BİR KERTE DAHA KAL BENDE
*Babalar gününde
“Sen, olgun
kavun!
Ben, delikanlı peynir!
Hemhal olur söyleşirdik.
Genç babam, gencecik babam.
Haydar Ergülen”
Nedendir bilinmez ama, çocukluğundan beri
kavun karpuz bostanlarına vurgundu. Yıllar sonra yaşlı bir halde de olsa,
yeniden fırsat bulup geldiği ve şu an kendisinden geçmiş bir halde dolaşmakta
olduğu kavun-karpuz bostanı O'nu bir kez daha alıp götürdü. Çocukluğunda
bostanları uzaktan seyre dalmaya, güneşin ışınları ile parlayan kavun ve
karpuzların arasında dolaşmaya bayılırdı. Dünya, ömründen çabukça öylesine uzun
bir zamanı alıp gitti ki, gelinen günde, her şey ve herkes dört bir koldan
üstüne üstüne gelip, oldukça yordu O’nu. Mahmut Beyi tarumar edip, bitap
bıraktı. Açık kahve rengi gözlerinin feri kaçtı. Yüzü kuruyan dereler gibi
çizgilerle doldu. Dalgalı saçlarına karlar yağdı. Uzun parmaklı elleri titrer
oldu. Gelip sırtına yuva kuran küçük bir tepeyi andıran kambur da “ben
buradayım”diye sesini yükseltince, işin vahameti biraz daha arttı. İlerleyen
bir yaşta da olsa sonunda elini eteğini her şeyden çekip, ilk fırsatta soluğu
burada, doğduğu topraklarda aldı. Mutluydu ve en nihayetinde gözünde tüten
bostanların arasındaydı.
Onlarca yıldır özlemini duyduğu topraklara, iki büklüm bir halde gelip,
kucak dolusu getirdiği sevginin ışığını, kavun karpuzların arasına, bostan
tarlasının kenarındaki iğde ağaçlarının kokularına serpiştirdi. Otlara dokundu.
Kuşların cıvıltılarına dikkatle kulak verdi. Karınca kolonilerini izledi,
yollarında engel oluşturan küçük çakılları kaldırdı. Gökte uçan turnalara el
sallayıp, yolculuklarının nereye olduğunu sordu. Toprağı avuçlayıp kokladı.
Eline konan uğur böceğini uzun uzadıya inceledi. Gözleri ışıl ışıl oldu.
Üstündeki kasvet yükü uçup gitti. Dünyaya yeniden gelmiş gibi hisseti
kendisini. Alabildiğine geniş boncuk mavisi gökyüzünün altında bahtiyarlığına
diyecek yoktu. Kalbi seri atışlarla, mutluluğunu dillendirip, saklandığı yerden
çıkıp, özgürleşmek ister gibi zorluyordu O’nu. Mahmut Bey bunu sezip, küçücük
bir kız çocuğunun dalgalı saçlarını okşar gibi sol göğsünü sıvazlayıp,
bastırdı.
“Uslu dur oğlum, dur kızım… Olduğun yerde kal, boynu bükük yalnız koyma
beni. Çekip gitme benden. El ele verip, ne denli büyük zorluklara katlandık
seninle. Haksızlıkların önüne Amed’in aşılmaz surları gibi dimdik çıktık.
Gönlümüzün kollarını, sıcacık dostluklara Hevsel Bahçeleri gibi açtık. Dicle ve
Fırat ırmakları olup, sevgi doluluğu ile olabildiğince coştuk. Karıncaların
incinmemesi için pür dikkat kesildik. Serçenin gagasındaki yemi yavrusunun
minik gagasına aktarmasından büyük mutluluk duyduk. Kırlarda bin bir naz içinde
açan gelinciklerin narin yaprakları ile rüzgarda danslarını sevgi ile izledik. Yaşamın yelkenlerimizi rüzgar ile doldurup, hep bildiği limanlara doğru sürüklediği bu gezegende, bordo şarabı dostlar ile kadehlerimizi çınlamaların ardından, güzellikler olsun
diye yudumladık. Onurumuzdan zerre kadar ödün vermeden, insanlık dışı
işkencelere dişlerimizi un ufak edercesine sıkıp, katlandık. O karanlık,
rutubetli hücrelerden dimdik çıktık. Nice zalimi sabrımız, bilgimiz, görgümüz
ve hayat tecrübemizle başımızı göklere değdirerek dize getirdik. Zulmün
kalelerini nice kalem darbeleri ile al aşağı ettik, insanlık ve onur kavgamı
yarım bırakma. Bi yol müsaade et, bayrağımı teslim edeyim, yerlere düşmesin
isterim. Dur oğlum, yağız delikanlım, çakır gözlüm, gül dudaklım, duygu yüklüm,
yorgun bedenimin ince sızısı, kızıl saçlım, dur güzeller güzeli kızım… Yapmam
gerekenler var daha. Yorgun ayaklarımla gitmem gereken yol bitmedi. Toprağıma
istediğim bahar henüz gelmedi. Nice güçlüklerle toplamaya çalıştığım ve saçmam
gereken ışıklar var daha. Delinmesi gereken zifiri karanlıklar bitmedi. Terk
edip, yalnız koyma beni. Olduğun yerde, ne olur bir kerte daha kal bende!”
Sol
göğsünün altındaki fırtınalara ve depremlere yine de aldırmamaya ve tınmamaya
çalışarak, çapalı yumuşak toprakta dolandı. Bostan teveklerine basmamaya dikkat
edip, garip giyimli, yırtık şapkalı korkuluklara alaylı gülümseyip, karpuzları
hastasını muayene eden bir doktor edasında, adeta darbuka çalar gibi parmakları
ile tıklattı. Gelen seslere büyük bir dikkatle kulak verip, ürünün hangi
olgunlukta olduğunu anlamaya çalıştı. Kavunların bir Van Gogh çalışmasını
andıran sarı, yeşil, beyaz ve kırmızının iç içe geçmiş o güzelim renklerine
hayranlıkla bakıp, dallarından koparmadan mis kokularını ciğerlerinin
derinliklerine çekti. Her defasında mest oldu. Sonunda dayanamayıp,
tıkırtılanmalarında tok seslerin geldiği kan kırmızısı bir karpuzu ve güneşte
oldukça büyük paha biçilmez bir elmas taşı gibi ışıldayan bir kavunu kesip,
kendisine yıllardır hasretliği olan ziyafeti çekecekti. Bostan sahibinin oğlu,
köyden uzaktan akrabası olan Osman kulübenin gölgeliğine bir tabure ve sehpa
getirdi, kesilmiş kavun ve karpuz karışımının olduğu tabağı ortaya koydu.
Ardında yaşlı ve genç bir elde yer bulan çatallar, art arda yakalanan kavun
karpuz dilimleri, iştahla beklemede olan midelere indirildi.
Üç
sene kadar önce; yaklaşık elli yıldır, ıp ışıl başlarını bir yastığa koyduğu, ağzının tadının bir an olsun kaçmadığı, huzurun, güvenin ve mutluluğun her daim
yüreklerinin başköşesine bağdaş kurduğu, ayaklarının dibinde her an eridiği, gül yüzlü, bal gözlü, ipek elli, geniş
ufuklu, sırtını yasladığı yıkılmaz kalesi, yoldaşı, hayat arkadaşı Şükran, O’nu
yapa yalnız bırakıp, göğe yükseldi. Belki şimdi de, özlemini duyduğu bu güzelim
bostan tarlasında mest olup, kavun, karpuz ve iğde ağaçlarının kokularını,
zorlayıcı sızılarla tepineduran duygulu yüreğinin yanı başındaki ciğerlerinin
derinliklerine çekerken, “sol memesinin altındaki cevher,” kendisini acımasızca
terk edecekti.
Osman çay demlemek üzere isli çaydanlığa su doldururken, güneş gölgesini
Mahmut Bey’den daha uzun kılarken, tekrar dolaşmak üzere bostanın en uç
noktasına doğru yorgun ayaklarını harekete geçirdi. Alabildiğine bunaltıcı,
sarı bir sıcak hakim olsa da, O bunun farkında değildi. Kuşlar koro halinde
kondukları ağaç dallarında ötüşüp, derin bir tartışma içine girmişlerdi.
Gagaladıkları iğde taneleri patır patır yere düşerken, Mahmut Bey’in
yüreğindeki patırtılar da arttı. Bütün bedenini soğuk bir ter kapladı.
Dayanılmaz bir sızı, güzelliklerle dopdolu yüreğinden bütün bedenine doğru
hızla ilerledi.
Yeryüzünden büyükçe bir tutam ışık
yıldızlara yükseldi. Mahmut Beyin ışıklarını yüklenen büyük bir yıldız kaydı.
Gök kubbenin boncuk maviliği bal rengi bir aydınlığa büründü. Ansızın büyük bir
ahenkle yağan yağmurlar, toprakla buluştu, Anadolunun ücra bir köyündeki
bostanda karpuz teveklerinin üzerine düşen Mahmut Bey’in bedeninin ağırlığından
ezilen dallar tekrar canlandı, yere düşerken vücudunun yerde oluşturduğu iz
yağmur suları ile yok oldu. Dört bir yanı mis gibi bir toprak kokusu sardı.
Ertesi gün çıkan gazetelerde büyük puntolar
ile atılan başlıklarda; Anadolu’nun ücra köylerinin birinde, onlarca kitabın
sahibi ünlü muhalif yazarın, bir bostan tarlasında geçirdiği kalp krizine yenik
düştüğünü ve hayata gözlerini yumduğunu yazdılar.
Amsterdam, 19 Haziran 2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder