TOPAÇ
Yazılmadık ne kaldı? Gecenin kırkının kırkında,
kafasının derinliklerinde bir topaç misali dönüp duran soru idi bu. Kaygan zeminde şaşılası bir hızla dönmeye devam eden topaca, Baran oğlan
bir yandan akan burnunu çekerken, bir yandan da kamçısını ustaca, olanca gücü
ile vurdu. Topaç biteviye kavisler çizip etrafına bir renk yelpazesi saçarak
döndü. Yatağına yatmak üzere uzanan adam çitten binlerce koyunu kazasız belasız
atlattığı halde, uyku göz kapaklarının altından süzülüp, bütün istemine ve
uğraşılarına rağmen giremiyordu. Hızla topaca değen kamçının sesini, yattığı
yerden O da duyar gibi oluyordu. Kafasının içinde O’nu yiyip bitiren soru da aynen
Baran oğlan’ın tokacı gibi hızla dönüyordu. Bir kez daha kendi kendisine sordu.
“Yazılmadık ne kaldı?” Yaşam enine boyuna incelenmeden kaleme alınmıyor.
Düşünceler kağıda döküldüğü andan itibaren kalıcı hale gelip, o andan itibaren
değer kazandığına göre, ne yapıp yapıp yazmak gerekiyordu Eteğindeki bütün taşları
döküp dökmediğini aklından geçirdi. Bu kadar az mı taşı vardı? Belki de bunlar
taş bile sayılmazdı. Yok canım, o kadar da değildi. Taş olmasalar dahi,
herhalde kum taneleri de sayılmazlar, diye düşünmekten kendisini gayri ihtiyari
alıkoyamadı.
Uykusu elinden kanat çırpan bir kuş misali kaçıp,
uzaklaştı. Karanlıkta tatlı bir horultu ile mışıl mışıl uyuyan karısını dinledi, bir
müddet. Ne güzel, anında uyku moduna geçiş için, kendisinde bulunmayan bir
düğmesi vardı, galiba. Oda karanlık olmasa, bir de tavanda direkler olsa idi, en
azından direklere bakar, onları sayar veya üzerindeki budak izlerinden kendince
şekiller çıkarırdı. Topaç dönüyor mu hala? Evet… Evet dönüyor. Hem de bütün
hızıyla. Kamçı sesi ne ise de, ya Baran’ın burnunu çekişi dayanılır gibi
değildi.
Her şey yazılmış olamazdı. Kıyıda köşede gizlenmiş olan
temalar mutlaka vardı. Yazmak için bir konu bulmak üzere, kafasında bildiği
bütün zulalara baktı. Hatta yattığı yerden evdeki bütün çekmeceleri karıştırdı.
Olmadı. Anında memleketine ışınlandı. Anadolu’yu ışık hızı ile bir baştan bir
başa dolaştı. Mevsimlerden bahardı. Çiğdemler, papatyalar, nergisler ve gelincikler
topladı. Kengerlerden sakız yaptı. Tavşanların peşinden koştu. Kurtlara ve
tilkilere kocaman gülümsedi. Yüreğinin yağını yakan dost ziyaretlerinde
bulundu, Halil İbrahim sofralarına oturdu, buğulu rakı kadehini
tokuşturduklarının dertlerini dinledi, acılarını ve mutluluklarını paylaştı,
sımsıkı kucaklaştı, tokalaştı, acı kahveler içti. Ama ne Baran oğlanın topacı
dönmemezlik etmeyip durdu, ne de kafasında beynini kemiren soru.Dünya tatlısı karısı
horlamaya devam ediyordu. Yazılmadık ne kaldı?
Dünyada milyonlarca insan elinde kalem, yüzlerce
dilde, yüreklere hitap eden en güzel kelimeleri büyük ustalıkla bir araya
getirip, Baran oğlanların topaçlarının dönmesine hem de hiç aldırmadan, yazma
yolu ile kafalarındaki soruyu kovalayıp, üzerlerindeki ağırlığı bir tarafa
atıyorlar. Çok uzun zaman biriminin akabinde, üzerlerindeki yükü atabilmelerinin
oldukça değerli getirisi olan ürünlerini gururla imzalayıp, sevgi ve saygıları
eşliğinde, sırada kuyruk oluşturan okuyucularına tatlı bir gülümseme ile
uzatıyorlar.
Bugüne değin o kadar çok şey yazıldı ki. Her eli kalem
tutan kendince; “acaba yazılmadık ne kaldı” sorusuna bir yanıt bulup, yazma
eylemine koyuldu. Aşkın, sevdanın bin bir türü, ak güvercinler, zeytin dalları,
barış, kardeşlik, doğanın her hali, çayır çimen, karıncalar, sararıp solan yaprağın
dalından düşüşü, dağ, taş, annelerin gözyaşı, sıla özlemi, halkları için yola
çıkanların şanlı direnişleri, yarin nazı, işvesi, cilvesi, gamzesinin
güzelliği, saçlarının lülesi-buklesi, baharın gelişi, lapa lapa yağan kar,
çağlayan dereler, arıların vızıltısı, kanat çırpan kelebekler, börtü böcek.
Atına atlayarak, uzun ipek yelesine yapışıp, kendince bir adalet sağlamak
isteği ile sarp dağlara vuran eşkıyanın destanı, “İnce Memed” olup yazıldı.
Hiroşima’da ölen, ama çocuklar şeker yiyebilsin ve öldürülmesin diye, kapıları
birer birer çalıp imza toplayan Japon kız çocuğu, görüşmecinin; demir
parmaklıklar ardında yarinin hasretinden prangalar eskiten, Kürt diyarından,
“uyy havar” diye bağıran ve dağlardan sesinin en yüksek tonu ile şehirlere
seslenen, sigarası karanfil kokan adama götürdüğü yeşil soğan, Fransız
ellerinde güzelliklerinin anlatımı mümkün olmayan Elsa’nın gözleri insanı mest
edecek şekilde yazıldı. Bu yazılanlardır ki, Küçük Prens görmenin gözle
olmadığını, bunun bir yürek işi olduğunu gösterip, büyük bir yanılgıdan bizleri
kurtardı. Böylelikle bir gerçek daha gün ışığına çıktı.
Ne güzel insanın çalakalem, dizginsiz, bir çırpıda
yüreğinden geçenleri önce imbiklere biriktirip, sonrasında yazın yolu ile unutulmayacak-kalıcı
hale getirmesi. Bir atasözünde bu aynen şöyle vurgulanır. “Alim unutmuş, kalem
unutmamış.”
Baran oğlanın kırbacının sesini uzandığı yerde duyan
ve kendince, mavi gözlü dev şairin de dediği gibi; “bizim tarafta olmaya ve
yeni bir alemden yana olmaya çalışan” adamın kafasında aynı soru durmaksızın
dönüyordu. Büyük bir girdabın içinde buluyordu kendisini. Bir şeyler mutlaka vardır. Kalemin ucu kör kalmamalı, açılıp yürekten
damıtılanları ak kağıt üzerine kıvrak bir raksla aktarmalı, tabi kafamız
elimizin ne yazacağına hükmederse. Yazılmadık ne kaldı? Bundan sonrasında yazılmak
üzere kalan salt güzellik olsun.
Kalemlerin mürekkebi daim olsun.
Amsterdam, 16 Nisan 2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder