutsal kitaplarında, Cennetin yeri olarak Dicle ve Fırat
nehirlerinin arasında yer alan Mezopotamya’yı belirledi. Dünyanın en verimli
topraklarının yer aldığı bu iki nehrin arasındaki bölge, gelmiş geçmiş en büyük
ve belki de en fazla sayıda uygarlığa kucak açarak ev sahipliği yapmıştır. Her iki ırmak da yıllar yılı, yorulmaksızın gürül gürül coşku ile akarlar. Dicle nehri yöre halkından o kadar çok can
almıştır ki, o nedenle bölge insanı bu azgın suya “Allah’a giden yol” adını
vermiştir. Yeryüzünün en nadide bölgelerinden biri olan medeniyetler beşiği
Mezopotamya’da beş bin yıl birlikte yaşayan halklardan biri Kürtler ve bir
diğeri de Akad, Asur, Babil ve Aram uygarlıklarının mirasçıları olan Süryanilerdir.
Bu iki kadim halk Mezopotamya’da binlerce yıl barış ve huzur içinde birlikte
yaşadılar. Her defasında “Tanrı ne verdiyse” deyip. birbirlerinin mütevazi
sofralarına bağdaş kurup, oturdular. Sevecenlikle sunulan köpüklü acı
kahvelerini içtiler, matem günlerinde ellerini omuzlarına koydular, acılarını
paylaştılar, teselli oldular, mutluluklarına ortaklık ettiler, kirvelik
yaptılar, düğünlerinde al mendiller sallayarak halaylarının başını çektiler ve
bayramlarında, karşılıklı kardeşlik duyguları ila sımsıkı kucaklaştılar.
Süryaniler ve Kürtler hayatın her alanında, birbirlerinin yaşamlarında yer
aldıkları gibi, her iki halkın gençleri arasında da dillere destan büyük
aşklar yaşandı. Bu aşkların en acı ve yürek yakanlardan biri de, Kürt
delikanlısı Adil ile Süryani kızı Suzan arasındaki destanlaşan aşktır. Bu aşk
türkülerle günümüze kadar söylenerek yaşatıldı.
Diyarbakır’ın önemli zenginlerinden olan Süryani Kuryakos Bey ve Bayan
Miryam çiftinin mutlu evliliklerinin üzerinden yıllar geçmesine rağmen
çocukları olmaz. Bir evlat sahibi olmayı her şeyden daha çok istedikleri için
gitmedikleri kapı, doktor, başvurmadıkları dergah ve gidip mum yakıp, yalvar
yakar dualar etmedikleri kilise kalmadı. Sorunlarına ne çarmıhtaki zavallı
görünümlü İsa veya kucağındaki bebeği ile ihtişamlı kiliselerdeki Meryem Ana
heykelleri yardımcı oldu. Bütün kalpleri ile Tanrıya yalvarmaları, duaları ve
çabaları olumlu bir sonuç vermedi. Diyarbakır’da bu çok varlıklı çiftin, bu
önüne geçilemeyen arzuları dört bir yanda herkesin malumu oldu. Onların bu
mutsuzluklarına gönlü rıza göstermeyen, çok iyi insanlar olduğu, herkese yardım
elini uzattığını bildiği Süryani aileye, Hançepek Mahallesinde küçük bir gecekonduda oturan, Reşo bir
çare olabilmek amacı ile yola düştü. Yorgun argın Kuryakos Bey ve Bayan
Miryam’ın kapısını tıklattı. Evin hizmetkarı kadın avurtları çökük, cılız görünümlü Reşo’yu
alıp, ev sahiplerine götürdü. Reşo bekleme esnasında kendisine
sunulan, yudumladığı şerbeti bir yana bırakıp, çiftin kendisine doğru geldiğini
görünce saygısını sergileyen bir tavırla ayağa kalktı. Çift bu yoksul adamın ne
için gelip, kendilerini görmek istediğini çok merak ettiler. Karı koca, Reşo ile kibarca
tokalaşırken Kuryakos Bey hafiften başını eğip, sağ elini göğsünün sol yanına götürüp bastırdı.
tokalaşırken Kuryakos Bey hafiften başını eğip, sağ elini göğsünün sol yanına götürüp bastırdı.
“Hoş geldiniz, nasılsınız, hayır ola, umarım önemli bir sıkıntınız yoktur?
Sizin için ne yapabilirim?” diye sordu.
“Yok beyim, canınızın sağlığı, herhangi bir sıkıntım yok. Ama ben sizin var
olan sıkıntınızın giderilmesi için, haddim olmayarak bir tavsiyede bulunmaya
geldim. Zira duyduğuma göre çok iyi insanlarsınız. Sizler de elbette mutlu
olmalısınız. Sizin de yüzünüz olabildiğince gülmeli. Ben derim ki, son çare
olarak, bir de Kırklar Dağının ardındaki ziyarete gidip, orada adak adayın ve
bütün kalbinizle bir de orada dualar ediniz. Allah yardımcınız olsun, belki
dualarınız kabul olur ve sizin de yüzünüzdeki solgunluk, yerini büyük
gülümsemelere bırakır. Sizler dediğim gibi iyi insanlarsınız ve bu
mutluluğu hak ediyorsunuz.” Kuryakos Bey ve Bayan Miryam’ın yüzlerine tatlı bir
gülümseme, narin rengarenk kanatlı bir kelebek misali gelip, kondu. Bu yoksul
insanin iyi niyeti ve insani güzelliği kendilerini hayli mutlu etti.
Kuryakos Bey elini şefkatle Reşo’nun omuzuna koydu ve müteşekkirliğini ince
bıyıklarının altında muhafaza ettiği gülümsemesini daha da belirginleştirerek,
misafirine yansıttı.
“Size ne kadar teşekkür etsek azdır. Yüreğimize serin sular serptiniz.
Kendi kendinize bizim sıkıntılarımızı kendi sorunlarınızmış gibi oturup, bunun
üzerinde düşünmeniz ve çözümler aramanız, insani büyüklüğünüz
karşısında doğrusu diyecek tek söz bulamıyorum. Kırklar Dağının ardındaki
ziyarete yarın güneş doğar doğmaz mutlaka gidip, adakta bulunacağız. Size de
duacı olacağız. Bu arada bir şeyler yemek ister misiniz? Her hangi bir ihtiyacınız
var mı?” Reşo hiç bir ihtiyacının olmadığını söyleyip, ısrar etse de
çocuklarına ve karısına hediyeler yaptılar, büyük bir zorlama ile ceketinin
cebine harçlık koydular.
O gece Kuryakos ve Miryam için gün ışımak nedir bilmedi. Yüreklerine gelip
sımsıkı hapsettikleri umutla yataklarında dönüp, durdular. Şafakla birlikte
uyanıp, hazırlıklarını tamamlayıp, yola koyuldular. Kurbanlarını adarlarken, baklava,
börek, bumbar, kavurma, kebap, şerbet ve her türlü sunumu orada bulunan
yoksullara yapıp, hep birlikte Tanrıya sığınıp, uzun uzun dualar ettiler.
Çok geçmeden Madam Miryam hamile kaldı. Üç gün üç gece süren büyük
şenliklerle bu güzel haber kutlandı, fakirlere hediyeler dağıtıldı. Sonunda
istekleri Tanrı tarafından kabul görmüştü. O’na minnettarlık duygular ile
günlerce dua ettiler. Doğum günü gelip çattığında madam Miryam heyecandan
ölecek gibi oldu. Ve o gün Tanrının kendilerine bahş ettikleri
muhteşem varlığı kucağına alıp, koklayacaktı.
Uzun süren zorlu bir doğumun ardından, Madam Miryam’ın kulaklarında cıyak
cıyak bir ağlama sesi duyuldu. Kar beyazı büyük bir havluya sardıkları bebeği itina ile
kucağına aldı. Göz yaşlarına boğuldu. Akan damlalardan biri gelip, nur topu
gibi olan kızının anlına damladı. Kuryakos Bey uzun uzun kızına baktı,
karısının elini sıkarken, büyük bir gururla kafasını yukarı kaldırarak, bir kez
daha Tanrıya şükranlarını iletti.
Güzeller güzeli kızlarına Suzan adını koydular. Zaman su gibi akıp gitti.
Suzan’ın her doğum gününde Kırklar Dağının ardındaki ziyarete gittiler ve
adaklar adayıp, ziyafetler verdiler. Suzan’ın ailesi bunu bir gelenek haline
getirdi. Bir periyi dahi kiskandiracak olan kızları inanılmaz bir güzellikteydi ve Diyarbakır’lı bütün gençlerin
yüreklerinin sızısı haline geldi.
Bir Kürt genci olan Adil de Suzan’a gönlünü kaptıranlardandı. Gözü her
nerede Suzan’a ilişse ayağının altından toprak kayıyor gibi bir hisse kapılıp,
yüreği göğüs kafesine sığmıyor, gümbür gümbür çarpıp, olduğu yerden fırlamak
istiyordu. Kara yağız, bıyıkları yeni terleyen, çiçeği burnundaki filinta gibi
delikanlı, gönlüne söz geçiremiyordu. Suzan da aynı şekilde Adil’e uslanmaz gönlünü
kaptırdı. Bir anlık da olsa O’nunla bir araya gelip, gözlerinin içine bakmak ve
ellerini Adil’in elleri ile buluşturmak için yapmayacağı şey yoktu. Gün gelip
te Suzan on sekiz yaşına geldiği zaman bütün hazırlıklar yapılıp, adaklar
adamak için Kırklar Dağının ardındaki ziyarete gidecekleri gün, Madam Miryam hastalanıp,
ateşler içinde yataklara düştü. Ne yaptıysa yatağında doğrulamadı. O nedenle kızını
evin hizmetçileri ile birlikte ziyarete gönderdi. Bunu haber alan Adil de
soluğu ziyarette aldı. Haber salıp, kuytuluk bir yerde buluştular. Elleri
birbirine kenetlendi, canlar buluştu, kor gibi yanan dudakları kaynaştılar, Suzan’in uzun saman
sarısı dalgalı saçları Adil’in yüzünde dolaşıp, boynuna dolandı. Aşıklar
yüzlerce yıldır kavuşamamışlar gibi birbirlerine sıkı sıkıya sarıldılar. Nefesleri birbirine karıştı. Öyle bir an geldi ki,
bulundukları yeri ve her şeyi unutup, sevdalarının coşkulu büyüsüne kendilerini
kaptırmaktan alıkoyamadılar. Sere serpe uzandığı ince kumların üzerinde, geriye Suzan’ın oldukça biçimli kalçalarının ve ince belli sırtının izi derince kaldı.
Aşıklar başlarını döndüren bu buluşmadan ayrılmak üzere iken, ansızın büyük
bir felaket oldu ve ceylanlar gibi seken, dünya güzeli Suzan ziyaretin gazabına
uğradı. Dicle üzerindeki on gözlü köprüden aşağıya düşüp, Diclenin azgın
sularına karıştı. Dicle suları bir kez daha iki sevgiliyi ayırdı. Sevgilisinin
sulara kapıldığını gören Adil o an aklını yitirdi. Günlerce sevdiği için yürekleri
dağlayan ağıtlar yaktı ve yarini yitirmenin derin acısı ile bilinen Suzan
Suzi türküsünü dillendirdi ve azgın Dicle boylarında yanık sesi ile günlerce adeta
inledi.
“Kırklar dağı'nın yüzü
karanlık sardı düzü
Kör olasan Suzan Suzi
ziyaret çarptı bizi
karanlık sardı düzü
Kör olasan Suzan Suzi
ziyaret çarptı bizi
Köprü altı kapkara
anne gel beni ara
saçlarım kumlara batmış
tarak getir de tara
anne gel beni ara
saçlarım kumlara batmış
tarak getir de tara
Köprünün orta gözü
sular apardı düzü
ben öleydim Suzan suzi
Dicle ayırdı bizi”
sular apardı düzü
ben öleydim Suzan suzi
Dicle ayırdı bizi”
Çok geçmeden sevdiğinin yokluğuna daha fazla dayanamayan Adil de suçluluk duyguları ile
kendisini “Allah’a giden yol” olan Dicle’nin sularına bıraktı. Bu aşk Suzan
Suzi türküsü ile ölümsüzleşti.
Amsterdam, 16 Temmuz 2015
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder