CULEMBORG’LU LEO VE BALA’LI BİLO
Belediye verilerine göre, tarihi bin iki yüz seksenli yıllara değin uzanan, De Meer nehri yamacına serpişmiş olan Culemborg şehrine, bin dokuz yüz kırk sekiz senesinin baharında taşınan, Jaap Beyin açık mavi gözleri mutluluktan parıldıyordu. Uzun sarı kirpikli gözleri, büyük bir özen ile mobilyalarını içeri taşıyan, ev taşıma şirketinin elemanlarının üzerindeydi. Bir yandan da karnı iyice burnunda, alabildiğine tombullaşmış; ha bugün ha yarın, doğum yapacak olan gül tenli karısı Marianne’yı kolluyordu. Sarı kıvırcık saçları, biçimli burnu ve sivri çenesi ile bayanların dikkatinden kaçmayan Jaap Bey, her iki durum için tedirgin olmaktan kendisini alamıyordu. Mobilyaları çizilip, kırılmamalı, karısı da fazla ayakta kalıp, yorulmamalıydı. O'na göre taşınmak dünyanın en zor işlerinden biriydi. Hele de eşi bu halde olunca, daha da zor oluyor ve yükün büyük kısmı, haliyle kendi omuzlarına biniyordu. Ama olsundu, yakında bir bebekleri olacak ve dünyaları alabildiğine şenlenip, güzelim izdivaçları daha büyük bir mutluluk ile taçlanacaktı. O günü büyük bir özlem ve gün geçtikçe artan kalp kıpırtıları ile bekliyordu.
Marianne Hanım da bir hayli kaygılı ve heyecanlı idi. Bir eli ile sarı buklelerini harmanlıyor, diğer eli ile karnını okşayıp, deniz mavisi gözlerini kırpıştırıp, doğacak olan bebeği ile konuşuyor, gülümsüyor ve hayaller kuruyordu. Geçen her gün, bu bahtiyar çifti, doğacak olan mucizelerine daha çok yakınlaştırıyordu. Bu bebek hayatlarına yepyeni bir tat, renk, neşe ve güzellik getirecekti. Marianne Hanım tüm hayatını, kız veya oğlan ne olur ise olsun, kendilerinden bir parça olan bu küçük canlıya adayacaktı. O mutluluklarının bir armağanıydı.
Taşınmalarının üzerinden geçen yıllar birbirini kovaladı. Biricik oğulları Leo bebekliğini, çocukluğunu, ergenlik çağını, delikanlılığının bütün evrelerini yaşadı. Doğrusu oldukça güzel ve rahat bir bebekti. Maması verildiği sürece sorun yaratmıyordu. Beklenen büyük gün geldi, dayandı. Marianne Hanımın burnuna yakınlığını yitiren, yirmi dört yıl önce karnının boşalması sonucu, dünyaya gelen oğulları Leo’nun bankadaki ilk iş günüydü. Yakışıklı, uzun boylu, alımlı bir gençti. Yüksek okulu bitirdikten sonra, Hollanda’da pek de görülmediği söylenen torpil ile babasının yanında işe girmişti. Yıllar önce Culemborg şehrinde banka şubesinin müdürü olarak atanan Jaap Bey, geçen zaman zarfında hızla yükselip, aynı bankanın yönetim kurulu başkanlığına kadar yükselmişti. Aile bir kez daha taşınıp, bu defa Amsterdam’a yerleşmişti. Leo yüksek okulu zoraki bitirmişti. Çalışmakta falan hiç gözü yoktu. Ama babası ve annesinden çekindiği için kendini zorlayarak, geriye doğru giden ayaklarını adeta sürüyerek bankadan içeri girdi. Hiç sevmediği o resmi ortamı hissetti. Yüreği sıkışır gibi oldu. Annesi kravatı boynuna güç bela geçirirken, gözüne idam ilmiğini boynuna geçiren bir cellat gibi gelmişti. Yüzünü her ne kadar buruşturup, elinin tersiyle annesini itelemek istediyse de, nafile. Kravat denilen idam ilmiği boynundan geçip, annesi tarafından itina ile ütülenmiş, kolalı beyaz gömleğinin yakasının altında iyice saklanıp, göbeğinin üzerine doğru bütün haşmetini ortaya çıkararak, yerini almıştı.
Bankadaki ilk gününde iş arkadaşları ile tanışmıştı. Temizlik işi yapan kara kafalı bir kaç kişi de etrafta dolanıp, duruyorlardı. Duyumlarına göre Hollanda’ya ve Avrupa’nin savaş sonrası kalkınmakta olan pek çok ülkesine, Türkiye, Fas, Yunanistan, İspanya, Yugoslavya ve Portekiz gibi ülkeden çalışmak üzere insanlar geliyorlardı. Leo bu çalışanlardan biri ile kafa kol işaretleri ile hemen tanıştı. Cana yakın ve samimi insanlara benziyorlardı. Uzaylı gibi gözükmeseler de, kendilerinden görünüm olarak, oldukça farklıydılar. Simsiyah kıvırcık saçları, esmer tenleri, sarkık bıyıkları vardı ve giyimleri dahi çok farklıydı.
Leo geç saatlere kadar uyumayıp, tüm gece çok sevdiği beyaz şaraptan, art arda yudumlar alıyor, içtikçe kendisinden geçip, mest oluyordu. Boşalan üçüncü şişeyi bir kenara koyarken ayakta sallanıyordu. Hemen uyuyup, sabah kalkar kalkmaz gidip, şarap almak gerekiyordu. Büzgülü beyaz benekli mavi perdesini akşam çekme gereği görmediğinden, sabah güneşi görevini devir alır almaz, Leo’nun penceresinden, bütün ışınları ve yelpazesindeki renkleri ile yatak odasına doluştu. Mevsim bahardı. Evinin içi çarçabuk ısındı. Acele ile yatağından kalktı, elini ve yüzünü yıkamadan, ayakkabılarını ayağına geçirip, el çantasını sallaya sallaya şarap alacağı restauranta geldi.
Restaurant sahibi Bilo Türkiye’li idi. Leo yıllarca önce bu yabancı kökenli insanlardan bir iki tanesini çalıştığı bankada görmüştü. Fakat gün geçtikçe yabancılar kitleler halinde gelip, bu küçücük ülkeye doluşmuşlardı. Ülkenin her tarafında, adeta mantar gibi türüyorlardı. Kendisinin, onlar ile herhangi bir sorunu yoktu. Fakat etraftan ırkçı söylemler de gelmiyor değildi. Kimileri; ülkenin tamamen yabancılar ile dolup, taştığını, artık tek yabancıya dahi yer olmadığını, bunların ülkelerine gönderilmeleri gerektiğini, hoş görünün ülkesi olarak bilinen bu topraklarda, artık yüksek ses ile söylüyorlardı. Büyük çoğunluğu islami inanca sahip bu insanların, Hollanda için tehlike oluşturduğunu, her geçen gün daha çok doğurduklarını ve akın edercesine gelip, yerleştiklerini, yapışıp kaldıklarını söylüyorlardı. Onlara göre belli bir süre sonra ise, bu gidiş ile Hollanda’lı diye bir kavramın kalmayacağı ise başka büyük bir tehlike idi. Leo için bu tür görüş ve konuşmaların hiç bir önemi yoktu. O’nun için ağzını sürekli ıslak tutacağı kadehinin dolu olması çok daha fazla önem taşıyordu. Leo kadehinin dolu olmasını düşünürken, bazılarını da ülkenin dolu olması rahatsız ediyordu. Keşke yabancılar da bu ülkeye Leo’nun dolu kadehinin verdiği tat ve hazzı verebilselerdi. Ama görünen o ki, bu mozaik artık büyük bir kesime rahatsızlık veriyordu. Bilo bu yağlı müşteri, komşusu, şimdilerde altmış iki yaşına gelen Leo’yu görünce; her zaman kısa kestirdiği hafiften kelleşmeye başlamış olan kafasını hafifçe eğip, O’nu içeri aldı. Leo babasının en üst düzey yönetici olarak yükseldiği bankada, ancak üç yıl çalışabilmişti. Babasının yardımları ile malulen emekli oldu. Bundan sonra yaptığı tek şey her gün bıkıp usanmadan içip, ardından sızmaktı. Onlarca yıl böyle geçti. Geçen uzun zaman O’nu tamamı ile alkol bağımlısı haline getirmişti. Yaşamında tek bir olgu vardı, ki o da alkoldü. Bayan arkadaşı hiç olmadı. Böyle bir gereksinimi hiç duymadı. Büyük bir yalnızlık içinde idi. O bundan hiç gocunmuyor, bu aklına dahi gelmiyordu. Etrafında yarın bir gün öldüğünde; O’nun tabutunu taşıyacak dört kişi adı sayılamıyordu. Ama bulunduğu ülkede, tabutlar zaten omuzlarda taşınmadığından, tekerlekli bir sedyeye konulacak ve belediye görevlileri tarafından işlemler yapılacağından, buna da ihtiyacı yoktu. Babası yıllarca önce ölmüş, annesi de bir hayli yaşlanmıştı. Annesi ile olan ilişkisi sadece O’nun, ölüp ölmediğini kontrol etmek mahiyetinde idi.
Bilo buzdolabından çıkardığı üç adet Güney Afrika şarabını Leo’nun çantasına koyarken, biraz sohbet etmek istedi. Leo sohbete her zaman söylediği ve yol boyunca mırıldandığı cümleler ile başladı.
“Annem ölürse... Bak komşu, babam yıllar önce öldü. Aaah bir an önce annem de ölse. Annem şu an seksen dokuz yaşında. Eğer annem ölürse, bana yaklaşık beş yüz bin avro kalıyor.” Kafasını sallayıp, konuşmasına devam etti.
“Evet annem ölürse, bana tam beş yüz bin avro kalıyor. Bu çok büyük bir para. O zaman gelir senden günde on şişe şarap alırım. Ama annem ölürse... Sana söz veriyorum. Seni de tatile gönderirim. Bütün masrafların da bana ait. Gördüğüm kadarı ile çok yoğun çalışıyorsun ve iyi bir tatili hak ediyorsun. Ama dediğim gibi, annem ölür ise.” Bilo gülümseyerek kendisini onayladı.
“Evet Leo, eğer annen ölürse, ikimiz de yaşadık demektir.” Fakat bir yandan da ‘ya sen annenden önce ölürsen, bu gidişle... O zaman planlarımız suya düştü demektir.’ diye düşünmekten de kendisini alamıyordu.
Bilo restaurantı açalı iki yıl gibi bir zaman olmuştu. İşler çok iyi olmasa da, masraflar çıkıyor ve kendisi de ayakta kalmakta fazla zorlanmıyordu. Ama Leo gibi her gün gelen müşterilerin olması da çok önemli idi. Bilo Hollanda’lı bir bayan ile evliydi ve dokuz yaşında bir kızları vardı. Kızlarının adını eşitlikçi ve hakkaniyetçi biri olduğu için Mathilda Berfin koydular. Yani bir Hollanda, bir de Kürt ismini yan yana getirdiler. Fakat bu eşitlik hiç bir zaman yer edinmedi ve kızları hep Hollandaca ismi ile çağrılır oldu. Dolayısı ile Hollanda Bilo’nun Kürt kalesine hep gol atan taraf oldu. Leo’nun her gün uğrak verdiği Restaurantın, adının konmasında da Hollandaca olmasına karar verildi. Hollandaca “ Restaurant Til Teyzenin mutfağı” olarak bir isim verildi. Haliyle gelen her müşteri içeri girer girmez, Til Teyzeyi karşılarında bulmak istiyordu. O’nun yerine, esmer, kısa kesik saçlı Bilo’yu veya yanında çalışan benzeri elemanları görünce; merakla Til Teyze nerede diye soruyorlardı. Leo da her gelişinde mutlaka Til Teyzenin nerede olduğunu sorsa da, O’nu hiç göremiyor, şaraplarını büyük bir mutluluk ile çantasına doldurup, annesinin bir an önce ölmesi beklenti ve umuduyla evinin yolunu tutuyordu. Bilo ve çalışanları ise ,o iş kalabalığında, zamanıymış gibi Til Teyzenin kim olduğunu anlatmaya çalışıyorlardı. Bu soru her gün onlarca defa soruluyor ve restaurantın teyzesinin uzun fistanı, örgülü sarı bukleli saçları ile çıkageleceğini bekliyorlardı. Til Teyze kim diye sorulduğunda, Bilo kendisince sıradan bir yanıt bulmuştu. Kızının Mathilda adı ile ilinti kurarak, meşhur teyzenin hikayesini anlatıyordu. Fakat en iyi anlatımı ise, kafa ve göz kıran, ‘ben var gelmek’ Hollandacası ile aşçı, Kars’lı Memo yapıyordu. Memo özellikle gelen sarışın ve güzel hatunlara bu isim öyküsünü memnuniyetle anlatmaya çalışıyor, bir yandan da içi geçerek, bayanı tepeden tırnağa sindire sindire süzüyordu. ‘Gezden, gözden ve arpacıktan’ yapılan rutin süzme işi devam ederken, Memo’nun mübarek ağzından aynen şu cümleleri duymak, artık eskisi kadar yadırganmıyordu.
“Eee… Bizim bir patronumuz var. Patronumuzun da bir kızı var. Bizim patronumuzun kızının adı Mathilda. Mathilda kendisini kısaca Tilli diye adlandırıyor. Bizim patronumuz da, bu neden ile restaurantın adını Til Teyzenin mutfağı olarak koydu.” deyip, bir kez daha döktüğü ter, aynı zamanda bütün enlem ve boylamları ile hoşlandığı karşı cinsin cazibesinin getirdiği iç hoşluğu ile derin bir nefes alıyordu.
Memo aynı cümleler ile, aynı günün akşamı da şarap almaya gelen Leo’nun yanında, koca kıçlı ve büyük göğüslü, sarışın bir dilbere anlatıp, merakını giderip, göz banyosunu yaptığı esnada, Leo gülümsüyor ve ardından Şaraplarını sallaya sallaya götürüyordu. Her defasında olduğu gibi çalıştığı bankanın evine yakın olan şubesinin önünden geçti. Cebinden banka kartını çıkarıp, mırıldandı.
“Annem ölürse, sen artık hiç boşalmayacaksın. Her zaman şarabımı gidip, alacağım. Annem ölürse, sen en az beş yüz bin avroluk bir kart olacaksın.”
Leo şarap şişeleri ile aheste aheste evine doğru mırıldanarak giderken, onun ardından bakıp,mırıldanan biri daha vardı . O da Til Teyzenin mutfağı restaurantının sahibi Bilo’dan başkası degildi…
“Hadi Leo biraz daha dayan koçum. Bilirim ne bir haram yedin. Ne bir cana kıydın. Ekmek kadar temiz, su gibi aydın olup, olmadığını bilemiyorum. Hani hiç kimse duymadan hükümler de giydiğin yok. Yiğidim aslanım, ama sen annenden önce buralarda yatma. Annen de ölecek ise, bir an önce ölsün. Yetti gayri. Bekle bekle nereye kadar? Bizim sabrımızın da bir sınırı var. Öl ki ben de şöyle bir aylığına da olsa, Marmaris’e Antalya’ya veya olmadı İstanbul’a gideyim.” Deyip, traşlı derin düşünceli başını önüne eğdi. Mırıldanmaya devam etti.
“Ko desinler, Şahmaran’ın da bağı var. Değme keyfine, bir günün beyliği beylik. Olmasa da olur, diyemeceğim. Olmalı. Bu kadar da uzun yaşanmaz ki.”
Yeni bir iş akşamı için gün kararıyor, dışarıda hafif yağmur çiseliyordu. Tek tek gelen müşteriler, siparişlerini vermek için Til Teyzenin gelmesini bekliyordu. Culemborg’lu Leo çekili mavi perdelerinin ardından, deniz manzaralı evinin penceresinden, yağmuru seyre dalıp, ölesiye sevdiği şarabından ikinci kadehini yudumluyordu. Yer küre bütün hızı ile dönmeye devam ediyordu.
Amsterdam, 1 Eylül 2011