8 Eylül 2024 Pazar

KIPRAŞMA


 

 

 

KIPRAŞMA

 

Yıllar önce köyü Camili’den Ankara’ya göç eden, eğitim hayatının ardından da oraya yerleşen Halis Bey, geldiği yörede herhangi bir taziye veya düğüne gitmemezlik etmezdi. Acı günlerinde Camili’de ve çevre köylerde bulunan hemşerilerinin acılarını paylaşır, mutlu günlerinde de onların yanında mutlaka olmak gibi insani ve güzel bir kişiliği vardı.

Köyü Camili’de teyzesinin vefat ettiğini bir sonbahar günü haber aldığı anda olabildiğince çabuk davranıp eşi ile birlikte yüz yirmi kilometre uzaktaki taziye evine geldi. Yol boyunca eşi ile birlikte vefat eden teyzesiyle olan anılarıyla rahmetliyi yad ettiler. Öylesine çok ve güzel anılar biriktirmişlerdi ki, onlar da şaşakaldılar. Onun çok iyi bir insan olduğu konusunda mutabık oldular.

Taziye evi oldukça kalabalıktı. Rahmetli teyzesi hem köyünde hem de çevre köylerde hatırı sayılır bir insandı. O nedenle beklenenin üzerinde insan taziyeye akın etmişti. Halis Bey ve eşi Fadime vefat eden teyzesinin yakınlarıyla hemen görüşüp onlarla kucaklaştılar, gözyaşı döküp acılarını paylaştılar. Daha sonra da ayrı gruplar halinde oturan kadınlar ve erkeklerin yanında yerlerini aldılar.

Erkeklerin oturduğu tarafta Camili’den, çevre köylerden, Ankara ve çevresinden pek çok insan gelmişti. Belediyenin getirdiği taziye çadırında sandalyede oturuyorlar ve kendi aralarında sohbet ediyorlardı. Halis Bey’in yanlarına gelmesi ile taziye sahiplerinden evin büyük oğlu kuzeni Hasan ayağa kalkıp Halis Bey’i buyur etti ve samimi tavırlarıyla onu bir sandalyeye oturttu. Bu sırada cemaatte hazır ve nazır bulunan köy imamı yakasına iliştirdiği mikrofon aracılığıyla Kur’an’dan bildiği “vet tîni vez zeytuni” suresini okudu ve ardından bütün cemaatle birlikte okuduğu klasik “Fatiha Suresi” ile bitirdi. Halis Bey hafifçe öne eğilip baş sağlığı diledi.

Köy İmamı Şükrü camideki hutbelerinde ve böylesi taziye cemaatlerinde dini hikayeler anlatmayı çok seviyordu. Çok geçmeden yeni bir misafir gelmeden çok sevdiği bir hikâyeyi cemaate anlatmak istiyordu. Anlatımı gayet güzel olan ve öyküye kendi kelimeleri ve süslemelerini katmakta usta köy imamı Şükrü yakasındaki minik mikrofona yeniden eğildi.

“Muhterem cemaatimüslimin, yüce dinimizde ibret alınacak pek çok yaşanmış hikâye bulunmaktadır. Bugüne değin bunları camimizde gerek hutbede gerekse bir araya geldiğimiz acılarımızı paylaştığımız böylesi taziye günlerinde hep anlatırım. Sizler de gönül kulağınızla dinler ve öyle umut ediyorum ki, kendi kendinize kıssadan hisseler çıkarıyorsunuzdur. Hikayemiz Hazreti Peygamber Efendimiz zamanında geçiyor. Üç kafadar köylü bir yerden bir yere gidiyorlar. Epeyce ilerledikten sonra aniden hiç beklemedikleri bardaktan boşanırcasına bir yağmur yağamaya başlar. Etraflarına bakınan köylüler etrafta sığınabilecekleri herhangi bir ev bulamazlar. Lakin yakınlarındaki tepeliğin altında bir mağara görürler. En iyisi yağmur geçene kadar bu mağaraya sığınalım diye sözbirliği yaparlar. Mağaraya sığınırlar. Ancak yağmur öylesine şiddetlidir ki, sürüklediği büyükçe bir kayayı getirip mağaranın kapısının kapanmasına sebep olur. Mağara kapısının kapandığını gören ve mağarada mahsur kalan üç kafadar önce tek tek kayayı itip kapıyı açmaya çalışırlar ve elbette başarılı olamazlar. Bunun üzerine her üçü de güç birliği ile kayayı itseler de nafile. Kaya çok büyük olduğundan hiçbir hareketlilik olmaz. Bütün çabaları nafiledir. Ne yapacaklarını düşünmeye başlarlar. İçlerinden biri geçmiş hayatlarında iyi amellerini anlatırlarsa, bu güzel amellerinden dolayı Allah’ın onların sesini duyacağını, rahmetiyle kendilerine merhamet edeceğini ve kayayı mağaranın kapısından uzaklaştıracağına inandığını söyler. Bunun üzerine birinci köylü iyi bir amelini anlatmaya başlar.”

Halis Bey ve bütün köylüler Şükrü Hocayı dinlerken, dünyadan adeta uzaklaşırlar. Hatta taziyede olduklarını, bir yakınlarının daha yeni vefat ettiğini unuturlar. Hikâye çok heyecanlıdır. Şükrü Hoca birinci köylünün dilinden huşu ile anlatmaya devam eder.

“Ben uzun yıllar önce işverendim. Bir gün yanımda çalışmak üzere genç bir adam geldi. Kendisini işe aldım. Ancak genç adam aynı gün işin bitmesini beklemeden çekip gitti. Ardından yevmiyesini koşturdumsa da beklemeden koştura koştura uzaklaştı. Sanırım acelesi vardı. Ben de onun yevmiyesiyle bir koyun aldım. Koyunu Allah rızası için onun adına aldım. Derken kuzulama vakti gelince, koyunun iki tane yavrusu oldu. Yıllar geçiyor ve ardına bakmadan kaçıp giden adamdan haber yoktu. Fakat aldığım o koyundan kocaman bir sürü oluştu. Derken günlerden bir gün orta yaşlarda bir adam çıka geldi. Önceleri adamı gözüm bir yerlerden ısırsa da çıkaramadım. Ne zaman ki adam kendisinin yıllarca önce yanımda çalıştığını, ama yevmiyesini almadan gitmek zorunda olduğunu anlatınca bunun yıllarca önce yanımda sadece bir gün çalışmış olan o genç adam olduğunu hatırladım. Kendisine karşı tepenin yamacında otlamakta olan sürüyü gösterdim. Bu sürünün kendisinin olduğunu söyledim. Adam çokça şaşırdı. Buna inanamadı. Ben de kendisine yevmiyesi ile o gün koyun aldığımı ve geçen zamanla birlikte, o koyundan bu sürünün meydana geldiğini anlattım. Adam elimi ayağımı öpmek istedi. Ben müsaade etmedim tabii. Bunun üzerine bana bütün hayatı boyunca minnettar kalacağını söyleyip hatır istedi. Sürüsünü de alıp gitti. Bütün bunları ben elbette ki, Allah rızası için yaptım. Bu benim amelimdir.” Hoca birinci amelini anlatır anlatmaz can kulağı ile hocayı dinlemekte olan cemaatten birkaç kişi yerinden kalkar gibi oldu. Cemaatten sigara içmekten tamamen sararan altmışlı yaşlarda Erdal adlı bir köylü büyük bir heyecanla ve sesinde titremeyle ileri atıldı.

“Hocem, Şükrü Hocem, kaya kıpraştı mı? Kıpırdedi mi?” diye sordu. Cemaatten pek çok kişi de aynı soruya cevap bekler gibi merakla bakıyorlardı. Halis Bey içinden kahkahalar atıyordu. Güya teyzesinin taziyesine gelmişti ama bu kadar eğleneceğini hiç tahmin etmemişti. Hatta biraz da suçluluk duygusuna kapıldı. Ama elinden geldiğince gülümsemesini, bu eğlenceli halini kimselere sezdirmemişti.

Hoca büyük merak içeren Büyükcamilili köylülerin yorgun kestane rengine çalan gözlerine bakıp Erdal’ın sorusunu cevapladı.

“Evet Erdal kardeşim, evet kıymetli cemaatimüslimin kapı dışardan ışık sızacak kadar açıldı. Sizin söyleminizle kıpraştı.”

Bu cevap üzerine başta sanki mağarada mahsur kalan kendileriymiş gibi bir edayla başta Erdal olmak üzere bütün cemaat derin bir oh çekti. Rahatladılar. Ve rahatlamalarının ardından ikinci adamın amelinin nasıl bir hikâye içerdiğini sabırsızlıkla beklemeye koyuldular. Bunun üzerine Şükrü Hoca yeniden söze başladı. Şükrü Hoca dini hikayeler anlatmanın insanları ne kadar çok etkilediğini bir kez daha gözlemlerken, cemaat de ikinci adamın hikayesiyle kayanın ne kadar kıpırdayacağını merak ediyorlardı. Tabii adamın ne kadar da büyük bir amele imza attığı konusunda da şaşakaldılar.  

“Evet cemaatimüslimin, nerede kalmıştık? İkinci köylünün amelini anlatacaktık.” Şükrü Hoca önündeki çaydan bir yudum aldı. Ve ikinci adamın amelini meraklı köylülere anlatmaya koyuldu.

“Ben zamanında çok zengindim. Benim işlerim bu kadar iyi giderken, insanlar perişan haldeydi. Deyim yerindeyse, insanlar açlıktan kırılıyorlardı. Günlerden bir gün evime bir kadın geldi. Kendisinin, kocasının ve çocuklarının aç olduğunu, kendilerine Allah rızası için yardım etmemi yalvar yakar rica etti. Ben de kendisine yardım edebileceğimi, ama bunun karşılığında benimle yatması gerektiğini söyledim. Kadın kabul etmedi ve gitti. Ertesi gün yeniden geldi. Yine yalvar yakar oldu, ama ben de benimle olmasında direttim. Kadın yeniden gitti. Bu gidişinde olup biteni aynen kocasına anlatmış ve kocası da yardım karşılığında benimle olmasına razı gelmiş. Üçüncü gün geldiğinde teklifimi kabul etmişti. Bunun üzerine kadının elbiselerini çıkardım. Tam birlikte olacağımız sırada kadın altımdan hızla çekildi. Nedenini sorduğumda, Yüce Allahtan korktuğunu söyledi. Bunun üzerine bu kadın, bu yoksullukla Allah’tan bu kadar çok korkuyorsa, ben dolup taşan varlığımla neden Allah’tan korkmuyorum diye kendi kendime hayıflandım. Kadın ile birlikte olmadım ama kadını soymuştum. Onunla birlikte olmadığım halde onun istediği parayı çıkarıp kendisine verdim. Bunu elbette ki, yüce Rabbimizin rızası için yaptım. Allah bu amelimden dolayı beni mutlaka ödüllendirecektir.”

Şükrü Hoca anlattıklarına daha noktayı koymak üzereyken, Erdal soru sormak isteyen siyah önlüklü ilkokul öğrencisi gibi ayağa kalktı. Heyecanını bastırdı ve bir kez daha öne atıldı.

“Hocem kaya kıpraştı mı?” Şükrü Hoca badem bıyıklarının altında çizgi halindeki bir gülümsemeyle, Erdal’ın ve cemaatin merakını yeniden giderdi.

“Evet, kaya biraz daha kıpraştı. İçeri daha çok ışık doluşsa da mağaradan çıkacak kadar kıpırdamadı.”

Cevabını alan ve biraz daha rahatlayan Erdal usulca yerine oturdu. Sıra üçüncü kişinin amelindeydi, başta Erdal ve cemaat kapının tam olarak açılıp açılmayacağını merak ediyorlardı. Bu arada ikinci köylünün amelinden hoşlanmayanlar da vardı. Biraz müstehcenlik içeriyordu. Bunun iyi bir amel olup olmadığı cemaatin gözünde biraz müphemdi. Zaten Erdal da sorusunu heyecansız ve biraz da ikircikli sormuştu.  

Halis Bey de köylülerin bu denli naif bir halde art arda gelen hikayelere nasılda odaklanarak dinlemelerini gözlemliyor ve çokça eğleniyordu. Hikâyenin gücünü yadsımıyordu.

“Muhterem cemaatimüslimin, gelelim son adamımızın ameline. Sizleri şimdi de onun ameli ile baş başa bırakayım.”

Şükrü Hoca biten çayını hizmet eden bir gence el işaretiyle yenilemesini istedi. Genç delikanlı hürmetle eğilip hocanın önündeki sehpadan boş bardağını aldı ve çayı doldurmak üzere atik hareketlerle evin mutfağındaki çay ocağına doğru uzaklaştı. Şükrü Hoca bu kez de üçüncü adamın adına söze yeniden başladı.

“Benim annem ve babam oldukça yaşlıydılar. Benim bir de koyun sürüm vardı. Hem annem ve babama bakıyor hem de çobanlık yapıyordum. Her akşam koyunlarımı sağıyor ve kırda bulunan sürümü orada bırakıp sağdığım sütü annem ve babama getiriyordum. Bir gün fırtına halinde yağmur yağdı. Yağmurun dinmesini, fırtınanın geçmesini beklemek zorunda kaldım. Annem ve babam için süt getirdiğimde onların geç kaldığımdan dolayı uyuduklarını gördüm. Ben de onları uyandırmaya kıyamadım ve elimde sütle sabaha kadar onların yataklarının başında uyanmalarını bekledim.”

Erdal ve cemaat akıllarından bir anda adamın anne ve babasına karşı ne kadar saygılı olduğunu akıllarından geçirdi. Kendilerinin bu konuda nasıl bir durumda oldukların tahlilini içlerinden yaptılar. Kendilerinde az veya çok memnun olanlar hafifçe gülümsedi, bu konuda çok eksiğinin olduğunu idrak edenler de bu açığı kapatmak için geç kalmadıklarını fark edip, mahcupça başlarını hafifçe öne eğdiler. Fakat Erdal yeniden bütün cesaretini toplayıp sözcülüğünü üstlendiği cemaatin merakını gidermek üzere sorusunu sessizliğin hakim olduğu taziye çadırında haykırdı.

“Hocem… Kaya kıpırdadı mı? Kapı açıldı mı?” Hoca önüne konan taze çaydan kendisinden emin bir yudum aldı. Çayın tadına diyecek yoktu. Doğrusu sonbahar da olsa dayatan bu bunaltıcı sıcaklarda çay hararetini iyi gideriyordu. Oturduğu sandalyede hafifçe arkasına yaslandı. Hocanın dibinde oturduğu zerdali ağacından sararan yapraklardan birkaç tanesi üst üste sehpasına düştü. Ve Şükrü Hoca bir kez daha Erdal’ın ölümcül sorusunu cevapladı.

“Evet Erdal… Evet kapı tamamen açıldı ve her üçü de mahsur kaldıkları mağaradan sağ salim çıktılar. Yüce Allah onların hayırlı amellerinin hatırına seslerini duydu. Kaya otomatik bir kapı gibi kenara kaydı.”

Akşam olmasına kısa bir zaman vardı. Taziyelerde yaslı insanların yüzlerce insana yemek vermesi anlaşılır bir durum değildi. Ancak böyle gelmiş ve böyle de gidiyordu. Taziye evinin fertleri vefat eden yakınından dolayı duydukları derin üzüntüyü rafa kaldırıp, akşam yemeğinin hazırlığı için kolları sıvadılar. Evin avlusunda yoğun bir kalabalık vardı. O nedenle epeyce koşturmaları gerekiyordu. Her şey zamanında, mükemmel ve güzel olmalıydı.

Hoca da yemek vaktini bekliyordu. Çok geçmeden Erdal müjdeyi verdi.

“Hocem, yemek hazır. Hadi buyurun. Yani kaya kıpraştı.” Şükrü Hoca espriyi tuttu. Gülümsedi. Güneş Qolit Tepesinin ardında batarken, göğü bir kızıllık sarıp sarmaladı.

“Afiyet olsun. Geçmişlerinizin canına değsin. Allah kabul etsin. Âmin…” gibi kısa cümleler ağızlardan döküldü. Hafif bir rüzgâr esintisi hissedilir gibi oldu. İğde ağacından etrafa mis kokular yayıldı. Zerdali ağacından sonra iğde ağacından da yapraklar düştü. Yemek sonrası cemaat yavaş yavaş dağılmaya başladı. “Kürt yemeğini yedikten sonra çarığını ararmış,” tezi bir kez daha kanıtlanmış oldu.

Erdal nasıl iyi ameller edinirim diye düşünceli bir şekilde Camili Köyü’nün diğer yakasındaki evinin yolunu tuttu. Karnı tıka basa toktu. Halis Bey bir kez daha birbirinden ilginç ve komik izlenimlerle ev sahibi kuzenlerinden hatır isteyip arabası ile Ankara’ya döndü. Dönüş yolu boyunca yanında oturan eşi Belma’ya yaşadıklarını ve gözlemlerini, Erdal’ın hop oturup hop kalktığı hallerini anlattı. Kahkahalarla güldü. Ama, ev sahipleri çok yakınları da olsalar, onların bütün ısrarlarına rağmen taziye evinde yemek yememe prensiplerine karı-koca her ikisi de sadık kaldılar. Ankara’ya çöken akşam karanlığı birbirinden parlak milyonlarca yıldızla bezeliydi.

 

Kudelstaart, 8 Eylül 2024

 

 

 

 

 

 


18 Temmuz 2024 Perşembe

NİKARAGUA GÜNLÜĞÜ







 

NİKARAGUA GÜNLÜĞÜ
Hans’ı Hollanda’ya ilk geldiğim yıllarda tanıdım. Tanışıklığımızın üzerinden yaklaşık kırk küsür yıl geçti. Ama onunla olan dostluğumuz hep baki kaldı, aynı haz ve güzellikte bir akarsu misali akıp gitti ve yaşlandık. Hayatın zorlukları karşısında her tökezlememde, düşmemde, (Çok da sakar olmamama rağmen, yine de çokça düştüğüm oldu. Hayat inişli ve çıkışlı, insanın ne zaman ne olacağı belli olmuyor,) yerden kaldırmak için yanı başımda ince ve uzun gölgesi üzerime düşenlerden, el uzatanlardan biriydi o. Kendisine karşı sevgim ve saygım hep var oldu, olmaya da devam edecek. Her zaman iyi ki var dediğim bir dost olarak kalacak. Hans’ı tanımış olmak benim için büyük bir şans.
Ben bildim bileli, o kararlarından ve prensiplerinden zerre kadar ödün vermeyen bir mücadele adamı. Çok genç yaşlardan itibaren bütün hayatını dünya insanlığı için mücadele vermeye adadı. Sürekli Hollanda Nikaragua arasında mekik dokudu ve şimdilerde yaşı ben misali biraz ilerlemiş olsa da hala geri adım atmak niyetinde değil. Nikaragua onun ve eşi Marjan’ın ikinci evi. Onların bir ayakları Hollanda’da ise diğer ayakları çoğunlukla Nikaragua’da oldu. Onların deyimiyle, “Onları bugünkü onlar yapan, her zaman türbülansta olan bu güzel Latin Amerika ülkesi oldu.” Dileğim bu güzel insanların ayakları daha uzun süre bu dünyada kalsın, dünyayı iyileştirmeye ve insanlığın yaralarını kendi çabalarıyla sarmaya devam etsinler.
Bundan birkaç gün önce, onun haksızlıklara, dünyadaki adaletsizliğe, yoksulluğa ve her türlü çarpıklığa karşı savaşımı esnasında yanından hiç ayrılmayan ve onun en iyi yoldaşı-eşi Doktor Marjan’ın Nikaragua’da yaptığı resimlerin sergisi vardı. Biz de şanslı davetliler arasındaydık. Davete büyük bir istekle icabettik. Sağ olsunlar bizi bütün şirinlikleri ve sevecenlikleriyle karşıladılar.
Sergi salonuna adım atışımızın hemen ardından Hans ve Marjan’ın eski mücadele arkadaşları salona doluştular. Marjan’ın Nikaragua köylerini, Başkent Managua, Masaya ve Leon şehirlerinin Latin insanlarını, pazar yerlerini ve onların yaşamlarından kesitleri can alıcı renklerle tuvaline yansıttığı resimlerini tek tek hayranlıkla izledik. Çoğu resim, gelen yardım olsun diye davetliler tarafından satın alındı. Tabii resimlerden elde edilecek gelir de yine Nikaragua’daki insanlara yardım olarak gönderilecekti. Zaten aksi düşünülemezdi!
Hans ve Marjan’ın dostlarını gözlemlediğimde, kırk yılı aşkın bir süredir burada yaşadığım halde, bir kez daha şaşırmadan edemedim. Hiçbir erkek takım elbise giymediği, kravat takmadığı gibi, kadınlar makyajsız doğal halleri ve de sade günlük elbiseleriyle salonda resimlere hayranlıkla bakıp dolaşıyorlardı. Tek makyajlı bir kadın vardı, o da eşim Aynur’du. Takım elbiseye ve makyaja karşıtlığım yok elbette, ama onlar sadeliği ve doğallığı seçmişlerdi. Kendilerine olan özgüvenleri tamdı.
Bizim ülkemizde hemen “çapulcu” yaftasının basılacağı görünümde insanlardı hepsi. Ama her ne kadar çapulcu görünümlü olsalar da bunlar da uzun yıllar kendi ülkelerinde verdikleri mücadele ile bilinen, eski sosyalist ve her biri akademisyen, yazar, şair, müzisyen, en az üç dört dil bilen aşağılık kompleksinden, özentiden, gösterişten, şovdan, etiketlerinden, statülerinden, sonradan görmeliğin, varlıklı olmalarının getireceği kof gururdan kilometrelerce uzakta olup, insanilikleri hayranlık bırakan, gıpta edilecek mütevazi kişiliklerdi. Onlar insanlık denilen çizginin ne kadar ilerisindelerken, bizler kuru şovumuzla aynı çizginin nasıl da gerisindeydik. Salon kapısının önünde markalarını saymak istemediğim lüks arabaların yerinde onlarca bisiklet vardı. Ve kimseler dünyayı ben yarattım havalarında değildi.
Aziz Nesin ülkemizde kendisini “bir bok” hisseden pek çok tohum israfının olduğunu ama bazılarının ise kendilerini “iki bok” hissettiğini söylerdi. Çok affedersiniz ama üstat böyle söylüyordu ve benden ise günah gitmiş oluyordu. Diyeceğim şu ki, bu hoş toplulukta kendisini değil iki, bir bok dahi sayanlardan eser yoktu.
Hans uzun soluklu bir konuşma ile Nikaragua günlüğü de sayılabilecek, orada yaşadığı uzun yıllar içinde biriktirdiği hatıralarından oluşan sunumunu yaptı. Sunum esnasında yakalayabildiğim çok özel anekdotlar vardı.
Hans ve doktor eşi Marjan Nikaragua devriminin hemen ardından sık sık bu deniz aşırı Latin Amerika ülkesinde kimi zaman aylarca kimi zamanda yıllarca kalırlar. Orada yaşadıkları sürede Nikaragua’da köylerden şehirlere kadar insanları sağlık taramasından geçirirler. Marjan doktor olduğu için hastalara ve bakıma muhtaç olanlara yardım edip, tedavilerini yaparken Hans da eşine yardım ediyor. Başlattıkları aşı çalışmalarını Hans üstlenir. Aşı yapmasını bilmediğinden bu işte ustalaşmak için önceleri denemelerini uzun süre portakal üzerinde gerçekleştirir. Aşı yapmasını bu garip yöntemle öğrenmesinin ardından yıllar boyunca binlerce insana aşı yapar.
Nikaragualı çocuklar ve de büyükler gittikleri yerlerde daha önce Batılı insan görmedikleri için çekinmeden gelip onlara dokunurlar. Onların etlerinin nasıl bir his verdiğini hissetmek isterler. Onların kültüründe de söylemde “hayır” olanın kolaylıkla “evet”e dönüşmesi gayet doğaldır.
Barınma konusunda da büyük zorluklar çekerler. Ladislo Trujillo adlı devrim yanlısı ve bu konuda yetkili bir Nikaragualı ile birlikte çalışırlar ve uzun zaman da onun evinde kalırlar. Ladislo’nun toplamda on üç tane çocuğu vardır. Çocukların hepsi bir odada birlikte yatarlar. Her sabah çocukların ağlama sesleriyle uyanırlar ve çocuklar uyumaları esnasında kardeşlerinden birinin üzerine işemesiyle birbirlerini suçlarlar.
Gittikleri her evde kendileri ve çocukları büyük bir yoksulluk içinde yaşadıkları halde evlerindeki bütün yiyeceklerini pirinç, fasulye ve kızarmış yumurtalarını onlara sunarlar. Hans ve Marjan her türlü olumsuzluğa ve her an yaşadıkları ölüm tehlikesine karşın Nikaragua’yı ikinci vatanları olarak görürler.
Nikaragua’da kaldıkları uzun zaman süresinde onlarca defa ölümle burun buruna gelseler de yılgınlığa kapılmazlar. İnatla bu insanların arasında kalmaya ve onlara yardımcı olmaya çalışırlar. Yetkililer onları koruma konusunda garanti vermediklerinden, yerel yetkililerin yardımıyla kalaşnikovlarla kendilerini korumak amacıyla atış talimleriyle silah kullanmasını öğrenirler.
İnsanların en büyük zorluklarından birisi de bedenlerinde kaynayan bitlerdir. Bitlenmek onlar için çokça büyük bir sorun, bütün çabalarına karşın büyük rahatsızlık veren bu yaratıklardan arınamazlar. Pek çok devrim yanlısı insan beklenmedik saldırılardan sağ salim kurtuldukları halde bitlere yenik düşerler. Yapılacak bir şey olmadığı için bedenlerindeki bu istenmeyen misafirleriyle hayatlarını sürdürmek zorunda kalırlar.
Kırk yılı aşkın bir süredir içinde yaşadığım bu toplum beni şaşırtmaya devam ediyor. Ve her defasında böylesine hoş insanlara olan hayranlığım artıyor, güzelliklerle dolu mütevazi yaşamlara gıpta ediyorum. Bizim toplumumuzun “ye kürküm ye” zihniyeti ise midemi bulandırıyor. Özentiden, kaprislerden ve aşağılık kompleksinden uzak bir yaşam, geldiğim toplum içinde “bir gün olur ya” deyip umut ediyorum.
Gününüz güzel olsun, güzel insanlara rastgelesiniz.
Kudelstaart, 17 Temmuz 2024

KIPRAŞMA

      KIPRAŞMA   Yıllar önce köyü Camili’den Ankara’ya göç eden, eğitim hayatının ardından da oraya yerleşen Halis Bey, geldiği yörede...