16 Nisan 2016 Cumartesi

TOPAÇ






TOPAÇ

Yazılmadık ne kaldı? Gecenin kırkının kırkında, kafasının derinliklerinde bir topaç misali dönüp duran soru idi bu. Kaygan zeminde şaşılası bir hızla dönmeye devam eden topaca, Baran oğlan bir yandan akan burnunu çekerken, bir yandan da kamçısını ustaca, olanca gücü ile vurdu. Topaç biteviye kavisler çizip etrafına bir renk yelpazesi saçarak döndü. Yatağına yatmak üzere uzanan adam çitten binlerce koyunu kazasız belasız atlattığı halde, uyku göz kapaklarının altından süzülüp, bütün istemine ve uğraşılarına rağmen giremiyordu. Hızla topaca değen kamçının sesini, yattığı yerden O da duyar gibi oluyordu. Kafasının içinde O’nu yiyip bitiren soru da aynen Baran oğlan’ın tokacı gibi hızla dönüyordu. Bir kez daha kendi kendisine sordu. “Yazılmadık ne kaldı?” Yaşam enine boyuna incelenmeden kaleme alınmıyor. Düşünceler kağıda döküldüğü andan itibaren kalıcı hale gelip, o andan itibaren değer kazandığına göre, ne yapıp yapıp yazmak gerekiyordu Eteğindeki bütün taşları döküp dökmediğini aklından geçirdi. Bu kadar az mı taşı vardı? Belki de bunlar taş bile sayılmazdı. Yok canım, o kadar da değildi. Taş olmasalar dahi, herhalde kum taneleri de sayılmazlar, diye düşünmekten kendisini gayri ihtiyari alıkoyamadı.
Uykusu elinden kanat çırpan bir kuş misali kaçıp, uzaklaştı. Karanlıkta tatlı bir horultu ile mışıl mışıl uyuyan karısını dinledi, bir müddet. Ne güzel, anında uyku moduna geçiş için, kendisinde bulunmayan bir düğmesi vardı, galiba. Oda karanlık olmasa, bir de tavanda direkler olsa idi, en azından direklere bakar, onları sayar veya üzerindeki budak izlerinden kendince şekiller çıkarırdı. Topaç dönüyor mu hala? Evet… Evet dönüyor. Hem de bütün hızıyla. Kamçı sesi ne ise de, ya Baran’ın burnunu çekişi dayanılır gibi değildi.
Her şey yazılmış olamazdı. Kıyıda köşede gizlenmiş olan temalar mutlaka vardı. Yazmak için bir konu bulmak üzere, kafasında bildiği bütün zulalara baktı. Hatta yattığı yerden evdeki bütün çekmeceleri karıştırdı. Olmadı. Anında memleketine ışınlandı. Anadolu’yu ışık hızı ile bir baştan bir başa dolaştı. Mevsimlerden bahardı. Çiğdemler, papatyalar, nergisler ve gelincikler topladı. Kengerlerden sakız yaptı. Tavşanların peşinden koştu. Kurtlara ve tilkilere kocaman gülümsedi. Yüreğinin yağını yakan dost ziyaretlerinde bulundu, Halil İbrahim sofralarına oturdu, buğulu rakı kadehini tokuşturduklarının dertlerini dinledi, acılarını ve mutluluklarını paylaştı, sımsıkı kucaklaştı, tokalaştı, acı kahveler içti. Ama ne Baran oğlanın topacı dönmemezlik etmeyip durdu, ne de kafasında beynini kemiren soru.Dünya tatlısı karısı horlamaya devam ediyordu. Yazılmadık ne kaldı?
Dünyada milyonlarca insan elinde kalem, yüzlerce dilde, yüreklere hitap eden en güzel kelimeleri büyük ustalıkla bir araya getirip, Baran oğlanların topaçlarının dönmesine hem de hiç aldırmadan, yazma yolu ile kafalarındaki soruyu kovalayıp, üzerlerindeki ağırlığı bir tarafa atıyorlar. Çok uzun zaman biriminin akabinde, üzerlerindeki yükü atabilmelerinin oldukça değerli getirisi olan ürünlerini gururla imzalayıp, sevgi ve saygıları eşliğinde, sırada kuyruk oluşturan okuyucularına tatlı bir gülümseme ile uzatıyorlar.
Bugüne değin o kadar çok şey yazıldı ki. Her eli kalem tutan kendince; “acaba yazılmadık ne kaldı” sorusuna bir yanıt bulup, yazma eylemine koyuldu. Aşkın, sevdanın bin bir türü, ak güvercinler, zeytin dalları, barış, kardeşlik, doğanın her hali, çayır çimen, karıncalar, sararıp solan yaprağın dalından düşüşü, dağ, taş, annelerin gözyaşı, sıla özlemi, halkları için yola çıkanların şanlı direnişleri, yarin nazı, işvesi, cilvesi, gamzesinin güzelliği, saçlarının lülesi-buklesi, baharın gelişi, lapa lapa yağan kar, çağlayan dereler, arıların vızıltısı, kanat çırpan kelebekler, börtü böcek. Atına atlayarak, uzun ipek yelesine yapışıp, kendince bir adalet sağlamak isteği ile sarp dağlara vuran eşkıyanın destanı, “İnce Memed” olup yazıldı. Hiroşima’da ölen, ama çocuklar şeker yiyebilsin ve öldürülmesin diye, kapıları birer birer çalıp imza toplayan Japon kız çocuğu, görüşmecinin; demir parmaklıklar ardında yarinin hasretinden prangalar eskiten, Kürt diyarından, “uyy havar” diye bağıran ve dağlardan sesinin en yüksek tonu ile şehirlere seslenen, sigarası karanfil kokan adama götürdüğü yeşil soğan, Fransız ellerinde güzelliklerinin anlatımı mümkün olmayan Elsa’nın gözleri insanı mest edecek şekilde yazıldı. Bu yazılanlardır ki, Küçük Prens görmenin gözle olmadığını, bunun bir yürek işi olduğunu gösterip, büyük bir yanılgıdan bizleri kurtardı. Böylelikle bir gerçek daha gün ışığına çıktı.
Ne güzel insanın çalakalem, dizginsiz, bir çırpıda yüreğinden geçenleri önce imbiklere biriktirip, sonrasında yazın yolu ile unutulmayacak-kalıcı hale getirmesi. Bir atasözünde bu aynen şöyle vurgulanır. “Alim unutmuş, kalem unutmamış.”
Baran oğlanın kırbacının sesini uzandığı yerde duyan ve kendince, mavi gözlü dev şairin de dediği gibi; “bizim tarafta olmaya ve yeni bir alemden yana olmaya çalışan” adamın kafasında aynı soru durmaksızın dönüyordu. Büyük bir girdabın içinde buluyordu kendisini. Bir şeyler mutlaka vardır. Kalemin ucu kör kalmamalı, açılıp yürekten damıtılanları ak kağıt üzerine kıvrak bir raksla aktarmalı, tabi kafamız elimizin ne yazacağına hükmederse. Yazılmadık ne kaldı? Bundan sonrasında yazılmak üzere kalan  salt güzellik olsun. Kalemlerin mürekkebi daim olsun.

Amsterdam, 16 Nisan 2016

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...