İnsanlar hayatlarının son demlerinde istemsizce attıkları adımlar esnasında, gençlik dönemlerine kıyasla daha çok tatil yapmak, dünyada daha çok ülke görmek ve bulundukları toprakların dışında nefes alan farklı kültürleri de yakından tanımak istiyorlar.
Kişilerin imkanları dahilinde yaptığı böylesi her gezinin, seyahat edenlerde belli bir rahatlama ve huzur sağladığı bilinir. Yapılan seyahatin ardından çıkagelen bu huzur rehavetin yanı sıra, misafiri olduğunuz ülke insanlarının yaşam kültürleri dahilinde, onların gözünden dünyaya farklı bakabilme imkanını da bulur, olmadı dünyaya teleskobun diğer ucundan da bakmış gibi oluruz. Bu farklı bakışlar da kişinin usunun daha da görkemli biçimde zenginleşmesine katkı sunar. Tabii kişinin de her daim bu katkıya açık olması, bunu sindirmesi ve istemesi durumu vardır.
Yakın dostlarımızla birlikte en son bir haftalığına İspanya’ya bağlı Kanarya Adaları’ndan Tenerife’ye gittik. 7 Tane volkanik adadan oluşan bu takım adaların 30 milyon yılda oluştuğunu öğrendiğimde şaşkınlığımdan “küçük dilimi yutacaktım” deyimini kullanırsam, yüklendiğim şaşkınlığın vahametini de daha iyi ortaya koymuş olurum, diye düşünüyorum.
1402 Yılında Jean de Bethencour tarafından fethedilen adalar, Portekizliler ve İspanyol’lar arasında yıllar süren çatışmalara neden olsa da Alcacova Antlaşmasıyla adalar en nihayetinde İspanya’ya bağlanır. Adaların yerlileri olan Guancheler halkı direnç gösterseler de pek çoğu o günün istilacı İspanyollar’ı tarafından insafsızca katledilir. Dünyadaki diğer anti-sömürgeci hareketlerin bastırılmasında olduğu gibi, burada da binlerce masum insanın kanı dökülür.
Bir haftalık gezimizi adada bulunan köy, kasaba ve şehirleri gezip gözlemleyerek geçirdik. En son başkent Santa Cruz’ da bir flamenko gecesine katıldık. Belki de insanların o meşhur “ölmeden önce yapılması veya görülmesi gerekenler listesinin” başında yer alması gereken etkinliklerden biri. Bizim için biraz gecikmeli oldu, ama hiç olmamasından evladır. Bu gösterinin muhteşemliğini kelimelerle ifade etmek imkânsız gibi bir durum. Bunu yazmak değil, bizzat canlı yaşamak gerekiyor. Gösteri esnasında dansçılar birbirinden daha renkli, gösterişli onlarca fırfırlı kıyafet ve saçlarında kocaman güllerle olağan üstü dansları ve sempatik hareketleriyle seyircilerini anında büyülüyorlar. Flamenko dansı yapan erkekler “bailaor ve kadınlar da “bailaora” diye adlandırılıyorlar.
Flamenko; o zamanların Endülüs topraklarında dışlanan, hor görülen, yok sayılan, ötekileştirilen insanların sürekli yaşadıkları adaletsizliğe karşı koymak ve bu gayri insani gidişata dur demek için başlatılan isyanın asil dansıdır. Ağıttır. Çırpan ellerin, yere hızla vurulan ayakların ritmi ve farklı bir gırtlak dahilinde söylenen şarkıların acılı sözleri, fırfırlı rengarenk etekler, birbirinden alımlı elbiseler insanı büyüler, başını döndürür, mest eder. Flamenko alabildiğine incelikleri ve zerafeti olan, belki de dünyanın en zarif başkaldırı dansıdır. Bu dansta öfke ve acı ayrılmaz bir bütündür, iç içedir. Dans esnasında bu duyguların dışa vurumunu gözlemlemek için çaba göstermeye gerek kalmaz. Her şey alenidir. Müzik dilinin evrenselliğine bir kez daha ikna olursunuz. Flamenko konserini defaatle izleseniz de her defasında aynı güzel edinimler kendiliğinden gelip sizi bulur, sımsıcak sarıp sarmalar ve bir kez daha baştan ayağa büyülenirsiniz.
Bu muhteşem gösteriyi izleyip bu topraklara erken rönesansı getiren Kürt Ziryab’ı anımsamamak elbette haksızlık olur. Asıl adının Ali Bin Nafi olduğu söylenen Ziryab; 789 yılında Musul’un bir köyünde, Kürt bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gözlerini açtı. Kara yağız esmer teni ve çok güzel olan sesiyle ötüşü güzel bir kuşa benzediğinden ona sonradan Ziryab adı verilir. Ziryab Farsça dilinde “altın suyu” anlamındadır. Çok özel bir sese (Bahdinan ve Botan gırtlağı) sahip olan Ziryab’ın namı zamanla doğduğu toprakların dışına taşar.
Ziryab aynı zamanda şair, müzisyen, şarkıcı, satranç ustası, modacı, botanikçi ve coğrafya bilgini olarak da bilinir.
Muhteşem müzik yeteneğinin yanı sıra, pek çok alanda maharetli olan Ziryab Bağdat’ta tutunamayacağını, bu toprakların dışına çıkması gerektiğini anlayınca, Endülüs Emiri El Hakam’a bir mektup yazarak müzik ve diğer konularda olan bilgi ve maharetlerini anlatır. Emir, böylesine ilginç bir mektubun kendisine ulaşmasından sonra, bu büyük yeteneği sarayına memnuniyetle kabul etmek istediğini Ziryab’a ulaştırır. Ailesi ile birlikte uzun ve zahmetli bir gemi yolculuğunun ardından 822 yılında İspanya’ya gelen Ziryab, o gün hoş olmayan bir sürprizle karşılaşır. Zira İspanya’ya ulaştığı gün kendisini davet eden Emir El Hakam aynı gün ölmüştür. Ziryab bu haber üzerine yıkılır, ne yapacağını bilemez, perişan olur. Kuzey Afrika’ya dönmek ister. Ancak bu da mümkün değildir. Çok geçmeden ölen Malik’in oğlu İkinci Abdurrahman babasının varisi olarak tahta geçer. Adamları aracılığıyla Bağdat’tan babasının davetlisi olarak çok yetenekli bir müzisyenin geldiğinin haberini alan genç emir Ziryab’ı büyük bir merakla sarayına davet eder. Yoluna kırmızı halılar serer. Onunla yakından ilgilenir. Güzel bir ev sahipliği örneği sergiler. Ailesi ile dinlenmeleri için konaklar tahsis eder.
Emir İkinci Abdurrahman Ziryab’ı Kordoba’daki görkemli sarayında kabul eder. Emir Ziryab’ın çok yetenekli ve oldukça bilgili olduğunu ve onun ülkesine çok faydalı olacağına inanır, çokça çeşitlilik gösteren üstün yetilerinden faydalanmak ister. Onu dolgun bir maaşla bugünkü kültür bakanlığına getirir. Ziryab’ın yapmış olduğu ilk iş zengin fakir gözetmeksizin yetenekli olan öğrencilerin müzik eğitimi alacakları bir konservatuar kurmak olur. Konservatuarda aynı zamanda müzik aletlerinin yapımını da bizzat kendisi öğretir.
Ziryab Kordoba’ya sadece müzik konusunda fayda sağlamadı. Bu ülkeye geldiğinde Kordobalıların en basitinden yerleşik bir sofra adabı dahi yoktu. Yaşantıları oldukça ilkel ve barbarlık düzeyindeydi. İnsanlar yiyecekleri ne varsa onu masaya koyuyor ve elleriyle tıka basa yiyorlardı. Ziryab öncelikle masaya kar beyazı bir örtü serdi. Bu örtünün sık sık yıkanmasını yanındakilere tembihledi. Öğün denilen bir zamanlama da mevcut değildi. Kordobalılar istedikleri zaman istediklerini yiyorlardı. Herhangi bir kural yoktu. Hal böyle olunca, beslenme gününü sabah kahvaltısı, öğlen yemeği ve akşam yemeği olarak üçe ayırdı ve öğün geleneğini bütün Avrupa’ya yaydı. Yemeğe çorba veya salatayla başlanacak, ardından ana yemek ve en son da tatlı yenmesinin düzenini getirdi. Yemekler asla elle yenmeyecek ve Ziryab’ın tasarladığı çatal ve kaşıkla yenecekti.
Bütün bu yeniliklerle yetinmeyen Ziryab Avrupa kıtasına satrancı da ilk defa o getirip tanıttı, sevdirdi. Günümüzde dünya insanlığı sabah ve akşam yatmadan önce dişlerini fırçalıyorsa, her gün duş alıyorlarsa, terlenmeye karşı deodorant kullanıyor ve saçlarını şampuanla yıkıyorlarsa bunu Bağdat’tan Kordoba’ya gelen Kürt Ziryab’a borçludurlar. Tolstoy’un da söylediği gibi: “Tüm muhteşem hikâyeler ya bir yolculukla ya da şehre bir yabancı gelmesiyle başlar.” Ziryab’ın Kordoba’ya gelmesi ile de bütün insanlık güzellikten yana payını almış oldu. Yaşama kurallar silsilesi geldi. Bu kurallarla insana daha yakışır yaşantıya adım atılmış oldu. Ona gıpta etmemek elde değil, Ziryab’a müteşekkiriz.
Ve bugün bizi büyüleyen, insanları baştan çıkaran, kuyruklu eteklerle ve saçlarda rengarenk güllerle yapılan bu dansı başlatan da yine Ziryab’dı. Böyle olunca büyülenmenin etkisinde kalan gözlerimin önünden Ziryab da eksik olmadı. Uzun ince ve esmer renkli, adı altın suyu anlamına gelen bu ilginç Kürt zaman zaman dans edenler arasındaki yerini gelip aldı. İnsanlarımız tarafından dahi çok da bilinmeyen, gözlerimin önünde flu beliren bu müthiş yeteneklere sahip insana gülümseyerek uzun uzun baktım, yüreğimdeki çılgın orkestranın şefi Ziryab’a uzaktan işmar ettim. Anısı önünde saygıyla eğildim. Bir kısmını dile getirdiğimiz, insanlığa sunduğu birbirinden güzel sayısız hizmetlerden dolayı gururlandım! Bizden bir insanın insanlığa sunduğu bunca hizmetten bizler ne kadar yararlandık, onu da kendi kendime sormadan edemedim.
Kudelstaart, 4 Aralık 2024