AŞK ZÜĞÜRDÜ
Basık
bir havanın hakim olduğu öğle sonrasında, kısa bir şekerleme yaptım. O nedenle, gecenin ilerleyen saatleri olduğu halde uykum iyiden iyiye kaçtı.
Yatakta o yana-buyana dört dönmelerim de kâr etmedi. Soluğu zorunlu olarak şiş
gözlerimle balkonda aldım. Yorgunum. Uykumun vefasız bir yar misali beni terk etmesinde,
bunaltıcı yaz sıcağının da etkisi olsa gerek. Büyükcamili Köyü’ndeyim ve seksen
dört yaşındayım. “Kör Zewe” olarak nam salan, okuduğunuz öykülerin de kahramanlarından
biri olan, hayat arkadaşım kadar tanınmıyor olabilirim. Bir iki öykünün kahramanı olabilmeyi başarırsam, bakarsınız ben de en az O’nun kadar bir üne
kavuşurum.
Biz yaşlı
insanların hayatlarının daha hızlı geçtiğine dair üzerimden atamadığım kalıcı bir intiba var bende. Yaşlıların avuçlarında sıkıca tutmayı beceremediği ve kanat çırpmalarıyla uçup
giden değerleri, geçen her günle birlikte çoğalıyor. İnsan ömrü çok da uzun bir
zaman birimi olarak görülmemeli. Aslında bir nevi kelebek ömrü. Lakin bugüne değin
ne çok şey gördük, yaşadık ve şahit olduk. Şaşılası bir dünya. Yaşayageldiğimiz
bu renklilik; doğup büyüdüğümüz coğrafyadan da kaynaklanıyor olabilir. Her anı
olaylara gebe, daimi bir hareketlilik, bir adım ileri ve ne yazık ki çok
geçmeden on adım geriye olan dönüşler çok yaşandı, yaşanıyor. Görünen o ki,
daha çok yaşanacak da! Bu coğrafyaya biçilen kaftan da bu olsa gerek.
Balkondayım.
Bütün ışıkları söndürdüm. Adeta pusuya yatmış bir vaziyette pür dikkat
Büyükcamili’yi dinliyorum. Oğlum uzun yıllar önce bana çok sevdiğini söylediği bir şairden bir şiir
okumuştu. Şiirden çok anlamadığım halde, bu mısraları ben de çok sevmiştim. Malum, yaşlı hafızası, yanılmıyorsam şairin adı
Orhan Veli’ydi. Şair yıllarca önce, dünya şehri güzel İstanbul’u dinleyip, duyduklarını
şiirle dile getirmişti. Kıyaslamak gibi olmasın. Tesadüf bu ya, ben de şu an İç
Anadolu’da küçük bir Kürt köyünü dinliyorum. Hatırladığım kadarı ile şair,
devasa şehri gündüz vakti dinlemiş. Şair olmayan, sıradan bir köylü olan ben
Heyderi Hecike de küçük bir köyü gecenin kırkında dinliyorum. Aradaki fark
akıllara ziyan. Bir ayrıcalık daha var ki, dinleme esnasında O’nun gözleri
kapalı, benim ise açık, şişkin ve yorgun. O kısacık şiirde pek çok olayı olabildiğince bütünüyle büyük
bir ustalıkla anlatmış. O büyük şehir, bu şiiri hatırlamamla birlikte anında
gözlerimin önünde canlanıyor.
Camili'de gökyüzü gündüzleri mavinin bin bir tonu ile hergün yeniden boyanır. Şu
an rengini seçmek mümkün değil. Gece vaktinde gökyüzü karanlık bir boşluk gibi. Bugün
sanki dünyanın bütün yıldızları bu köyün semalarında buluşmak üzere üşüşmüşler.
Her yıldız bir pırlanta parıltısında. Üst üste alt alta, iğne atsan
gökyüzündeki boşluğa düşmez. Rastgele bir yıldıza saplanıp kalır. İnsanın “Ne
var, ne oluyor, neden hepiniz elbirliği yapıp, bu göğe üşüştünüz?” diye sorası
geliyor. Cevap alabilir miyim bilemiyorum.
Galiba bir yerlerde küçük bir kavga başladı. Büyükçe bir yıldız, daha küçük
olan, ama öne çıkmaya kalkışan yıldızı var gücü ile tekmeledi. Küçük yıldızcık
gökyüzünde hızla kilometrelerce eğimli bir kavisle uzaklara kaydı. Tahminim dünyada bir yerlere
düştü ve söndü. Kül oldu. Umarım birilerinin başına düşmemiştir.
İstanbul’u dinleyip, anlatan şair başından aşkın sevdalar yaşamış. Doğrusu gıpta etmedim değil.
Kıskanmadığım tek tarafı ömrünün kısalığı oldu. Biz de sevdik elbette. Ancak tek taraflı.
Sevdamız kalbimizde hapis kaldı. Yüreğimizden dışarı salı verme cesaretini
kendimizde bulamadık. Ama şair adeta bir bal arısı olup, çiçekten çiçeğe konmuş. Kimi
kadından hayli memnun olduğu halde, nefret ettikleri de yok değil. Anlaşılan o
ki, o kısacık otuz altı yıllık ömre pek çok sevgili sığdırmasını bilmiş.
O'nun anlatımıyla; “Birincisi ilk göz
ağrısı. İncecik dal gibi bir kız.” Bir tüccarla evlendiği için, yediği
önünde-yemediği ardında, ne bulduysa yemiş. Haliyle "dal gibi kızdan" eser kalmadığı aşikar.
İkincisi kendisinden yaşça çok büyük, Münevver abla. O’nu gülme
krizlerine sokan, Münevver ablasına bugün dahi hatırladığında kendisini
utandıran aşk mektupları yazmış şair. Azgın bir kadın çıkagelir sonrasında.
Ardından güzeli- esmeri, caninin içi Nuri Nisa takip etmiş. Kibar bir kadın ve
ardından da şairi küplere bindiren, kendisinin deyimi ile “O bokun soyu” dediği
kadın hayatında yer alır. Sizin de bildiğiniz adamcağızın aşklarını size neden
bir kez de ben sayarım ki? Bu da bir nevi “Aşkta züğürt olanın, çapkın olan
birini diline dolaması mıdır?” dersiniz. Daha pek çok sevgiliyi hayatına
kattıktan sonra, en çok bağlandığı, “eşit olsak, hür olsak diyen” sadece kadın
değil, aynı zamanda "insan" olanla hayatını birleştirir. Bunun kim olduğunu da
edebiyat tarihçisine havale eder.
Benim aşk yelpazem hiç bu denli geniş olmadı. Bütün hayatımı ömrü uzun, canı sağ olsun
Kör Zewe doldurdu. Aramızda öyle dişe dokunur büyüklükte pürüzler çıkmadı. Her daim özverili olmaya
ve elimizden geldiğince birbirimize kol kanat germeye çalıştık. Zaten aklı başında bir birliktelik de bunu gerektirmez
mi? Benim cephem de, edebiyatçı da olmadığımdan edebiyat ile ilintili veya
ilintisiz herhangi bir tarihçinin araştıracağı her hangi bir durum yok. Her şey olabildiğince aleni.
Şairin ölümü, ülkedeki hayat kalitesinin bir
göstergesi. Belediyenin kazdığı bir çukura düşer ve otuz altı yaşında ölür. Çok hazin bir son. Bir şair için ölüm bu kadar ucuz olmamalıydı. Yazık! Yüreği insani duygularla dolu olan şair, maddi olarak varsıl değildir. Öldüğü zaman cebinde sadece 28 kuruş olduğu görülür.
Köyün
içlerinden köpek sesleri geliyor. Horoz, koyun, inek, ağlamaklı kedi ve insan sesleri dolduruyor
kulaklarımı. Bir karmaşa hakim. Telaşlı yeni bir gün başladı. Okunan ezan bütün
sesleri bastırıyor. Gökyüzünde birileri belirdi. Bütün yıldızları kucaklayıp,
çuvallara doldurdu. Ağızlarını bürüdü ve sıkıca bağladı çuvalları. Ay gümüş bir
tepsi gibi parlarken, O’nu da alıp, altın varaklı koca bir sandığa koydu. Kırk
büyük kilitle üst üste kilitledi. Yıldızsız gökyüzü çıplak ve oldukça sade kaldı.
Dört
bir yandan kuş sesleri gelmeye başladı. Karşı mahallede bir traktörün patırtılı
sesleri duyulur oldu. Bir araba manevra halinde hareket ederken, farlarıyla
alaca karanlığı henüz üzerinden tamamıyla atamayan Büyükcamili’yi taradı. Karşı
mahalledeki evlerin ardında geniş bir kızıllık belirdi. Kızıllıkla birlikte gün
ışıdı, ısındı. Yeni bir gün çıkageldi. Allah elden ayaktan düşürmesin. Seksen
dört yaşıma bir gün daha eklendi.
Komşumuz Topal Mehmet’in tamir atölyesinden günün ilk çekiç sesleri
duyulur oldu. Ustalardan biri çekiçle vurmakta olduğu demiri daha sıkı tutması
için çırağına çıkıştı. Çekiç sesleri daha sık ve yüksekten gelmeye devam etti.
Demir tavında dövülüyordu. Amca oğlum Osman evinin demir kapısını gıcırtı ile açtı. İri yarı cüsseli
bedeni ile tam ışımayan balkonunda silüet halinde göründü. Ama ben O’na
gözükmesem iyi olur. Bakarsın konuşmaya tutar beni. Havamda değilim ve hiç uyuyamadığımı da
O'na şimdi anlatmakta zorlanacağım. Daha sonra hal ve hatırını sormayı ihmal etmem. Osman kapısının menteşelerini de neden yağlamaz ki, her
sabah aynı gıcırtıyla uyandırıyor bizi. Bu gıcık gürültüden kendisi hiç mi rahatsız olmuyor? İyisi mi bir
ara kendisine hatırlatayım.
Bahçenin kapı kısmında yüzlerce karınca sağ ve sol yanlarını dikkatlice
kontrol edip, teker teker yer altındaki yuvalarından çıktılar. Güneşten gözleri
kamaşmış olmalılar. Güzergahlarına doğru uzun bir konvoy oluşturdular. Bir
kısım karınca dönüş yolunda görünmeye başladı. Ağızlarında kendileri kadar
büyük birer buğday tanesiyle yavaş yavaş yer altındaki kilerlerine doğru
indiler. Hayat alabildiğine güzel.
Dünyada var olan her şey şaşılacak kadar iç içe ve birbiriyle görünmeyen
üst üste kör düğümlerle bağlı. Dünya bir bütünlük içinde. İnsan yaşamının arıların
varlığına bağlı olması bunun en iyi örneği. En güzeli de kalpler arasında var
olan bağ. Neşet Ertaş’ın dediği gibi; “Kalpten kalbe bir yol vardır. Görülmez.”
Kalpler arasında görülemeyen bu yollar ne denli çoğalırsa, dünyamıza da barış
ve güzellik o yoğunlukta hakim olacaktır.
Ben
de ayaklanayım artık. Varıp abdest alayım. Vakti gelmişken sabah namazına durayım. Sonra da yatağıma
döneyim. Bir iki saat uyuyabilirsem, bana yeter de, artar da. Dünya nasıl da baş
döndüren bir hızla tur atıyor. Hayat hiç duraksamadan, dönen bir fabrika bandı gibi süreklilikle devam ediyor. Büyükcamili
de bu gezegende edindiği mütevazi hacmi ile birlikte dönüyor. Bunca yıldır ilk kez doğup büyüdüğüm
köyü dinlemeyi akıl ettim. İnsanlara, kuşlara, böceklere, karıncalara, arılara,
kaplumbağalara, horozlara, kirpilere, kurtlara, eşeklere, ağaçlara ve bitkilere kulak verdim.
Dünyanın seslerini ayrı ayrı can kulağıyla dinledim. Fırsat buldukça sizler de dinleyin derim. Büyükcamili
ile birlikte kendimi de dinlemeyi ihmal etmedim. Dinliyorum ve her şeyi daha iyi anlıyorum.
Amsterdam, 5 Nisan 2017