Çok da uzaklarda değil, hemen karşıda, yüzlerce yıldır inatla dimdik ayakta kalarak, geçmişe tanıklık eden ve koskoca bir alana yayılan tarihi Rami Kışlası. Çok uzağında olan güneş, bulutların ardındaki nazlı misafirliğini sona erdirerek dünyadan el ayak çekince, türkülere konu olan bu tarihi yapı, daha önce binlerce defa olduğu gibi, başka bir günün karanlığına bürünüyordu. 1960 yılına kadar faal kalan Rami Kışlası, tüm anıları, tarihe yaptığı tanıklığı ile asırlarca; sayısız amansız savaşçının korunağı olmuştu. Düşman olarak adlandırılan insanlar, nasıl öldürülür, bağırlarına nasıl süngü saplanır, kelleleri bir kılıç hamlesi ile gövdelerinden nasıl ayrılır, tüm bunların eğitimleri yine burada verilmişti. Ölümün adamlarına komutlar verilirken, istila akınlarının hareket noktası da olan bu mekanda, elde edilen ganimetler büyük kavgalar ve patırtılar ile yine bukışlada pay edilmişti. Ne yazık ki bu koskoca yapı; devasa duvarları, yüksek kapıları, menteşelerindeki paslı çivileri, sıvasının her zerresi, her an düşecekmiş gibi duran duvardaki yontulmuş taşı, tozu ve toprağı ile pek çok olaya lallığı ile tanıklık ettiğinden, kırık dökük de olsa tek bir kelime olsun dışa vuramıyordu.
Kışlanın Dumlupınar kapısının önünde, gündüze göre daha bir hareketlilik yaşanıyordu. Kapıdan girip çıkan kalabalığın ağızlarından dumanı andıran buharlar yükseliyordu. Hava soğuktu ve yer yer buzlanma hakimdi. Doktor Nevzat Bey, sahibi ve aynı zamanda başhekimi olduğu altı katlı lüks polikliğinin penceresinden yakınındaki bu tarihi kışlanın önünde olup biteni, günün yorgunluğu tüm bedenine çöreklenmiş bir halde gözetliyordu. Bir yandan da hemen hemen her akşam olduğu gibi yine türküsünü mırıldanıyordu.
“Rami kışlası kapısı
Islak yıldızlara bakar
Sarı duvarlar ardında
Askerler gülleri bekler
Rami kışlası kapısı
Ardında kapalı düşler
Işır gecenin koynunda
Doğunca ıslak güneşler
......................................”
Bu türkü hem olanca yorgunluğunu alıp götürüyor, hem de yüreğinde her an hissettiği derin hüznünün, yıllardır kabuk bağlamayan yarasının ilacı ve bir nevi panzehri oluyordu. Yoğun bir günün daha sonuna gelmişti. Onlarca hastasına yardımcı olup, onların yaralarına merhem, acı dindirici ve çare bulucu olmaya çalışmıştı. Polikliniğin birinci katındaki pencerenin pervazına, boynunda çıkarmadığı stetoskobu ve beyaz önlüğü üzerinde olduğu halde, dayadığı sol omuzunu biraz hareket ettirerek, camın alt kısmını kaplayan buğuya dört harfli bir kelime yazdı. Sesli olarak okuyup, Suna... Suna... diye, bir kaç kez tekrarladı. Yaşlılığın belirtilerinin iyice görüldüğü emektar elinin titreyerek ve içi burkularak yazdığı, biricik kızlarının adıydı.
Derin bir iç çekişin ardından önlüğünü ve stetoskobunu arkasındaki sandalyenin üstüne atıp, acele ile paltosunu giydi. Adımları O'nu parkın arkasında bulunan evine götürüyordu. Yol boyunca, yanından gelip geçenleri görmüyor, tanıdıkların verdiği selamları almıyordu. Dalgın dalgın kızını ve yaşlı yüzünde o inanılmaz güzelliğini hala koruyan, fedakar karısını düşünüyordu.
Yaklaşık on dakikalık bir yürüyüşün ardından evine geldi. Üç basamaklı merdiveni çıkıp, haki yeşile boyalı, cam kısmı tamamen döküm demirli ağır kapıyı usulca ittirerek açtı. Nevzat Beyin geldiğini duyan; karısı Suzan Hanım kocasını, yüzündeki ağır hüznün gölgesinde kalan bir sevinçle, boynuna sarılarak karşıladı. Ardından pileli beyaz önlüğü ile yardımcıları Fahriye geldi ve Nevzat Beyin paltosunu alıp, yan duvardaki vestiyere asmak istediyse de, Suzan Hanım buna müsaade etmedi. Paltosunu kendisi asıp, tüm gün görmediği kocası ile böylelikle yakınlaşacaktı. Buğulu gözlerini kocasından kaçırmaya çalışarak, gurur duyduğu bu adama sanki yıllarca görmemiş gibi boynuna sarılıp, uzun uzadıya kokladı. Nevzat Bey eşinin ellerinde tutup;
“Neyin var, ne oldu hayatım?”
“Gelmiyor Nevzat, gelmiyor. Kendi evinde kalmak istiyor. Nuh diyor, peygamber demiyor. O lanet olası kararından da vaz geçmiyor. Ne olacak böyle? Hangi anne ve baba böylesi bir karara kayıtsız kalır, yüreğimiz buna daha fazla nasıl katlanır?”
Nevzat Bey ağlamaklı bir sesle, çaresizce kafasını iki yana sallayıp;
“Bilemiyorum Suzan. Ben de ne yapacağımızı bilemiyorum.” demekten başka bir şey söyleyemedi. Hüznü daha da artmış olarak, oturma odasına geçti. Güzel ve huzur dolu yuvalarında tam bir matem havası hakimdi.
Suna yaklaşık on yıldır babasının evinden iki sokak ileride, yardımcısı Hanife ile birlikte kalıyordu. Koyu kahve rengi gözlerini kırpıştırarak, parmaklarına doladığı uzun ve bukleli kumral saçlarını durmadan çekiştiriyordu. Yüzü soluk ve gözlerinde ise fer kalmamıştı. Yine yıllardır sürekli ağrılar içinde uzandığı yatağındaydı. Çok önemli bir karar almış ve bunu anne ve babasına, doktorlarına bildirmişti. Bu kararında direnecek ve en küçük bir taviz vermeyecekti. Gözlerini hafif yana çevirerek, sesli olarak;
“Buraya kadarmış.” derken, ardından gözlerini usulca yumdu. Ömrü boyunca hayatında elle tutulur bir şey yoktu. Olumsuzluk diz boyunu aşıyordu. Yıllardır hastane, ilaç kokuları, duvarlara asılı iskelet afişleri, insanları susturmaya çalışan beyaz önlüklü hemşire resimleri, mavi önlükleri ile fakir görünümlü hasta bakıcıları, hastalarına tepeden bakan uzaylı doktorlar ve benzeri, görünümler ve objeler. Bu tek düzelikten artık iyiden iyiye gına gelmişti. Dünyada tutunacağı tek bir dal yoktu. O her gün derin bir uçurumdan aşağı hızla kayıyordu. Oysa daha otuz beşine yeni girmişti. Şaire göre yolun yarısı olsa da, onun için yolun sonuydu. Bir hayli engebeli olan yolu, artık hiç bir yere çıkmıyordu. Aklına yıllardır o çok tuttuğu Rus atasözü bir kez daha geldi.
“Şanslı insanların horozları bile yumurtlamaya başlar” dı. İçinden; “Horozlardan geçtim, bırakın onları bir tarafa, benim tavuklarım dahi yumurtlamıyor.” diye mırıldandı. Şans kendisinden yana değil gülmek, kaş göz bile etmiyordu.
Oldukça varlıklı ve iyi kariyerleri olan bir anne ve babanın tek kızıydı. Çocukluğunda herkesin hayranlıkla gözlerini alamadığı şipşirin bir kızdı. O güzelim yıllar, el sallayıp, çar çabuk geride kalmıştı. İlkokuldan itibaren bütün okullarda onun azmi, terbiyesi, zekası ve gösterdiği başarı konuşulur ve hep örnek olarak gösterilirdi. O yıllar arkadaşları, öğretmenleri ve çevresindekiler tarafından ne çok sevilirdi. Herkes kendisi ile arkadaş ve dost olmaya can atardı. Bulunduğu ortamda etrafına adeta pozitif enerji pompalardı. Fakat daha sonra karabasan gibi sökün eden zaman, ne yazık ki çok sevimsiz yıllardan oluşuyordu.
Ortaokul son sınıfta, çok soğuk bir İstanbul günüydü. Suna ateşler içinde yüzü, gözü ve boğazı şişmiş bir halde eve döndü. Annesi Suzan Hanım biricik kızının bu halini görünce çok telaşlanıp, kocası Nevzat Beyi acele eve çağırdı. İlk muayeneyi Nevzat Bey yaptı. Ardından kızını acele ile kendisinin polikliniğine götürdü. Olup biteni babası da görmüştü, sadece aşırı soğuk algınlığıydı. Biraz dinlenme ve iyi bir vitamin takviyesi ile kısa sürede geçerdi. Doktor arkadaşı;
“Suna’nın bademcikleri çok şişmiş. Hocam isterseniz ileride tekrar sorun olmaması için bademcikleri alalım mı?” diye sorunca, anne ve baba da itiraz etmediler. Tıp dünyasında az görülen bir olay oldu. Alınan bademciklerin ardından bir çok hastalık adeta kol kola girip, bu dünya tatlısı küçük insan bedenini istila ettiler. Astım, Şeker, tansiyon ve derken pek çok hastalık el birliği ile Suna’ya hayatı zindan ettiler. Yaşam kalitesi hepten yok oldu. Tedavi için gitmedikleri doktor, hastane ve ülke kalmadı. Fakat hiç bir doktor Suna’nın derdine derman olamıyordu. Okul dışındaki tüm zamanları ailecek hastaneleri dolaşmakla geçiyordu. Yıllar su gibi değil, var olan kahredici güçlükler ve ağrılarla geçti. Tedavi için İsviçre, Amerika, İngiltere ve Almanya’ya da gittiler, ama tüm uğraşıları sonuç vermedi. Liseden sonra İstanbul Teknik Üniversitesi’ nin bilgisayar mühendisliği bölümünde okumaya başladı ve onca hastalığa rağmen büyük başarılar gösterip, okulunu bitirdi. Üniversitenin son sınıfında aynı okuldan Ümit adlı bir arkadaşı oldu. O´na yakınlaştı, bağlandı ve çok sevdi. Yan yana yürüdükleri zaman dahi başını O´nun göğsünün hizasına getirip, kuytu bir liman gibi O´na sığınıyor, sıkıntılarını o an için olsun bir nebze unutuyordu. Hastalığı konusunda Ümit ile fazla konuşup, bu konuda O´na bilgi verememişti. Bedeninin her yanında acılar hissetse de, sevdiğinin elinden tutup yürümeyi, yatağında uzanmaya yeğliyordu. Kısa sürede pek çok şeyi paylaştılar. Ümit ile birlikteliğinde Suna’nın hayata bakış açısı alabildiğine değişmiş ve yaşama daha iyi tutunmaya başlamıştı. Güneşli güzel bir bahar gününde yine el ele dolaşırlarken, Suna’nın midesi aniden bulanmıştı. Ardından kendisini tutamamış, büyük bir mahcubiyet ve utanma duygusu ile sokak ortasında istifra etmek zorunda kalmıştı. O günden sonra da Ümit’i bir daha göremedi. Hastalığının nasıl olduğunu, onun arkadaşlarından gizlice öğrendiğinden, bunu ilişkilerinin önünde büyük bir engel olarak görmüş olmalıydı. Ümit de kendisine ne yazık ki umut olamamıştı. Can havli ile tutunmaya çalıştığı bu dal da zayıf çıkmış ve çatırdayarak kırılıp, O´nu bir kenara fırlatmıştı. Uzun zaman yaşadığı bu hayal kırıklığını unutamadı. Bu kısa süreli güzel günler, bir kaç tane fotoğrafta kaldı. Daha sonra yoğunlaşan ağrılar, hastane ziyaretleri ve tedavi uğraşıları bu kırgınlık alevinin üstün biraz olsun kül serpiştirdi.
Gelinen zaman aşamasında ise kendisine göre, artık hayatla çok cılız olan bağlarını koparmanın zamanı gelmişti. Bunu daha fazla sürdürmenin hiç bir yararı yoktu. Bu nedenle bir an önce yaşam ile olan tatsız ve çelimsiz olan bağını koparmak için bütün tedavileri ret edecekti. Artık yeterdi. Bundan sonra hiç bir doktora gitmeyecek, ilaç almayacak, daha az gıda alacak, temiz ve daha çok oksijen almak için iki de bir gitmekten bıkıp usandığı Kaz Dağlarına da çıkmayacaktı. Tüm ilaçlarını çöpe attı. Hastaneler ile olan tüm randevularını iptal etti. Başta anne ve babası olmak üzere, onun tedavisini mutlaka sürdürmesi gerektiğini, yaptığının anlaşılır tarafının olmadığını, bunun bir cinayet olduğunu söyleyenlere karşı inatla ayak diredi.
Şair Hilmi Yavuz’un bu dizelerini çok seviyordu. Bu dizeler adeta onun bu garip ve hüzün yüklü yolculuğunun rehberi gibiydi.
''..........................................................................
Acının vergisini verdik, gülün haracını ödedik,
Hüznü demirbaş defterinden düşmeye geldi sıra
............................................................................''
O Rami’nin hüznüydü. Bu hüznün de Rami’nin demirbaş defterinden düşürülmesinin zamanı gelmişti. Bunun için yardımcısı ile birlikte tüm hazırlıklarını tamamladı. Evine çağırdığı bir tabut yapımcısına ceviz ağacından, taslağını kendisinin çizdiği bir tabut yaptırdı. Tabutun baş tarafına gelecek şekilde mektup sığacak kadar bir de açıklık bıraktırdı. Tüm akrabalarına, arkadaşlarına ve dostlarına kararını bildirip, ölümünden sonra kendisine mektuplar yazmasını ve bunları tabuttan içeri atmasını ve bu tabutla gömülmesini rica etti. Bu sevdiklerinden son isteği olmuştu. Şaşkın bakışlarla bakanlara;
“Belli mi olur, belki yazdıklarınızı okuma olanağım olur. Ben de sizlere yazarım.” diyordu. Facebook arkadaşlığından ve cep telefonlarından kendisinin hatırı için, verilerini silmemelerini de sıkıca tembihliyordu. Hatta öldükten sonra kendisini aramaları halinde, belki de telefonlarını yanıtlayabileceğini söylemeyi ihmal etmiyordu.
Aylar sonra demirbaş defterinden Rami’deki hüzün düşürüldüğünde, Suna’nın tabutundan içeri doğru bukleli saçlarının arasına, gözlerinin üzerine, anlına ve tüm bedenin etrafına yüzlerce mektup doluştu. Dostları ve arkadaşları Suna’yı facebook sayfalarından ve cep telefonlarından silmedi. Aradan uzunca bir zaman geçmesine rağmen, kimse kimseye Suna’nın mektubuna yanıt verip, vermediğini veya O´na telefon edip etmediğini soramadı. Rami’de hüzün; yerini Suna ile dopdolu anılara ve inanılması güç insani ilklere bıraktı.
Amsterdam, 6 Nisan 2011