1 Temmuz 2020 Çarşamba

ÇIKRIKÇILAR YOKUŞU





ÇIKRIKÇILAR YOKUŞU

Çıkrıkçılar yokuşunu çıkmak hayli zordur. Adı üstünde yokuş. Diğer taraftan inmesi de bir o kadar kolaydır. Beş asırlık geçmişi ile bir zamanlar Ankara’nın tiftik keçilerinden edinilen yünlerin, dizili sıra sıra dükkanlarda yer alan çıkrıklarla eğrilip kıymetli kumaşlara dönüştürüldüğü, meşhur yokuştur burası.
Yılın temmuz ve ağustos aylarında, o bunaltıcı sıcaklarda, aynı zamanda yeri gelmişken bir taraftan da “ Hani şarkılar bizi henüz bu kadar incitmezken, Eskidendi, eskidendi, çok eskiden…” Sezen Aksu şarkısını da hafiften mırıldanabileceğiniz, bir zamanlar eskiden, çok eskiden Yahudi esnafının bol olduğu bu dik çarşı yokuşunu tırmananlar, kan ter içinde kalınacağını da iyi bilirler. Uflamayı puflamayı ve sırılsıklam terlemeyi göze almalısınız. Bu çıkışın başkaca da uçarı kaçarı yok. Yokuşu tırmanan öyle veya böyle vıcık vıcık terleyecek.
Hayli zahmetli dik yokuşu çıkma uğraşınıza karşılık ödülünüz hemen hemen aradığınız her şeyi, şansınız yaver gider ve bir de pazarlık yapmakta da ustalığınız varsa, diğer yerlerden nispeten daha ucuza alıp kârlı çıkabilirsiniz. O zaman bin bir zahmetle çıktığınız yokuşu adeta koşar adım inmeniz işten bile değildir. Yaptığınız alış verişin kazancının da takmış olduğu görünmez kanatlarla Ulus Meydanına kadar bir çırpıda uçabilirsiniz. Tabii sözünü ettiğimiz bu güzellikler sadece yoksullar için geçerlidir. Varsıllar karizmalarına gelecek olan minik de olsa bir çizikten dolayı, bu diyarlara ne uğrarlar ne de adımlarını atarlar. Maazallah, ola ki; kendileri gibi varsıl birileri kazara onları bu “paryaların” arasında görebilir korkusunu bu zatlar her daim yüreklerinde taşırlar. Bu büyük riski göze almak, o nedenle her varsılın harcı değildir.
Burada ülkenin her köşesinden insanları bulmak mümkün. Hakkari’den Kürt Hamido, Kırşehirli Zurnacı Bulduğ'dan tutun da Edirne’deki klarnetçi Roman Hamdi’ye kadar her kesimden insan sözbirliği etmişçesine ve her birey kendince sebeplerle hep beraber, bu dar çarşı sokağını tıka basa doldururlar.
On yıldır, artık İstanbul’da ikamet eden ve kendi halinde bir devlet memuru olarak hayatını idame etmeye çalışan Okan Bey yıllar yıllar sonrasında nostalji babında, çocukluğunda babası ile birlikte yolunun çok düştüğü Çıkrıkçılar Yokuşu’nu Ankara’ya gelmişken, bir kez daha görmek istedi. Anıları tazelenecekti.
Birkaç dallı tek bir ağacın salınmalarla boy göstermediği bu dar çarşı sokağı, onun çocukluğundaki havayı ve tarihi dokuyu kısmen de olsa yansıtmasına rağmen, eski otantik dükkanların yerini yüksek yüksek binalar almış, bilinen o küçük esnaf dükkanları devasa büyüklükte beyaz eşya veya büyük giyim mağazalarına dönüşmüştü. Yokuşta eskiden de var olagelen hengame, curcuna ve çeşitlilik aynıydı. Bu yönden değişen fazla bir şey yoktu. Sokak yine hınca hınç dolu. Hani şaka mahiyetinde, Tanrı gökten bir iğne atsa yere düşeceği şüpheliydi. Sizi dükkanlarından içeri alıp bir şeyler satıp patronlarının gözüne girmek isteyen tezgahtarlar, parlatılan vitrin camları, bağırtı, karmaşa ve gırla bir koşuşturmaca eskisi gibi aynen devam edegeliyordu.
Kaynana ve kayınbabalarının peşlerinde evlilik arifesindeki nişanlılar, daha ucuza nereden çeyiz alabiliriz telaşı ile koşuşturma içindeler. Gelinlerin kafalarındaki hinlik yüzlerinden okunuyor. Tek düşünceleri kayınbaba ve kaynana denilen domuzlardan ne kadar koparabilirim ve nasıl kâra geçe bilirimdi. Tek dertleri şimdilik bu olsa gerek. Tabii bir de kaçamaklarla nişanlısının eline dokunmak gibi bir arzuları da yok değil.
Yokuşun hemen başında gölgelik bir yerde hepsi de kendisinin Neşet Ertaş’ın yeğeni olduğunu iddia eden davulcu ve zurnacı Abdallar, evlenecek çiftlerin düğünlerini şenlendirmek için dört gözle müşterilerinin yolunu gözlerler. Davulcular, davul tokmaklarını kemerlerine takarlar. Zurnacılar ise erik ağacından yapılan zurnalarını genellikle ellerinde tutmayı tercih ederler.  Zurna kamışının kurumaması ve icraatları esnasında olur olmaz yerde “zırt” etmemesi için belli aralıklarla ıslatmak için kalın dudaklarının arasına götürmeleri gerekmektedir. Her biri kartvizitli ve aynı zamanda cep telefonları ile kendilerine işadamı havasını vermek için çaba gösterirler. Vaktiniz olur da kendilerine uğrak verirseniz, hiç yadırgamazlar. Aralarına sımsıcak bir karşılama ile hemencecik buyur ederler. Yaktıkları sigaralarından ikram ederler. Uzattıkları sigarayı benzinli muhtar çakmakları ile büyük bir saygı ve el çabukluğu ile yakarlar. Genzinizi yakan tütün dumanı o an hükmeden bunaltıcı havayı ve henüz tırmanmadığınız yokuşun zorluğunu size tez elden unutturur. Biryantinli, kömür karası bıyıklı Zurnacı Bulduğ emirlerinize her daim amade olduğunu usulca fısıldarken kartvizitini de titrek ellerle uzatır.
“Ağam hoş gelmişsiniz. Sefalar getirmişsiniz. Size bir ikramda bulunamadık. Kusura kalmayasınız. Gadanızı alırım. Gözünüze köle olurum. Halimiz bu. Duvar dibinde gölgede dikelip ekmek paramızın yolunu gözlüyoruz. Buyur ağam, bu da benim ve davul ustamız Muharrem’in kartı. Kırşehrimizin en iyi çalgıcıları alimallah biziz. Bir emriniz olursa ararsınız.”
Okan Bey eşi Suna Hanımla ihtiyaçları olan pamuklu iç çamaşırlarının en iyisini burada bulabileceklerine kanaat getirip, ağustos sıcağında yokuşu beraberlerinde çok sevdikleri arkadaşı Papatya Hanımla tırmanmaya başladılar.
Arkadaşları Papatya Hanımın tavsiyesi ile yokuşun orta bir yerinde büyük bir mağazaya girdiler. Klimalarla mağazayı müşterilerini rahat alış veriş yapmaları için serinletmeye çalışıyorlardı. Mağazada esen serin hava bir anda rahat bir nefes aldırıp iyi geldi. Kısa sürede kendilerini toparladılar. Yüzü allı güllü bir turbanla kapalı olan ve kafasının arkasında oluşturduğu garip topuzunu dik tutup, rimelli uzun kirpiklerini kırpıştıra kırpıştıra tezgahtar bir bayan yanlarına koşturdu. Yardımcı olmak üzere Okan Beyi, eşi Suna ve Papatya hanımı peşine taktı. Bir üst katta bulunan iç çamaşırı reyonuna getirdi. Hizmetinde kusur yoktu. Müşterilerine biraz daha serinlemeleri için kağıt bardaklarda su verdi.
“Hoş geldiniz. Size nasıl yardımcı olabilirim?” Soru üzerine Okan Bey yarım adım öne çıkarak söze girdi.
“Benim ve eşim için pamuklu iç çamaşırlarınızdan almak istiyoruz. Çeşitlerinizi görebilir miyiz? İyi ve kaliteli olanlardan olsun, lütfen.”
Tezgahtar bayan allı ve hem de güllü turbanı ile sıkı sıkıya kapadığı yoğun makyajlı yüzünü ardında bulunduğu tezgahtan kaldırıp Okan Bey ve Suna Hanıma beden ölçülerini anlayabilmek için baktı ve anında kararını verdi. Tezgahının üzerine bir tarafa kadın ve bir tarafa da erkek iç çamaşırlarını göstermek üzere yığdı.
Suna Hanım ve Okan Bey de beğendikleri beşer adet iç çamaşırını, satın almak üzere bir tarafa ayırdılar. Bu sırada tezgahtar bayan elinde şık kutular içinde bulunan dört adet markalı pijamayı da tezgaha koydu. Tek tek açtığı kutulardaki pijamaların reklamını yapmaya çalıştı.
“Böyle, tamamen yüzde yüz pamuk olan bu pijamalardan da almak ister misiniz? Çok kaliteli, yazın terletmiyorlar ve kışın da üşütmüyorlar. Arzu ederseniz bu kaliteli ürünleri de kaçırmayın derim. Düşünürseniz size biraz indirim de yaparım.” Okan Bey tezgahın üzerinde sergilenen renk renk pijamalara yan gözlerle bakıp, istemiyorum anlamında kafasına salladı.
“Dediğim gibi efendim pijamalarımız çok kaliteli ve fiyatları da oldukça uygun ve size söz verdiğim için bu rakamdan da biraz daha düşeceğim. Yeter ki siz evet deyin.”
“Hayır. Şu an pijamaya ihtiyacım yok. Teşekkür ederim, ama kalsınlar.” Tezgahtar bayan göz hapsindeki badem bıyıklı patronunun bakışları altında birbirlerine kenetlenecekmiş gibi bir korku veren kirpiklerini tekrar kırpıştırdı ve ısrarında direndi. Her ihtimalde bu pijamayı da satmalıydı. Pes etmek yoktu.
“Efendim bir kez daha söylüyorum ama bunu kaçırmayın derim. Size de çok yakışacak. İsterseniz üzerinize şöyle bir tutun eşiniz de görsün.” Okan Beye bir anda edilen ısrardan gına gelmişti. Bir tarftan da tezgahtar bayana da kaba davranmak istemiyordu. 
“Hanımefendi dedim ya ihtiyacım yok. Ben pijama ile yatmayı sevmiyorum. Ben hem kış ve hem de yaz fark etmiyor, çıplak yatmayı yeğliyorum. Çıplak yatmayı seviyorum. Eğer sizce de bir mahsuru yoksa tabi!” Tezgahtar bayan neye uğradığını şaşırdı. Yüzündeki pudraların altından kızardı. Çıkardığı bütün pijamaları bir çırpıda topladı. Gözlerini yere iyice indirdi.
“Tercih sizin tabii efendim. Nasıl isterseniz öyle yatarsınız. O zaman kalsın bunlar.” diyebildi. Çıkrıkçılar yokuşuna tırmananlar terliyor, inenler ise uçuyorlardı. Hava sıcak ve daha da sıcak olacağı söyleniyordu.  Bulduk ve Muharrem ustalar pazarlıkta anlaştıkları bir düğün sahibinin peşine takıldılar. Tanrı gökten iğne atmaya gerek görmedi.

Amsterdam, 2 Temmuz 2020

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...